Savaş ve Kadın – Ziza Rumas

“Kutsal sözlerin belgilerini/şiarını diktim

bu dünyaya.

Palmiye ağacı çoktan kuruduğunda,

kaya paralanıp dağıldığında,

parlak hükümdarlar çoktan

çürük yaprak gibi toz olduğunda:

Taşır her günah selinden Nuh’un bin gemisi

benim sözümü:

Var olacaktır!”

Wilhelm Reich

Oluşu kitlesel bir boşluk bombardımanıyla ateşle yoğrulan gezegenimiz, bize yaşama belirtisini gösterdiği ilk birimle bıraktığı birikimimizden ne haber? Bir şaşkın şimşeğin kimyasal kurguyu yaşama evirdiği elektriksel akım, tetiklendiğimiz ilk anımızla birlikte bizde kendini canlılıkla daim kıldı. Genetik materyal çorbasından çıkan ve şu an gözünüzün gördüğü cümlelerdeki simgeleri sesten anlama taşıyan beynimiz, ilk hücrenin çoğalmaktan sıkılıp ya da yetinmeyip başka bir hücreyle girdiği ilk savaşımızdan üremeyi keşfetmesinin mirası. İlk hücreden gezegenimizin son hücresinin ölümle kucaklaşacağı son anımıza kadar aynı döngünün içinde devinip duracağız: Ölümle yaşamın meydanı boş bırakmayan savaşı. Yenilgiye müebbet mahkûm zaferlerin avuntusu yaşam.

*

Savaşın ardında bıraktığında bulunmayan tek izin canlılık olduğu demlerin ne zaman başladığını bilmeden kendimizi uyanmış bulduk büyük bir savaşın şafağında. Suyun upuzun ve depderin hacminde kendimizi sıkışmışlık hissine kaptırıp sanki atmosfere hasretmişiz hezeyanıyla kara parçasına çıkışımızın olduğu gün müydü? Öncesinde solungaçlarımızla da mı savaşmayı adet edinmiştik etrafımızla? Yoksa karadakinden daha mı az şiddete tekabül ediyordu suyun her yanı tene dokunan ürkekliğindeki varoluşumuzun birincil bencil demleri. Mantık sınırlarını aşan bilinmezliğimizin yanıtlarını ararken de mi bulamadık kendimizi? Varlığımızın acziyle kararttığımız geleceğimizin halaskar elinin hiçbir zaman olmamasında mıdır onu yanımızda ve mayamızda hissedemeyişimiz.

**

Eşsiz çoğalışımızın eşli budanması ne içindi ki? Hangi komedyanın rol kotaramadığını hangi komedyen alnımıza bir kara yazgı olarak çaldı? Hem hangi onulmaz yanımız sudan karaya hiçbir mekâna yaranamadı da eril ile dişiden medet umdu?

***

Bugün kaldırımda yürürken karşıdan Einstein’ın geldiğini gördüm. Bitkin bir halde, gözlerinden yaşlar akmak suretiyle yürüyordu. Ağlarken bile düşünüyordu, sanki unutmuştu ağladığını, gözyaşlarının damla damla yüzüne paralel geçip yere düştüklerini dahi görmüyordu. Gözleri bir bilinmeze odaklanmıştı. Onu hiç bu kadar kötü görmemiştim. Onu ağlatan iki durum vardı: Savaş ve kadın. Ama düşünmesine sebep olan şeyler çok gizdi. Bir yere oturtamadığı, anlamını çözmeye çalıştığı bir gizem. Bilim ile kadın arasında bocalanıyordu. Bilimci eliyle insanların savaşlarda daha fazla ölmelerinden ıstırap duyuyor, kadınının onu terk etmesinden ötürü acı çekiyordu.

Yanımdan geçerken görmedi beni, ardından dönüp baktım, elleri iki çocuğun elini tutuyormuşçasına duruyordu. Ondan uzak düşmüş oğullarının özlemi ellerinde, sırtı kambur, boynu bükük bir şekilde uzaklaştı.

İnsanla bilimin gelişiminin tam ortasında durur kadın. Kadın olmasaydı neye yarardı bilim? Erkek-kadın savaşından dimdik çıkarak gelişen bilimi, hangi kirli eller insan-insan savaşlarına bulaştırdı? Kadın, hangi kayıp duygusunu keşfedemeyip, insanlığa sunamadı da savaşlardan barış gelişemedi dünyada?

Görsel: Savaş ve Biz (1917) – Edward Korun

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi147

Bunu paylaş: