Bülbül Sesinin, Ihlamur Kokusunun Hatırlattığı Oruç Aruoba’ya Özlemle – Özgür Keşaplı Didrickson

Fotoğraf: Yıldırım Arıcı (1989)

Oruç Aruoba öldüğünde hem ülkemizin önemli bir felsefecisini, yazarını erken yitirmesine hem de 14 yıl yanıtsız bıraktığım mektubunu artık istesem de yanıtlayamayacağım için iletişim köprümüzün kapanışına çok üzüldüm.  Aslında edebiyatın “mektup” alt başlığında örnekleri olduğu gibi, ölüm olgusunu bir kenara bırakarak da yazmaya çalışabilirdim ancak Aruoba’ya hitap eden bir yanıtı kurgulayamayacağımı hissettim. Zaten 14 yıl sürmüş olan bu durum sonsuza dek süreceğe benziyordu. Hayatımda ilk kez ve üstelik hayranlık duyduğum birisinden gelen bir mektubu yanıtlayamamıştım ama o mektup bir süre yaşadığım Alaska dahil her yere benimle, yazma eylemini çağıran bir varlık olarak gelmemiş miydi? Bu yüzden bir anlamda cevap vermiş sayılmaz mıydım? Kaldı ki cevap vermemiş olmam bile bir cevap sayılmış olabilirdi aslında.

Mektubun içeriği edebiyatın dışına taşmasa, çok sevilen bir yazarın yaban hayat araştırmalarıyla ilgili görüşlerini içermese özel arşivimde kalmasını uygun bulabilirdim ama işte kendisinin de altını çizdiği gibi yalnızca bana değil, tüm meslektaşlarıma yazılmış bir mektuptu söz konusu olan. Bu nedenle artık günyüzüne çıkması gerektiğini düşündüm ancak yazıyı kafamda şekillendirmeye başladıktan sonra düşüncelerim ve hislerim değişmeye başladı. Bu mektubu yine de en başta edebiyatın “mektup” alt başlığının, insanlar arası iletişimin çok özgün bir örneği olarak önemsediğimi  ve bu nedenle yayımlanması gerektiğini düşündüğümü anladım. Sağlıklı iletişim ne kadar önemli bir şey. Sorunları çözmek için ne kadar yaşamsal.

Göreceğiniz gibi Oruç Aruoba ile ben ne yazık ki sağlıklı bir şekilde iletişim kuramadık. Sorun bende miydi onda mı? Aruoba’nın çok sevildiği gerçeğini düşünürsek, sağlıklı bir iletişim kurabilmiş olsaydık acaba yaban hayatla ilgili çalışmalara ve toplumun yaban hayatla ilişkisine ne gibi olumlu katkıları olurdu? Çoğaltabileceğim bu soruların yanıtı hep çoğul benim için. Hiç emin olamadım. Şüphesiz bu nedenle de yanıt veremedim bu  mektuba. Sanırım ancak Aruoba’yı yakından tanıyanlar görebilir/anlayabilir benim göremediklerimi/anlayamadıklarımı. Diğer yandan, yanıt vermemiş de olsam Aruoba’nın yazdıkları şüphesiz etkiledi beni. Hem tahmin edilebilir şekilde hem de hiç tahmin etmeyeceğim şekilde desteklemiş oldu mesleki çalışmalarımızla ilgili sürekli evrilen düşüncelerimi, deneyimlerimi. Bir anlamda yanıt vermiş oldum, olabilecek en samimi şekilde ancak kendisinin bundan haberi olmamış oldu. Sağlıksız iletişim derken böyle bir şeyden söz ediyorum sanırım. Keşke böyle olmasaydı.

Oruç Aruoba’nın yanıt-mektubuyla birlikte benim ona yazdığım mektubu da olduğu gibi yayımlayabilsek ne iyi olurdu ancak bende bir kopyası olmadığı için bunu yapamayacağız. Aruoba’ya hangi düşünce ve beklentilerle, ne içerikte bir mektup yazdığımın anlaşılması için ise yaşamımdaki yerini, üzerimdeki etkisini kısaca da olsa aktarmam gerekir.

Doksanların başında, lisedeyken girmişti hayatıma Oruç Aruoba. Hem söyledikleri hem de söyleme biçimiyle çok etkilemişti beni. Özellikle o yıllardaki, yayımlanmadıkları için ancak beni yakından tanıyanların hatırlayacağı karalamalarımda etkisi apaçıktı.  İzi hâlâ sürülebiliyordur belki, ne de olsa o yaşlarda elinizine, kaleminize sinen bir etkiyi söküp atmak zordur.

Ve söyledikleri… O yıllarda çok etkilendiğim ve bir süredir yeniden sıkça dillendirdiğim “Mutluluk yoktur, anlık sevinçler vardır” sözü mesela. İnsanı çok etkileyen, güç veren sayısız sözü olsa da bunun gibiler yakınlaştırmıştı onu bana. 20’li yaşlardayken bile bu sözünde yaşamı doğru özetleyen bir şey buluşum, karakterimin özüne ışık tuttuğu ölçüde bu sözü söyleyenle bağımı güçlendirmişti. William Blake’in “Acının fazlası güldürür” sözünü de ondan, onun çevirisinden duymuştum ilk. Acı, mizah, kara mizah, hayatta kalış… Hayata karşı bir donanımdan söz edilecekse eğer, nerdeyse bir tür eğitimden, bu sözler ve kapısını açtıkları dünyalarla beni tanıştırdığı için de ne iyi gelmişti Aruoba.

Ben ve kız kardeşim yaban hayatı çok sevdiğimiz için biyoloji okumuştuk. Bizi iyileştiren, bize ilham veren Tabiat Ana bizden güçlü ve bizden bilgeydi ama insan kaynaklı sorunlar nedeniyle yara aldığı da apaçıktı. Elimizden geldiğince bu yaraları sarmaya çalışmak için de bu mesleği seçmiştik. Oruç Aruoba’yı yazınında yaban hayata çok yer vermesi, müthiş etkileyici şekilde yer vermesi nedeniyle de çok sevmiştik.  Tümceler kitabı bu açıdan bir anlamda kutsal kitaptı. Ne çok etkilemişti bizi.

Tümceler’deki “Çiçek dolu kocaman Ihlamur’un üzerine yağan yaz yağmurunun süzülüp yere düşen her bir  damlası biraz kokulanmaz mı?”cümlesine çarpılmış, evimizin bahçesine ıhlamur ağacı dikmiş ve adını da Tümce koymuştuk.

Ihlamur Ağacı. Fotoğraf: Miriam Guterland

Böylelikle o en çok kitap okuduğumuz, en çok yazar keşfi yaptığımız yıllarda Oruç Aruoba kendimizi en yakın hissettiğimiz, en sevdiğimiz yazarlardan olmuştu.

Mektubu okuduğumda neler hissetmiş olacağımın anlaşılabilmesi için Aruoba’ya mektup yazmama değin geçen sürede yaptığımız araştırmalarından ve mesleki ortamdan söz edeyim;

Yüksek lisansta kuş göçü çalışmayı seçtik.  2001 Mayıs ayında Kuş Araştırmaları Derneği olarak ODTÜ arazisinde yaptığımız bir pilot çalışma ile Ulusal (Kuş) Halkalama Programı’nın (UHP) temellerini attık. Kuş göçü açısından çok önemli bir ülke olduğumuz bilinse de bu konuda düzenli çalışmalar yapılmıyor,  ülkemize gelen yabancılar kuşlara kendi ülkelerinin adreslerini taşıyan halkalar takıyordu. Bu çalışmaların denetlenmesi, ülkemiz yetkililerine raporlanması gibi konularda da eksiklikler yaşanıyordu. UHP’yi bu nedenlerle çok önemsemiştim. Bireylerin izlenmesini mümkün kılan  halkalama yöntemi ile kuşların ürediği, göç sırasında konakladığı yerlerin korunması açısından hem halkı, hem güç sahiplerini etkileyecek çarpıcı bilgiler elde edecektik. Hemen bir yıl içinde başka ekipler de çalışmalara başladı ve ülkemiz göç araştırmaları hız kazandı. Ancak bizim ekibe karşı bir karalama kampanyası da başlatılmıştı özellikle Doğa Derneği tarafından. Öyle ki diğer çalışmalar geniş katılımla, şen şakrak havalarda yapılırken bizim istasyona Türkiye’den çok az gönüllü gelirdi. Bu nedenle pek çok çalışmamız anne, baba ve arkadaşlarımızın desteği ile ve yabancı ülkelere yaptığımız “yardıma ihtiyacımız var” çağrılarına yanıt verenlerin desteğiyle gerçekleşirdi.

Bülbül. Fotoğraf: Warrieboy

Bu arada evlere şenlik başka bir şey yaşadık. 1.Uluslararası Avrasya Ornitoloji (Kuş bilimi) Kongresi’ne yaptığımız bildiri reddedildi (2004). Üstelik ülkesine 100 yıl sonra Ulusal Halkalama Programı kazandıran, Avrupa Halkalama Birliği’nin de tanıdığı ekibi kongresine kabul etmeyenler bir halkalama istasyonunun sunumunu kabul etmişti. Demek ki onların da halkalamayla değil, bizimle, UHP’yi bizim kurmuş olmamızla bir sorunları vardı.

Doğa Derneği’nin onca halkalama karşıtı karalamadan sonra flamingo halkalaması yapması ise inanılmaz bir skandaldı ancak biz dernek olarak bu çalışmada yer alarak bu tuhaf durumu düzeltmek için ciddi çaba harcama kararı aldık. Bazı kişi ve kurumlar sunuş yaparken bize böyle bir hak tanınmamıştı oysa katılımcıların halkalamaya dair sayısız sorusunu o ortamda benden daha iyi kimse yanıtlayamıyordu çünkü başka Türk halkacı yoktu.  Flamingo halkalamak için yurtdışından gelmiş halkacılar da ağla yakalama yöntemini bilmiyorlardı. Sürekli parmak kaldırıp sorulara yanıt verdiğim, Doğa Derneği’nden bazı kuşçuların eksik veya hatalı yanıtlarını da düzelttiğim halde kimse bana “Biz bu hatayı nasıl yaptık, Özgür lütfen sahneye gel ve soruları yanıtla” gibi bir şey demedi. Çalışma sırasında midem çok kötü yanmıştı.

Ne yazık ki bu korkunç olayların sonu gelmiyordu bir türlü. Editörleri arasında Doğa Derneği ekibinden kuşçuların da yer aldığı Yeşil Atlas dergisi bir sayısını sadece kuşlara adadı (2005). Atmacacılık bile vardı o sayıda, Doğa Derneği’nin flamingo çalışması da vardı ama UHP ile ilgili bir yazı yoktu! Halkalı bir kuş bulan insanların bilgileri nereye ulaştırabilecekleri bilgisine bile yer verilmemişti. Diğer halkalama istasyonlarının kadrosundan Doğa Derneği’nin ve Atlas’ın tutumuna karşı çıksa çok ses getirecek bazı önemli kuşcular da bu tutumu kınamadı ne yazık ki.

Diğer yandan o yıllarda yaptığımız öncü yaban hayat araştırmaları ve elbette ilerleyen yaşımla artan donanımım bana büyük sevgi, saygı beslediğim yazar, çizerlerle iletişim kurma cesareti verdi. Sadece “şu, şu kitaplarınız beni çok etkiledi” gibi övgü sözcükleri kurmak karakterime çok tersti ama işte şimdi kendimi aydınlık günlere ulaşmaya yönelik çabaların ucundan tutuyor gibi hissediyor, örnek aldığım insanların öncü çalışmalarımızı sevinçle karşılayacağına emin bir şekilde onlarla iletişim kurmaya çalışıyordum. Belki de gericiliğin bizim doğa koruma alanında da çok yoğun soluyor oluşu kendimi yakın hissettiğim insanlarla daha yakın olma, onlardan daha doğrudan güç alma gereksinimi doğurmuştu bende.

Aruoba’ya da bu hislerle yazmıştım. İçine halkalamayla ilgili broşür de koyduğum mektubumda neler yazdığımı pek hatırlayamıyorum ancak Aruoba mektubunda benim mektubumdan ve broşürden pek çok alıntı yapmış. Alıntıları tırnak içine almış. Böylelikle yazdığım bazı cümleleri o alıntılar sayesinde kısmen de olsa okumuş olacaksınız. İşte Aruoba’nın mektubu;

Not: Aruoba’nın el yazısını okumakta zorlanan okurlarımız, mektubun tam metnini yazının sonunda bulabilirler.

Mektubu ilk okuduğumda şok geçirdim. Elbette halkalama yöntemiyle ilgili eleştiriler içerebilirdi ancak bu kapsamda bir eleştiriyi hiç beklemiyordum ve aslında her şeyden öte beni sarsan şey eleştirinin sertliği ve üslubuydu. Benim mektubumdan ya da broşürden alıntılanan ve/veya altı çizilen sözler pek çok yerde bir dalga geçme havası yaratıyordu. Aruoba’dan duyduğum Blake’in müthiş sözü “Acının fazlası güldürür” gelmişti aklıma. UHP’yi kurduğumuz için doğrudürüst tebrik almamış, tersine müthiş dışlanmıştık. Hatta bizden nefret edilmişti. Ve işte şimdi çok sevdiğim, saydığım Oruç Aruoba’dan da halkalama karşıtı – üstelik de bunu inanılmaz sert ve alaycı bir tonda dillendirdiği- bir mektup almıştım!

Aruoba’ya ne yazdığımı pek hatırlamıyorum ama hatırladığım kadarıyla çok teknik, katı kuru bir dille yazılmış bir mektuptu. Sıfatlardan hiç hoşlanmayan biriyim ama işte gidip Aruoba’ya bir sıfat yakıştırmışım; “doğa gözlemcisi”. Bülbülleri dinlemesi, kargaların uçuşunu izlemesi, kokuların peşine düşmesi gibi eylemleri için kabaca bu terimi uygun bulmuşum.

“Doğa” kelimesini  pek sevmem aslında ama sanırım ne demek istediğimin anlaşılacağını ve bunun yeterli olduğunu düşünmüştüm .  Mektubun hemen başlarında benim bu tanımımı hakaret bile sayabileceğini çünkü doğa gözlemi falan yapmadığını yazmasıydı sarsılmaya başladığım yer. Belki iletişimimizdeki ilk parazit de orada baş göstermişti çünkü Aruoba bu sıfatı iltifat amaçlı kullandığımı bildiğini söylüyordu  oysa ben bana en başta yazma cesareti veren ortak eylemimize işaret etmeye çalışmıştım sadece. Kendi mektubumu okuyamadığım için şüphe duyulmaz şekilde iltifat etmiş görünüp görünmediğimi bilemem ama övgü benim için yeterli bir iletişim kurma nedeni olsaydı kendisine çok uzun yıllar önce de yazmış olabilirdim. Benim önemsediğim yaban hayatla ilişkimizdeki benzerlikti. Ne kadarsa o kadar benzeme durumu. Bu da uzun süredir var olan bir şeydi zaten ama oturup tutuk ve tedirgin bir halde Aruoba’yla iletişime geçebildiysem bu cesareti o benzerliğe dair, özellikle o zaman – görece şimdi de- önemli bulduğum araştırmalarımızdan almıştım. Aruoba’nın bir bilimcinin felsefik metinlerden etkilenmesini iyi bir şey olarak göreceğini de düşünmüştüm belki?

Bülbül. Resim: John Gould (1873)

Aruoba mektupta daha sonra kendimizde kuşları halkalama hakkını nereden bulduğumuzu, aldığımızı soruyordu.  “Böyle bir hakkın olmadığını sen de biliyorsun (umarım)” diye de ekliyordu. Hakkımızın olmadığından, gücümüzün olduğundan söz ediyor ve çalışmalarımızın insanın doğayı egemenliği altına alma girişiminin “masum” ve “iyiliksever” görünümlü bir versiyonu olduğunu belirtiyordu. Bu çalışmaları türlerin korunması için yaptığımız iddiasına ise türlerin insanın dünyayı kendi amaçları için kullanmasının, har vurup harman savurmasının bir sonucu olarak korunmaya ihtiyaç duyar hale geldiğini ve bizim yaptığımızın da bunun tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Broşürde yer alan Karabaşlı kirazkuşu örneğini vererek devam ediyor ve bizim çalışmalarımızın da bu kuşun yaşam alanını tahrip eden insanınkiyle aynı mantıkla işlediğini belirtiyordu.

Aruoba’ya gönderdiğim halkalama broşüründen bir bölüm.

Kişi olarak bana yazmadığını belirtmesine rağmen halkalama yapma hakkımızı sorguladığı bölümün bir yerinde bana kişi olarak da seslenerek “hakkın olmadığını biliyorsun umarım” demiş Aruoba. Ben de bu sözlerini yanıtlamaya oradan başlayayım.

Elbette böyle bir hakkım olmadığını biliyorum ama kanımca, kuşları rızalarını alarak halkalamadığımıza göre aklı başında kimse bunun tersini söyleyemez. Tüm canlılara ve yaşam mücadelelerine saygı ve hayranlık duyan kimse “bunu yapmaya hakkım var” diyemez ama bizim meslekte de işte her türden insan var. Mektubumun içeriği ve dili, doğa korumayı bile kariyer, güç, para için yapan egomanyaklardan olduğum izlenimi yaratmış olabilir mi?

Ben halkalamayı bir hak olarak gördüğüm için değil kuşları ve yaşam alanlarını korumak için, böyle bir meşrutiyetle yapmış, onaylamış biriyim. Bir çok meslektaşım gibi. Bu durumda hak, kimsenin eğitim almadan halkalama yapamaması olarak karşımıza çıkıyor ki bu da iyi bir şey olsa gerek.

Taş yürekli olmadığım için halkalama yaparken doğrudan ya da dolaylı olarak kuşların yaralanmasına ya da ölmesine neden olmak beni elbette çok üzüyordu. Özellikle ilk yıllarda torbalardaki kuşları ezdiğimi gördüğüm kabuslarla uyanmışlığım çoktur. Ölen kuşların oranı az olduğu sürece çalışmaya devam ediyorduk.  Bu bile yeterince korkunç bir durum tabii ki. Yüz kuşta kaç kuş ölürse normal karşılayacak, az üzüleceğiz? 1,3, 5? Kuşların bu çalışmalar sırasında nasıl ölebildiğine örnek vermeliyim sanırım. Ağa yakalandıkları ve kaçamadıkları için başka kuşlara, canlılara yem olabiliyorlar. Halkacı ve gönüllü hatası nedeniyle de yaralanıp, ölebiliyorlar ki eğitim, usta-çırak ilişkisiyle bunun çok, çok az yaşanması gerek. Oruç Aruoba “kuşların yaralanıp, ölmesine neden olduğunuz için halkalamaya karşıyım” demediği için bu gerçeği açıkca yazmasam da olurdu belki ancak ben tam da bu yüzden yazmak istedim.  Bunları yazarak bize yapılanın benzerinin şu an aktif halkalama istasyonlarına yapılmasına yol açmaktan korkarım elbette. Uzatmamak adına kısaca “yazının ilerleyen kısımlarında halkalama çalışmaların hala önemli bulduğumu belirteceğim” diyeyim. Ben sadece Alaska dahil birkaç farklı ülkede katıldığım, hayvanlara müdahele içeren çalışmaların azımsanmayacak kadarında disiplin eksiği gördüğüm için kaygılanan biri olarak bu notları düşmek zorunda hissediyorum kendimi. Keşke bu tür araştırmalar bağımsız kişiler tarafından sık sık, ani ziyaretlerle denetlense.

Aruoba’ya yazana dek ODTÜ arazisinde ve Bandırma Kuş Cenneti Milli Parkı’nda halkalama çalışmaları yaptık. ODTÜ çalışması hakkında zamanında yaptığım bir özet şöyle;

“Kız kardeşim Özge’nin kuş göçüyle ilgili tez araştırması sırasında, Afrika’dan ODTÜ’ye gelen bir bülbülü 4 yıl üst üste aynı çalı kümesinde kaydetmiştik! Ülkemizde üremeyen ve kışlamayan, sadece geçit sırasında konaklayarak beslenen türlerden biri olan benekli bülbülü de yine benzer şekilde 2 sene üst üste aynı çalıda tespit etmiştik! Ayrıca bir benekli bülbülün konakladığı 3 hafta boyunca ağırlığını 22,5 gramdan 32,5 grama çıkardığını da belgeledik! Eymir ve yerleşke dâhil ODTÜ arazisinin 5 noktasında yapılan bu çalışmada, daha birçok kuş türünde 10 gün içinde yüzde 50’ye varan ağırlık artışı gözlemiştik.

Söğüt, kavak, badem, ahlat, alıç gibi ağaçlar ve pek çok çalının yer aldığı, İç Anadolu’nun az sayıdaki doğal bozkırından ODTÜ’nün kuş göçü açısından büyük öneme sahip olduğu bu verilerle kanıtlanmıştı. Bu bulgular ODTÜ arazisinin içinden yol geçirilmesinin göçmen kuşları da olumsuz etkilediğinin kanıtı ancak ne yazık ki rant iştahı, bilimsel verileri yenecek güçte”.

ODTÜ’deki çalışmada 4 yıl aynı çalıda kaydettiğimiz bülbül elimde.

Bu özet, ölümü istatistiksel bir veri olarak ele alabilmenin ardındaki gerekçelerin gerçek hayattaki bir örneği sadece. Burada ölümü istatistiğe indirgemenin pekala taş kalplilik, doğaya egemen olma vs gibi anlamlara gelişini gölgeleyen bir şey var aslında; bilimsel verileri dinlemeyenler… ODTÜ arazisinin içinden yol geçiren, iştahı henüz dinmemiş siyasetçiler. Aruoba “hakkınız yok, gücünüz var” demiş ama çıkarlara ters gelecek şeyler söyleyen bilimciler ne zaman nerede güçlü olmuş ki? İşte asıl bu gerçek o ölümleri unutabilmemi engelliyor. Bizi dinlemeyeceklerse, gücümüz yoksa o ölümleri yok sayarak çalışmalara devam etmemiz meşru mu?

Aruoba merciler konusunda daha sert yazmış. Onların halkalama hakkını kendilerinde görüyor olmasının daha olası bulduğunu belirtmiş. Güç konusunda da sanırım daha çok onlardan söz etmiş ancak bu kötü tablo değişmez midir? Mansur Yavaş ile Melih Gökçek arasındaki, ODTÜ arazisinin korunması konusuna yansıyacak olan fark azımsanabilir mi örneğin? Daha geniş açıdan söylersem samimi şekilde yapılmış araştırma çalışmalarının sonucunda elde edilen bilginin kullanılacağına inanmaya devam edebileceğimize dair hiç ışık yok mu? O ölümlerin ağırlığı savaş hattımızı genişletmek gereğini hep hatırlatabilir bu durumda bize. Suya sabuna dokunmayan bilimci de zaten bilimci sayılmamalı değil mi?

Bir de göçmen kuşların gücü var. Farklı coğrafyalarda üreyen, kışlayan, konaklayan ve bu nedenle korunmaları için kullandıkları tüm alanların korunmasına ihtiyaç duyan türler. Ancak uluslarası çalışmalarla korunabilecek olan türler. Yukarıdaki özette çarpıcı şekilde yer alan benekli bülbül gibi. Bizde üremeyen, kışlamayan ama işte yolunun üzerindeki ODTÜ’ye gelen ve 3 hafta kadar konaklayarak  ağırlığını 10 gram arttıran benekli bülbül. Kimbilir kuzeyde hangi ülkede ürüyor? Kimbilir ODTÜ arazisi tamamen yol olsa o populasyon ne kadar azalır? Benekli bülbülü samimi olarak korumak isteyen bir ülke göç rotasındaki diğer ülkelere, çalışmalara destek olmaz mı hiç bir zaman?

Araştırma ve koruma amacıyla hayvanlara müdahele edilen araştırmalar canlıların birbirinden farkını yansıtır denli çeşitli. Bazı çalışmaları düşündüğümde ben de ister istemez “bu kadarı da fazla” diyor, üzülüyorum.  Kimi kelebek çalışmaları için kelebek öldürülmesi ya da bazı hayvanlara görünümlerini çok değiştiren sayı, biçim ve renkte işaretler takılması vs vs. Diğer yandan bir sürü çalışma hayvanlara pek zarar verir gözükmüyor (kabaca söylersem). Örneğin kimi balina ve yunus türlerinin doğal işaretleri oluyor (yüzgeç ve kuyruktaki pigment dağılımı, şekil vs) ve yalnızca fotoğrafları çekilerek birey olarak takip edilebiliyorlar. Ayrıca atlamamamız gereken şey o doğal işaretlerin yaşamını o hayvanlara adamış insanlarca fark edilip takip edilmeleri. Benim meslek erbabım yani…

En sevdiğim kitaplarından Yürüme’nin “Uygarlık üzerine notlar” kısmında Aruoba şöyle yazmış; “…örneğin, nesli tükenmeğe yüztutmuş bir canlıyı korumağa çalışan bir hayvanbilimci, uygardır- buna karşılık, dar, sınırlı “üretim” birimlerinde yoğunlaşan, kendi amaçları için dünyanın bütünlüğünü kolaylıkla gözardı eden (atıklarını denize döken, örneğin) teknolojik/endüstriyel “uygarlık”, uygarlık-dışıdır” (Sayfa 49)

Aruoba  bu cümlede hangi canlının, hangi yöntemle korunabileceğine örnek vermemiş ama bana yazdığı mektubu gözönüne alırsak bu cümlenin yanlış anlaşılmaya açık olduğu ortada gibi. Demek istediğim Aruoba’ya göre nesli tehlike altındaki bir kuşu korumaya çalışırken halkalama yönteminden yararlanan bir hayvanbilimci uygar sayılamaz örneğin . Tıpkı mektupta tarif ettiği kutup ayısı araştırmacıları gibi. Hatta halkalama yapanlar  insanın doğayı egemenliği altına alma girişiminin “masum” ve “iyiliksever” görünümlü bir versiyonudurlar.  

Aruoba bana kişi olarak yazmadığını sık sık belirtmiş ya, benim hatam da işte yazdıklarından yola çıkarak onu tanıdığımı sanmam olmuş. İnsan denen karmaşık canlı açısından elbette sınırlı bir tanıma ama bana yazdığı mektuba inanamamadığımca kafamda bir “Oruç Aruoba” yaratmışım. Dünyanın en prestijli sayılan ödülünü de alsa, halkın tümünün beğenisini de kazansa, en önemsediğim konuyu çok çarpıcı şekilde yazıp, çizse de yalnızca üretimlerine, işine bakarak kimseyi insan olarak değerlendirmemeyi çok önemsiyorum. Soru işareti gerçekten en iyi dostumuz olmalı. Çocuklara erken yaşta üretimle üreticinin birbirinden bağımsız görülmesi gerektiği öğretilmeli.  Aslında hiç bir zaman bu hatayı dolu dolu yapmamıştım ama yine de o yıllarda bazı kişiler hakkında olumlu hislerin içimde kök salmasına engel olamamışım. Diğer yandan bu güzel bir şey. Yazdıkları, yaptıkları dolayısıyla, soru işaretlerinden arınmışlığın huzuruyla bazı insanlara hayran olabilmeyi özlüyor beynim. Ölüler ya da hiç iletişim kuramayacaklarım arasından seçtiklerimle hayran olma duygusunu öldürmemeyi de başarıyorum belki.

… “Doğa” dediğiniz muhteşem karmaşaya “bilimsel” burnunuzu sokmanız …,üstelik “burnunuzu sokmanız” kısmının altı çizilmiş. Sanırım okurken en üzüldüğüm yerlerden birisi burasıydı ve herhalde Aruoba da sertlikte zirveye yaklaştığını hissetmiş olmalı ki tam da o bölümden sonra “ Çok mu yüklendim sana, sevgili Özgür – ben de (altı çizili) mi haksızlık ediyorum?…muhtemelen” diye yazmış.

İnsanın hiç tanımadığı ama kendisine hayranlık beslediği kesin olan birisine bu kadar sert yazıp sonra ara ara “sevgili Özgür” , “sana temize çekeceğim bülbüllerle ilgili yazdığımı” gibi sözler söylemesi her şey bir yana gerçekten tuhaf. Hatta bana fazla tuhaf geldi. Bir insanın bilinçli olarak birine sataşması, bir tür teste tabii tutması gibi de geldi. Ancak işte Aruoba’nın nasıl biri olduğunu bilmediğim için çok fazla akıl yürütmenin de gereği yok.

Aslında bu mektubu basmamız gerektiğini düşünmeme bir tilki neden oldu. Boğazında kocaman bir tasma, iki kulağında renkli işaretler olan Amerikalı bir tilki. Bu kadar çok işaretle yaşaması yetmiyormuş gibi kamp yapanların yiyecek vermesine alıştığı ve bu nedenle tehilike oluşturduğu gerekçesiyle park yetkililerince öldürülmüş. Gerçekten kahroldum ve birden o tilki Aruoba’yı hatırlattı bana. Uçsuz bucaksız ve yer yer tutarsızlıkla dolu yaban hayat ve insan ilişkisi skalasında her şeye rağmen haklılık payı olduğunu düşündüğüm, önemli bulduğum eleştirilerini.  O tilki olmasa mektuba eşlik eden bu yazıyı yazma isteğini  bulamayabilirdim. Çok sağ ol tilki.

Sonra, çok yakın geçmişte, 16 Mayıs’ta, Avcılar Halkalama İstasyonu’ndan Umut Güngör şöyle bir metinle ak mukallite ait bir fotoğraf paylaştı;

“Bu bireyi ilk olarak 21 Mayıs 2017’de halkalamıştım. 4 yıl sonra bugün tekrar geri geldi. 9 gram olan bu kuş en az 6. yılında. Bu tür Sahel bölgesinde ve Doğu Afrika’da kışlamaktadır. Bu da 9 gram olan bu kuşun en az 10 kez Sahra Çölü’nü ve diğer coğrafi engelleri başarıyla aştığını gösteriyor. Yüksek ihtimalle bu birey yuva sadakati göstererek her yıl üremek için halkalama yaptığımız alanı kullanıyor”.

Bu geri bildirime öyle heyecanlandım ki birden o tilki öyküsü dolayısıyla Aruoba’nın yakınına savrulduğum yerden diğer uca savruldum bu kez. Küçücük bir kuşun ayağında halkayla en az 10 kez bir sürü coğrafi engeller aşarak uzun yollar katetmesi, sağlıklı olarak beslenmesi, üremesi ve sayesinde bu inanılmaz bilgilere ulaşmamız halkalamanın ilk yıllarında duyduğum heyecanı hatırlattı. Ve umut. Aruoba’nın bülbülleri, yunusları dinlediği, izlediği ama hızla yaşam alanları tahrip edilen İstanbul için bu bilgilerin önemini düşündüm. Dinleyen yoksa ya da azsa savaşmak için gerekli enerjiyi de vermez mi bu küçücük kuşların olağanüstü yaşamları, yolculukları?

Ak Mukallit. Fotoğraf: Klara Matusevich

Ancak şimdi bu satırları yazarken en içime en yakın yerdeyim. O yer Aruoba’ya olan sevgim, saygımdan çok dünya gerçekleri nedeniyle durduğum bir yer. Yazdığım gibi, her bir çalışmanın meşru olup olmadığı, nasıl yapıldığı ve çalışmayı yapanların kariyer, para gibi çıkarlardan ne kadar arınık olduğu daha iyi denetlenmeli. Ancak bunun yanısıra herkesin yaban hayata verdiği doğrudan ve dolaylı zararın da denetlenmesini isterdim. Ekolojik ayak izimiz, nüfus planlaması, beslenme tarzı vs Ne de olsa günümüzde kuş halkalamak dışında, çok daha sıradan eylemlerle, doğrudan ve dolaylı ne çok canlının ölümünden ve yaşam alanının tahribatından sorumluyuz. Kanal İstanbul yapılacak mı mesela? Kimler ne kadar karşı çıkacak? Oruç Aruoba yaşıyor olsa ne yapardı? Oruç Aruoba yaşamı boyunca doğa için yazıları dışında ne yaptı? Yazıları hiç küçümsemiyorum, tam tersi bu mektubu yayımlama nedenlerimizden birisi elbette Aruoba’nın çok sevilen bir yazar olması. Aruoba halkalama ve benzeri araştırmalarla ilgili bu denli kapsamlı ve sert görüşlerini başka bir yerde de dile getirdi mi? Getirmediyse neden? Getirmiş olsa duyardık diye düşündüğümüz için de yayımlıyoruz mektubunu. Samimi bir mektup olduğuna inanarak, öte diyarlara göçmüşlüğünün kendisine bu yayınla ilgili bir yük doğurmayacak oluşunu da elbette önemseyerek.

Ne yazık ki doğa koruma alanında, bilimde çok sayıda kibirli insan var. Eleştiri de kabul etmiyorlar doğallıkla. Aruoba’nın bu mektubunu kestirip atan çok bilimci çıkabilirdi. Bense eleştirilerden çok (ne de olsa yanıt olarak diyeceğim çok şey vardı o açıdan) üslup nedeniyle çok kırıldığım için ne yazacağımı bilemedim bir türlü. Oysa Aruoba’yla bülbüllerin sonsuza dek güzel güzel ötmesi için ne yapabileceğimizi tartışabilmeyi ne çok isterdim. Kimbilir neler yazar, çizerdik birlikte. Kötü olasılıkları – mesela ağzımın payını vermiş olduğunu falan düşünmüş de olabileceğini – ne kadar az getiriyorum aklıma. Gençlik yıllarında içime atılmış tohumun gücü! Olumlu düşüncelerim devam da ediyor… Eşimin bir Amerikan yerlisi olması da belki ilgisini çekerdi diye düşünüyorum. Doğa korumayı beyaz adam biliminin doğanın mahvedilmesi sonrası icat edildiğini ben de hep söylerim. 2000 yılından beri eşimle birlikte olduğum için bu zaman yolculuğuna çok kolay ve sık çıkıyorum zaten. Hatta böyle de düşündüğüm için zaten Aruoba’nın tepesini attırmış şeyler olduğunu da düşündüm sanırım. Bilim, kibir, emperyalizm….satır aralarında soluduğunu düşündüğüm ve benim hayatımda da soluyan şeyler. Tam emin olamasam da (bu konuda araştırma da yapamadım) felsefeyi bilimin kuruttuğunu, yurtdışından bir sürü görüşün vs ithal edildiğini eleştirel dille yazdığını hatırlıyorum.

Mektubun 22 Nisan 2005 tarihinde yazılmış ancak 15 Mart 2006 tarihinde postalanmış olması da çok ilginç gelir bana. Yaklaşık bir yıl mektubu göndermemiş ve sonra gönderme kararı almış. Neden böyle yaptı acaba?

Aruoba’nın mektubunu aldığım 2006 yılından sonra da meslek alanımdaki acılarım artarak sürdü. Hocamız başta olmak üzere kendi ekibimizden birkaç kişiyle de çok ciddi sorunlar yaşadık . Hala atlatamadığımız bu travmalar sonucunda UHP’yi bırakmak zorunda kaldık. UHP koordinatörü olan kız kardeşim bir köye yerleşti, ben de yunuslarla ilgili çalışmalara yoğunlaştım. İngiliz bir dernekle okullarda eğitim çalışması yapma olasılığı belirmişti ancak en yoğun çalışmalarım yunus tutsaklığıyla ilgiliydi. Yıllarca kimsenin pek ilgilenmediği konu birden çok popüler oldu ve medyaya çıkmak için birbirinin kafasını gözünü yarmalar başladı. Doğa Derneği’nin, Yeşil Atlas’ın yaptığının benzerlerini orada da yaşadım.
Öyle ki yunus tutsaklığına karşı oluşturulan kimi platformlar internet sayfalarında ve sosyal medya hesaplarında benim öncü çalışmalarıma hiç yer verilmedi. İsteyen bu tür oluşumların sayfalarına girip kendisi de araştırabilir. Burada sözünü ettiğim şey bilginin halka aktarılmasıyla ilgili. Birisiyle kişisel bir sorun yaşamış bile olsanız bir konuda yayın yapıyorsanız o konuda yapılmış çalışmaları halktan gizlemeniz etik midir? Aruoba’nın mektubuna ilişik bu yazıda şöyle diyeyim. Kişi olarak, üreten olarak sevilmem, sayılmam gerekmez ancak biyolog olarak, ürettiklerim açısından yok sayılmam ciddi bir yanlış değil mi? Üstelik sonradan özgürlüğüne kavuşturulan 2 yunus henüz denizde özgürken yetkilileri, halkı, bilimcileri uyarmıştım. Yunuslar dahil yaban hayatla ilgili araştırmalar yapan ve benim çalışmalarımdan haberdar bilimciler ses çıkarmadılar bu duruma. Ekonomik nedenlerle yunus projesinin olmayacağı ortaya çıkınca, toksik kuş, yunus dünyasından uzaklaşmaya, şimdiye dek sadece ziyaret ettiğim eşimin memleketi Alaska’ya yerleşmeye karar verdik (2011). İlk göçmen vizem reddedildi derken arka arkaya yaşadıklarıma artık ben bile inanmıyordum. Acının fazlası güldürür, hatta dondurur ve çok sevdiğin birinin mektubunu taşısan da her gittiğin yere, hiç bilemezsin ne yazman gerektiğini…

UHP’ye dönüşen ODTÜ pilot halkalama çalışması (Mayıs 2001) tam da bu ay 20. yaşına bastı. Bu mektubu yayımlamayı düşündüğümde Aruoba’nın tam ne gün öldüğünü hatırlayamadım. Sonra, mayıs olduğunu öğrenince bu çakışmayı çok anlamlı buldum.

Ve şimdi birden, ne zamandır aklıma gelmeyen bir sözünü hatırladım Aruoba’nın. Hangi kitabındaydı şu an bilemiyorum. “Yalnızca kurduğun/yaptığın değil yıktığın/bozduğun da senindir işte” gibi bir söz olmalı. Saat 31 Mayıs, 02:33’ü gösterirken kozmik evrenin yaptığı bu hatırlatmaya nasıl gülümsemem?

Aruoba bana mektupla birlikte numaralı bir kitabını da imzalayarak göndermişti. Boğazın yunuslarını da beklediğine işaret eden satırlarıyla çok sevdiğim kitabını aylar sonra bugün elime alınca içinden bizim Tümce’nin kurumuş bir yaprağı çıktı.

Bülbül sevgimizin ortaklığına inancımın hiç sarsılmadığını belirterek yazımı Oruç Aruoba’nın beklediği, dinlediği bülbüllerin şarkısıyla bitirmek isterim.

Videoyu açana kadar bu bülbülün halkalı olduğunu bilmediğime inanır mısınız?

Özgür Keşaplı Didrickson

***

                                                                                                                                                            22 Nisan 2005

                                                                                                                                                Gümüşlük Akademisi

Sevgili Özgür,

gönderdiklerine ve mektubuna teşekkür ederim. Broşürleri, vb. Akademi kütüphanesine verdim – burada, flora ve fauna konusunda çalışmaları olan Ahmet Filmer’e…

Mektubunla ilgili: beni “doğa gözlemcisi” sayan iltifatına da teşekkür ederim – bu deyimi iltifat amaçlı kullandığını bilerek; yoksa, aşağıda anlayacağın gibi, bunu hakaret bile sayabilirdim, çünkü ben “doğa gözlemi” falan yapmıyorum – neyse; devam edelim: Evet, haklısın: Bülbülleri bekliyordum; ilkini 17/18 Nisan gündoğumunda işittim, dinledim- o sabah yazdığım birşeyleri sana temize çekeceğim-ilişikte…

Ama, bir konuda, sana (sen olarak değil, biyolog, zoolog, kuşbilimci, vb. – hangisi isen, o – olarak) birşeyler söylemek istedim: –

“Halkalama” konusunda:-

Daha önce de okumalarımdan anlamış, “belgesel”lerde de görmüştüm: siz (yani, yukarıda belirttiğim”meslek erbabı”- sen; kişi olarak Özgür, değil) canlılara saptanabilmelerini sağlayan imler koyuyorsunuz, (broşürdeki benzetmeyle) “plaka takıyor”sunuz. Ben de benzetme kullanayım: “I.D.” veriyorsunuz; “Nüfus Kağıdı” çıkarıyorsunuz; “Vatandaşlık Numarası” veriyorsunuz.

İlk soru şu:-

Bu hakkı – bunu yapma hakkını- kendinizde, kendinize nereden buluyorsunuz, alıyorsunuz? – “Ornitolog” diploması- “lisans”ı- bu hakkı da birlikte mi getiriyor? Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü “protokol”u mu veriyor? ODTÜ Biyoloji Bölümü mü?  TC Çevre ve Orman Bakanlığı?… Verebiliyorsa; bunların böyle bir hakkı verme hakkı var mı? –nereden geliyor?- – “Al bunları; senin için yarattım, onlara ad ver; onları kullan” diyen Yaradan’dan mı?!…

Evet, retorik sorular: Böyle bir hakkın olmadığını sen de biliyorsun (umarım); o “merci”lerse (eminim) bilmiyor; ama bunu kendilerinde vehmediyorlar.

Hakları yok; güçleri var – ve harcayacak paraları…

(Kutup ayılarını helikopterle kovalayıp, narkotik iğne atan tüfekle vurarak, kulaklarına telsiz vericili plaka zımbalayan meslekdaşlarının “bilimsel” etkinliklerini izlemiştim…)

Peki , ne yapıyorsunuz?

-Bence, şunu: Kendisi berbat bir “deviation” – “aberation”?..- olan “homo sapiens”in (“akıllı-izanlı” olduğu da kendi sapık kuruntusu –tıpkı, eskiden, bir “yaratık”(hele, “eşref-i mahlukât”!) olduğu da nasıl kendi budala kuruntusu idiyse…), “doğa” dediği şeyi egemenliği altına alma girişimin “masum” ve “iyiliksever” görünümlü bir “versiyon”unu yürütüyorsunuz.

Pekâlâ: bilgi ediniyorsunuz-“populasyon dinamikleri”, etc., etc…İyi: varsayalım, “bilim”iniz, “düzenli ve kapsamlı” olarak o kadar gelişti ki, yeryüzünde hangi türden ve alt türden kaç adet kuş olduğunu; hepsinin ve herbirinin yaşlarını ve nereden nereye gittiklerini; ne zaman nerede doğup ne zaman nerede öldüklerini – bütün “bilinmez”leri ortaya çıkardı, saptadı, biliyor: yani, yeryüzündeki bütün kuşları, her an saptanabilecek biçimde “halkala”dınız.

Bu bilgi neye yarayacak?

  • “Türlerin korunması”na.
  • İyi de, zaten , onların “korunma”sını gerektirecek durumları ortaya çıkaran, tehdit oluşturan, ilkin , “homo sapiens”in “doğa”yı; “bilimsel yöntemler”iyle ona egemen olup, kendi amaçlarına göre kullanmak için, har vurup harman savurması değil miydi? – Sizin yaptığınız da tıpatıp aynı şey değil mi?..
  • Karabaşlı Kirazkuşu, yaşamak –türünü sürdürmek- için ne zaman sizin “koruma”nıza muhtaç hale geldi? – İnsan ortaya çıkıp onun yaşam alanını tahrip etmeğe başladığı zaman…- Sizin yaptığını da aynı “mantık”la işlemiyor mu?

O zaman- ne yapıyorsunuz- “tüm dünyada standart yöntemlerle”?…

“Doğa” dediğiniz muhteşem karmaşaya “bilimsel” burnunuzu sokmanız, kendine “insan” diyen tüyleri dökülmüş memelinin her yerde kendi egemenliğini kurmasının bir parçası değil mi?

  • Çok mu yüklendim sana, Sevgili Özgür- ben de mi haksızlık ediyorum?…

Muhtemelen…

Neyse, son olarak, sana, bir öneri: Biliminizin kurucusu, ilk büyük “doğa gözlemcisi”nin – kendi deyimiyle naturalist, “doğacı” -, Darwin’in Origin of Species’inin sonlarında, bir dere yamacında, otların arasında yatıp çevresine bakan, kulak kabartan bir insan (-kendisi…) betimlenir – o parçayı- okudunsa, bir daha – oku-

  • bir de, broşürünüzde fotoğrafı yayımlanan “Gümüş Martı”ya bir bak: yakışıyor mu ayağına halka?…

Dostça selâmlar,

Oruç

                              İlk Bülbül işte

                              Fıtına sonrasında

                              Seher’e gelir

                              Gümüşlük

Kuşluk vaktinde, bütün ötekiler (horozlar dahil) ağız birliği edip ünlenmeye başlayarak –herhalde kıskançlıktan- Bülbül’ün sesini bastırmağa girişirler; işe, köpekler havlamalarıyla, kurbağalar da vraklamalarıyla katılır; giderek eşekler (!…), ve tabiî, alışılmış gürültüleriyle (motosiklet, kamyon, minibüs) insanlar- ama, yetmez, hiçbirinin ve hepsinin toplam avazları: başaramazlar onu altetmeğe – o da, belki bütün bu şamataya sinirlenerek, daha da yükseltir sesini – sonunda, hepsi, susup, onun karşısında, peseder…

GÜMÜŞLÜK

                                                         ORUÇ ARUOBA

                                                          17/18 Nisan ′05

***

Not: Aruoba’nun mektubunda kalın/bold yerler, benim mektubumdan ya da broşürlerden yapılan alıntılardır

Bunu paylaş: