Kırkın Kapısında Kırılma – Ziza Rumas

“Her insan kırkının kapısından içeri girerken nereye düştüğünü anlamaya başlar.” derdi yurdumun ve yüreğimin bilgesi anam. Kırkımın kapısından bir adım kala içeri girmeye yaklaştığım bugünlerde biraz daha iyi anlamaya başlıyorum yukarıda kendisini kaydettirmeyi başarmış ve herhangi bir tedrisatın ya da bilginin esiri olmak zorunda kalmamış aforizmik iletiyi.

Anlamın ne olduğuna dair anca kapı cisminden yola çıkarak ifade edebildiğim orta yaş sendromunun sonlarına doğru, çıkış kapısının kırık kudretinin eşiğinde kendimi buluşumun otuz beş yıl yolculuğa denk gelmesiydi bendeki yaşamın yersiz varoluş hikâyesizliği. Yeni yetim yetmezliğimin yedi yaşındayken tek bir kelimesini bile bilmediğim ve şu an ruhumca yoğrulan şu söz diziminin anlama erdiği dilin, zihnime cebren öğretildiği öğretimsiz bir kışlanın geç öğrenen piyade eriydim. On yaşıma erdiğim üçüncü eğitim yolumun yarısında öğretmenimin konuştuğu dile anlam yükleyecektim artık. Ve artık bedeniyle değil ağzıyla konuştuğu dili anlayabiliyordum. Bana eliyle değil diliyle: “Gel.” diyecek oluşunun sevincini okul dönüşü ablama: “Bugün öğretmenimin ne dediğini anladım!” diyerek Türkçenin anlam kapısından içeri girişimi anlatmaya çalışacaktım çocuk aklımca.

Köyümüzden kaydımızın sürgünle silinmesine dair duyduğum hikâyelerin tek anlam bilgisi, iki katlı evimizin en son yanan parçası olan iki kanatlı dış kapımızın yere düşüşüydü hayalimde harlanan. Ve sürgün surlu kentimizin kocaman kale kapısının vermediği korkuyu, sınıfımızın kapısından alışımın üç yılda hafiflemesini yine kapıyla anlayabilecektim. Kentin kapısından içeri girmeye engel ürkek tavrın, köyün kapısız virane yığınına merak sarmasıydı mekânsızlığımın maddeden bedene bürünmüş hali. 

***

Köy ile kent kararsızlığımın köylü ile kentli yansızlığıma karalar bağlayarak derin iki vadinin birleşemeyen dipsiz uçurumlarındaki sıkışmışlığıma kırkımın da çareyi bulamayacağı ümitsizliğini taşırken, doğanın gaip perdesinin arkasındaki esrara kucağımı kabartıp aklımı ağarttım.

Bir er mahcubiyeti ve acemiliğiyle Erbaşıma* hangi cüretle sorabileceğimin kaygısındayken bir nebze de olsa yüküne sırt dayamamın vereceği yardımseverlik âdetince kalemini kalemime dayanak kılıp soruyorum işte: Şairlerin köylü yüklü inlemelerini satırlarına zulmederek işlemelerinin ne yararı oldu ki köylünün yüklü dertlendirmesine yük bindirmekten başka? Hem neden köylü ölümü hak etsin ki? Kim iki ölümlü var oldu da bir ölüye ikincisini de reva görelim? Peki, onlar çağımızın her türlü tecessüm tebessümüyle aramızda dolaşırken nasıl bileceğiz nerden geldiklerini? Tabi ki zamanın ve mekânın dışında duran halleriyle kendi gerçekliklerini ele verme yetilerinden tanıyabiliyoruz onları.

Kentin köy bellendiği yaşamsal algılamayla, en lüks semtin en gök gökdeleninin bahçesine kocaman gösterişli traktör ve römorku yetmiyormuş gibi pulluklarını da tarla sürmeye hazır halde park eden ediminden de mi tanıyamıyoruz kendilerini? Kocaman işletmelere oturarak işletme, üretim, hizmet, aça kanat germe açıklarını mallarına dayanan dayımsılarla kapatmalarından ise hiç tanıyamıyoruz. En lüksünden ve önünde dört bileziğin iç içe geçtiğini düşündüğü aracına bindiğinde kendisini trafiğin yasama mercii, yolların milli mülk sporcusu sanan savrulmalarından da mı tanıyamayacağız? Kendisini yükümsüz kıldığını sandığı kanundan tevellüt cezai müeyyide kendisine dayandığında veryansınını eksik etmeyişinin, komşusundan mahrum edişlerine ne yararı olacak? Kanun mu düzenleyici kendisi için yoksa damarlarında şımarırcasına taşıdığı kanının medeniyetten medetsiz kızıllığı mı?

***

Mimarın elinin, gözünün ve de uzamsal zekâsının ilk kale kentten modern kentlerin cisimleşmesinin kentlinin kıymet bilmez kibirli tavrının tarlasına ne tür bir yapı tasarımı konacak ki kentliyi kokuşmuş kederlerinden kurtaracak? Şıklanmış şaibeli şaklabanlığından ne tür bir kurtuluşa ermeye ümitlenir ki keder-i kent. Sıra sıra gökyırtıcı binalarının göğe ne estetik yurdumu oldu da dağlara nasiplenmiş bulutların yükünden, muzdaripliğini su taşkınlığına havale edip kendini paklatmaya pek maharetli kahr-ı kent. Doğanın sonsuz bilgi ile bilgelik çağlayanından ırak, beton kuyularındaki zindanlığında kalarak nasıl ki kendini mahrum bıraktıysa, aynen öyle de kendisini bilgisizliğinin budalalığından bihaber köylüden bilge sanır ziyan-ı kent.

Kentlinin, evrenin bilgi okyanusuna açılmamaya yeminli yetmezliğinin, boğulma endişesinden ziyade zamanını boşlukta boğdurmaya yeminli evren bilgesizliğinin saatinin on iki dilimli dizilimine ne tür bir dayanağı olacak? Kütüphanelerin sessiz ve ıssız boşluğunu, kitapların yetimliğinin yankısını hangi müteahhidinin ne biçim yapı ustalığı doldurup duyacak? Evlerinin tavanında taştan şaşaalı avizelerinin asılı aksamından yayılan ışığından, kentlinin aydınlığının muradına hangi niyaz yanıtı ulaşır ışık hızında? 

Aydınlatma şiarıyla işlevlenmiş mağazalarının, masamın üzerinde duran kitabımı aydınlatabilecek bir icattan yoksunluğuyla yorulduğum gündü, köylü yoksunluğuma kentli yansızlığımın eklenmesi. 

Serzemine serpilmiş hiçbir yerleşkenizin ruhunuzu doyuramadığını anlamlandırabildiğiz gün, zeminden yoksun bir şekilde indiğiniz ilk ağaç dalının türdeşindeki son tutunuşunuzda bile kent-köy kutsallarınızın göğüne eremeyeceksiniz.

Üzerinde dolanıp durduğunuz dünya sahnesindeki oyununuzdan bir hayat kotaramadığınızla oyalanın. Kentli, köylüyü ölümde ikiye katlarken zannındaki ziyanından zamansız bir yurtsuzluğa eriştiğini ölümünün kapısında bile anlayamayacak. 

Döngüsünde doğanın, yanıtında yaşamın gerçek oyunu yankılanacak: “Hayat sahneden süregelen bir oyundan ibrettir. O ibreti ibaret değil zorunlu bağımlılığa dönüştüren şey ise ölümdür.”

***

*Şükrü Erbaş’ın Köylüleri Neden Öldürmeliyiz? adlı şiirine yapılan nesirce nazireye atıf.

Foto: Yıkık Hane Kapısı, Silvan (2015) – Ziza Rumas

Bunu paylaş: