Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk’u – Bilgen Seven

Ülkece okumaya günlük 1 dakika ayırdığımızı düşünürek, bu değerli 1 dakikada neler okunduğunu merak edip, çok satanlar listesinde yer alan Zülfü Livaneli’nin 2017’de Doğan Kitap’tan çıkan son romanı Huzursuzluk’a, önceki romanı Konstantiniyye Oteli’nin yarattığı hayal kırıklığına rağmen, şans vermek istedik.

Romanın konusu hepimizin malum gündemi; IŞİD, IŞİD’in vahşeti, katliamlar ve tüm bunların yakıp yıktığı hayatlar, Ortadoğu’nun kaderi ve coğrafyası. IŞİD katliamından kaçıp Türkiye’ye sığınan göçmen bir Ezidi kızı ve ona âşık olan Hüseyin’in başına gelenleri, Hüseyin’in çocukluk arkadaşı gazeteci İbrahim’in gözünden izliyoruz romanda.

Vahşeti de, buna olan isyanı da, farklı bakış açılarını da gösterebilen, farklı dillerde anlatabilen, belki içinden çıkılır hale getiren ya da zihinlerimizde daha da derinleştiren tek araç sanat. Bu açıdan bakıldığında bu konulara değinmek paha biçilemez şekilde değerli.

Buraya kadar bir sorun yok ama ne yazık ki sanatın bu çarpıcılığı Huzursuzluk romanında görülmüyor. Haberlerde gördüğümüz, videolarını sansürsüz izlediğimiz katliamların, haber dilinde yazılmış insan hikâyelerinin, aynı şekilde romana geçmiş hali, duya duya tüm vahşeti sıradanlaştırmış beyinlerimizde hiçbir çarpıcılık yaratmıyor. Keşke sanat – ki, edebiyat en güçlü alanlarından biridir- öyle bir dile getirseydi ki bunları, hiç görmediğimiz şekillerde görüp, aklımızdan hiç çıkartamasaydık. Bizler, herşeyden internet yoluyla haberi olan eli kolu bağlılar maalesef ki haber diline duygususuzuz artık.

Tek eleştiri konusu elbette sanatsallık, çarpıcılık eksikliği değil kitapla ilgili.

Yazar hiç şüphesiz ki, anlatıcı karakter İbrahim’in büyüdüğü, yıllar sonra yeniden gittiği ve çok sevdiği Mardin’i, okura iyice anlatmak istiyor ama bunu ansiklopedik bilgileri sıralayarak yapması okuyana çok batıyor. Mehmet’in babasının Ezidilerle ilgili sıraladığı kitabi bilgiler, romanı roman olmaktan çıkartıyor. Oysaki okur, merak ettiği her coğrafi alanı, tarihi olayı ve benzerini zaten kendisi araştırır. Bu tip bilgiler bir romanda elbette verilebilir ama romanda yama gibi durmaması kaydıyla. Tıpkı Meleknaz’ın mendilindeki işlenmiş Tanrı figürüyle ilgili verilen ve romana yerli yerinde oturmuş güzel bilgiler gibi.

Livaneli’nin bir önceki romanı Konstantiniyye Oteli’ndeki durum, yani “yeri gelmişken herbir soruna parmak basma kaygısı” bu romanda da var. Örnekleri öyle çok ki, neredeyse her sayfada karşılaşmak mümkün! Mardin sokaklarında yük taşımacılığında kullanılan eşeklerin belediye tarafından kadrolu yapılması ama zavallı hayvanların tümüyle bakımsız bırakılması, Mehmet karakterinin babasının Ortadoğu’dan bahsederken bir düğün evinde 44 kişinin öldürüldüğü olayı anlatması, Amerika’da yaşanan olay ve bunun İslam düşmanlığıyla ilişkisi ve İslam düşmanlığına parmak basılması, İbrahim’in eski eşi aracılığıyla plaza Türkçesinin ve sadece güzellik peşinde kadınların eleştirilmesi… Tüm bunların hepsini bir arada sunmak, “yeri gelmişken bu eleştirimi de dile getireyim” kaygısını getiriyor akla ister istemez.

Yazar, Mardin’de yaşayan halkın kullandığı dili okura aynen aktarırken, cümlelerinde okuyanın kulağını tırmalanıyor adeta. Karakterlerin ifade biçimleri o coğrafyaya, o şiveye veya belirtilen kültür seviyesine uygun düşmüyor. Mehmet’in “onda ne buldu?” ifadesi, Hüseyin’in annesinin “zamana bırakalım” ifadesi karakterlerle eşleşmiyor. Ortada kalıyor.

Tüm bunlar, Mardin’e gittiğinizde bir kapının arkasında Mehmet’i, Aysel’i, Hüseyin’in annesini, Hüseyin’in mezarını asla göremeyeceğimiz hissini yaratıyor. Çünkü hiçbir karakter gerçekmiş gibi yer etmiyor insanın beyninde. Çünkü bu karakterler derinleşememiş, karton kalmışlar ve tek işlevleri, bazı meseleleri / olayları eleştirmeye araç olmak. Karakterlerin hiçbiri insanın aklında önemli bir yer etmiyor. Oysa sanat bu değil. Olmamalı.

Zülfü Livaneli o güzelim şarkılarını hala söylüyorken, romancılığında aynı ustalığı neden göstermiyor, bu karakterleri nasıl böyle kabataslak çizgilerle ortada bırakabiliyor ve bu durum nasıl içine siniyor, akıl almıyor.

Kitabı kapattığımızda, aklımızda sadece iki soru var: Sanat nerede? Ve Livaneli bundan sonra hangi gündemi ele alacak ve “roman kurgusunda” anlatacak?

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi121

Bunu paylaş: