Kolsuzlar Kenti – Ziza Rumas

Davranış Direği Devrik Diyar-ı Sıfır’dan…

Kâbusumun ilk demleri, güvenliğin kimler tarafından sağlandığının bilinmediği bir kentin ortasında, güvenlik gerekçesiyle aracımın benden habersiz bir şekilde otoparka çekilmesiyle ve üzerine de ceza gibi çekici ile otopark parası ödediğim günün akşam saatlerinde başlamıştı.

Otoparka girdiğimde o güne kadar görmediğim model ve yapıda araçların olduğu ilk dikkatimi çeken olgu olmuştu. Beni oraya, aracımı almak üzere aracıyla götüren İrfan üstadım peşimden yürüyordu. Gördüklerimi sen de görüyor musun demek için arkama döndüğümde birkaç saniye önce ayak sesini duyduğum dostum arkamda değildi. Bakındım, göremedim onu. İlk korkum o esnada yüreğime yüklendi. Dostumun irfanından ve de bundan sonra metinlerimi tashih edişinden yoksun olacağımın korkusu.

Üç yüz altmış derece etrafımda dönerek etrafı kolaçan ettim. Sanki bir uzay istasyonuna girmişim gibi daha önce görmediğim ilginç biçimlere sahip otomobillerden ürktüm önce. Aralarında 206 model numaralı aracımı bulamadım. İki yüz metre ileride bir minibüsün ön kapısının ağzında öylece duran, kesik sol kolu dirsekten sargılı bir adam dikkatimi çekti. Sargı bezinden taze kan damlıyordu yere. Adam şoför mahallinin açık sağ kapısının önünde durmuş makyaj aynasının olduğu bölüme öylece bakınıyordu. Yanına yaklaştığımı dahi fark etmedi. Donmuş bir vaziyette nereye baktığını merak ettim. Aynanın altında cama asılı bir tabelaya baktığını fark ettim. Biraz daha eğilip bakınca gözlerinden yaşlar süzüldüğünü görmemle korkum bir kat daha arttı. Tabeladaki yazıya ilişti gözüm, üzerinde: “Sizin kurallarınıza göre hiç bir şey yok, her şey benim kafama göre.” yazıyordu. Edebiyat öğretmenliğim öncesindeki kitap redaksiyon günlerimden kalan gözsel tepkimeyle ilkin yazım yanlışına takıldı gözüm. Gözünden yaşlar süzülen şoförün derdinin bu olmadığını kısa süre zarfında anladım. Sesimin ona ulaşacağı kadar alçak bir tonda, “Burası nere? Neredeyiz? Neden ağlıyorsun?” diye peşi sıra soruları sıralayınca bana doğru döndü, elinin tersiyle beni döveceğini zannettim ama o gözyaşlarını silip hiçbir şey söylemeden tekrar tabelaya bakmaya devam etti. 

O şok halinden kurtulmak istercesine otoparktan çıkmak üzere kapıya doğru yürüdüm. Kapının sağ yanında yanan led ışıklarına benzer bir parıltı görünce önüne varıp ne yazdığını okumaya çalıştım. Düzgün ve bir bütün dil kurallarına uygun bir şekilde oto parka giriş ve çıkışlarda uyulması gereken kuralların listesi yazılıydı. Bu kadar kurala nasıl olur da uyuluyor diye merak ederken gözüm yazıların üzerinde büyük harflerle yanan saat ile tarih yazısına ilişti: “18 Mart 2051 – 18.21”. Yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olduğumu o esnada fark ettim. 

Katmerli korkunun yürek kemiğime saplandığını hissettim. Otoparkın karşısında durağa benzeyen küremsi bir varlığa ilişti gözüm. Karşıya geçmek üzere yola adımımı attığım gibi yolun üstünden geçen telleri fark ettim. Durak sandığım küremsi yerin altına girip bir bütün camdan yapılmış yapıya bakındım. Önceden duraklarda görüp bildiğim ve reklam görsellerinin içine konulduğu yerde bulunan camdan yapının yandığını fark etmemle oraya dönmem aynı ana tekabül etti. Kafamda kendi kendime nereye gideceğimi soruyordum. Bir anda cam ekrandan bir ses geldi. Bir kadın sesiydi. “Nereye gitmek istediğinizi lütfen ekrandaki konum noktasına bakıp iki defa göz kırparak belirleyiniz?” dedi. Gidilecek yerlere ait şehir haritasının konum görseli ekrana yansıdı. Ekrana bakarken zihnimden tasarlayıp iş yerimin bulunduğu semti bulmanın peşine düştüm. Halk kütüphanesini aradım haritada. O esnada ekran kırmızı ışıkla yanıp sönmeye başladı ve aynı ses, “Aradığınız yerleşim birimi şehrimizde mevcut değildir. Lütfen başka bir nokta belirleyiniz.” dedi. Harita tekrar açıldı, bu sefer hanemin bulunduğu mevkiyi aramaya başladım. Ekran tekrar kırmızı renk yanıp söndü ve ardından aynı uyarı tekrarlandı. Aradığım yer yine yoktu. Baktığım ekran her ne ise zihnimden geçenlerin ne olduğunu da okuduğunu anladım o esnada. 

Kürenin ortasında duran ve yine camdan yapılı banka oturup, ne düşüneceğimi, neler öğrenmek istediğimi düşündüm önce. Otoparkta gördüğüm adamın başına neler geldiğini merak edeyim dedim. Birkaç saniye sonra kadın konuşmaya başladı. 

“Davranış direği devrilip tuz buz olmuş bir diyarda, iyi-kötü izafiyetinin birbirine savrulduğu, şeytanların birbirini semirdiği ve de çarklarla örülü kara sisler gurbeti elbet bir gün sılaya devşirilecekti. 2030 yılının başları, kentimizde yaşayanların birçoğu, ‘Allah’ın sopası yok ki.’ diye diye müdahale makamının olmamasından dolayı davranış direği devrilmiş bir şekilde yaşıyordu. Erkeklerin hegemonyasında başka bir netice beklemek de beyhudeydi. Trafik ışıklarında, Silvan barajına bağlı oda lambası timsali kapatılmadan kapı çarpmasına maruz bırakılması dâhilinin haricinde yeşili görüp kırmızıyı görmezden gelen sürücü sürülerinin umursamazlığı doğanın da kozmosun da fıtratının feragatinden nasiplenemezdi. Erkekler, trafikte en lüksü benimki fıtratına bürünüp aracını sürerken yatağına yatmış misali konforunu kuyruğunda hissetmek istercesine şoför koltuğuna yayılıyorlardı. Geceleri yataklarında zıbarmanın evvelinde beyin akıntısından fışfışlayarak üretebildikleri burun böceklerini elinde tesbih çekiş huşusuyla evirip ezdikten sonra yatağının yanı başına fırlatmak suretiyle, ‘Nasıl olsa karı temizler!’ gönül rahatlığına eriştikleri kutsal edimlerini trafikte de gösteriyor, elini camdan dışarı çıkarıp parmaklarının arasında yuvarlayarak doğanın bağrına bir hançer gibi saplamak suretiyle boşluğa bırakıyorlardı. Kaldırım ve asfalta ciğerlerinin cehennem haritasını nakşeder gibi ruhlarının yüreğinden tükürdükleri  günün akşamında eşlerine eşsiz tapınak hediyesi gözleri, sözleri, güçleriyle şiddet uygulayabilirliklerini kadınlara az görüyorlardı.

Yerlere çöplerini attıklarında doğanın sihriyle artlarında silindiklerini zannediyor, kaldırımda ya da toplu taşıma araçlarında bir tek onlar varmış gibi yüksek sesle telefonlarında konuşuyor, ceplerinde metelikle nadir paralel duran son model telefonlarını taşımakla yetinmiyor, ortalıkta dolanırken ellerinde manadan yoksun tesbihleriyle hayalini dahi göremedikleri ulu makamlarda kendilerini zannedip kibir tahtında yaşayıp gidiyorlardı. Kadınları ise birbiri arasında araçsal yarışlarla gün geçiriyor, ‘Sahip olduklarım sahip olduklarını geçiyor!” kavrayışıyla zamanı ötelemekle uğraşıyorlardı. Gösteriş alıp başını giderek doğalarına hükmetmişti artık.

On yıl sonra artık kentimizin erkeklerinin ekseriyetinin sol kolu yoktu. Kiminin dirsekten, kimin bilekten, kiminin ise parmak boğumlarından kesikti. Bunun nedeni ise 2030’lu yıllardan sonra kentin merkezindeki karayolu şeritlerinin sol iki yanına havadan asılı giyotinlerin varlığıydı. Allah’ın sopası yoktu ama göğünden inen giyotini vardı artık. Herhangi bir nedenle kolunu aracının camının dışında sallandırıp insanların araçsal estetik algılarını bozan her kim olursa kuralsız kavrayışı fark eden giyotin, bağlı bulunduğu elektrikli telden aşağı inip o kişinin kolunu keserek yere atıyordu. Bir yıl içinde her Allah’ın günü yollar bir sürü sürücünün kolu, eli ve parmaklarıyla doluyordu.

Otoparkta gördüğünüz şahıs o günlerden günümüze yanlışlıkla düşmüş bir Homo Büsyus türüdür. Sizin zamanınızın mebuslarında dahi olmayan dokunulmazlıklarıyla trafiğin alıp başını gidenleri olan, yarım yamalak bildikleri iki dilin düet düzlemsizliğinin nezaketsizliğini konuşmalarıyla gösteren, sol kolları sürekli dışarda olup trafiğin düzenini düzenine göre düzenleyen, sağ koluyla aldığı parayı minnet edercesine o günkü mobilyacıların zanaatsal dehaları olan ve mdf denilen odun çöpünden yapılı bölmeli kutunun kirden siyaha bürünmüş bölmesine fırlatıp telefonuyla diğer türdeşlerine bağırıp çağıran bir türdür Homo Büsyus. Merak ettiğiniz şahıs, düştüğü anın saniyesinde sol kolu dışarda olduğu için Merkezi Giyotin birimince kolu dirsekten kesilip aracıyla beraber kuraldan yoksunların merkez otoparkına getirilmiştir.

Yine sizin geldiğiniz zamandan on yıl sonrasında, sokak hayvanlarına önceden merhamet göstermeyip eziyet etmeyi maharet sanan sakinler, bunun bedelinin bedenlerinden bir parça olacağını tahmin dahi edememişlerdi. Belediye araçları her saat yollara düşen kol parçalarını topluyor ilgili birime götürüp mama haline dönüştürerek sokak hayvanlarına besin kılıyorlardı…”

Bu son sözü duyunca bir anda kusasım geldi ve kulaklarımı tıkayıp artık duymak istemediğimi göstermek istercesine başımı ellerimin arasına alıp sıkıştırdım. “Acaba 2019’un Mart ayını düşünsem geri gider miyim, bu kâbustan kurtulur muyum?” dedim kendi kendime. Ne oraya dönmek ne de burada kalmak istemediğimi anladım. Nereye gideceğimi bilememenin ıstırabıyla oracıkta donmak istedim. Çalar saatin sesiyle uyandım, başparmağımla durdurup saate baktım, saat sabahın 06.45’i. Okula gitmek üzere kalkmam gerektiğini kavradım. Meğer 2021deymişim hala ve düşsel kâbusun reel kâbusla devam ettiğini tezinden anlayıp en sevdiğim şeyi, suyu yüzüme serpip rüyamın dehşetinden kirpiye özenen saçlarımı sakinleştirmek üzere ıslattım. Sonra da akan iki göz damlasıyla yanaklarımı…

***

Resim: Cehennemin HaritasıSandro Botticelli, 1485.

Bunu paylaş: