Yasak, yapılması istenmeyen eylemlerin, hoş karşılanmayan davranışların önünü kesmek için konulan kurallar bütünüdür. Devlet erki, iktidarlar, iş yeri patronları, ana babalar, kurumlar, kişiler; yasak koyarak, yeni bir düzen kurup, buyruğunda olanları kendi değerlerine göre biçimleyeceklerini sanırlar. Oysa insan, düzene yasaklarla değil, dayatmacı olmayan eğitim anlayışıyla sokulabilir. Yasaklar, başlangıçta kurallarla sınırlanır. Her çağda, kural koyma, gücü elinde bulunduranların en etkili silahı olmuştur.
Hukuksal düzeni hayata geçirememiş toplumlarda kuralların, kısa sürede yasağa dönüştüğü görülüyor. Kapitalist ya da sosyalist, hangi düzende olursa olsun, yasaklar gibi kurallar da yerinde çakılıp kalmıyor. İşleyişteki çalkantılara göre, yasaklar hafifletilebilir. Tepkilere göre tümüyle kaldırıldığı da olur. Baskıcı yönetimlerde ise, yasaklar birbirini izler.
Tarih, dinsel topluluklarda, yasakların zamanla insan haklarını koruyan yasaların doğmasına yol açtığını belgeliyor. On Emir’in son altı ilkesi bunun somut örneğidir. Ceza yasalarında öldürmeyi çalmayı, zinayı, yalancı tanıklığı, namusa kötü gözle bakmayı yasaklayan maddelerde, On Emir’deki altı ilkenin izi vardır. Toplumsal yozlaşmanın önü bu ilkelerle alınmış, insana belli bir düzen içinde yaşamanın yolu açılmıştır. Roma hukuku, İslam hukuku, evrensel hukuk; yasaklar koyarak, yasaklar kaldırarak, insanda toplumsallaşma bilincinin uyanmasına yola açmıştır, uyandırmıştır.
Öteden beri, “Başlangıçta söz vardı,” denir. Hukuk düzeni kurmayı öngören yasak da söz kadar eskidir. On Emir’de olduğu gibi, haklı yasaklamalar, toplumun ilkel davranışlarını törpüleyip ona uygarlaşma yolunu açmıştır. Yasalarla yasaklar arasındaki uyuşum ya da çelişkiler bağlamında şu soruya yanıt aranmalıdır: Belki yüzlerce yıl önce On Emir’le yasaklanan eylemlerin önü alınabilmiş midir? Toplum olarak uygarlaşmanın neresindeyiz?
İnsanlık tarihinin üzerinde düşündüğüm şu iki önemli olayı, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi göksel dinlerin kitaplarınca da benimsenen Âdem ile Havva söylencesi ile On Emir buna tanıklık ediyor.
On Emir
Sina’da Musa’ya bildirilen Tanrı buyruğu On Emir[1] yalın söylemiyle şu maddelerden oluşuyor: 1. Tanrı yalnızca benim! 2. Putlara tapınmayacaksın. 3. Rabb’in adını boş yere ağzına almayacaksın. 4. Sebt[2] gününü kutsayacaksın. 5. Babana anana saygı göstereceksin. 6. Öldürmeyeceksin. 7. Zina yapmayacaksın. 8. Çalmayacaksın. 9. Kimseye yalancı tanıklık etmeyeceksin. 10. Komşunun namusuna göz dikmeyeceksin.[3]
İnsanların birbirini öldürdüğünü görüp Tanrı buyruğunun halka iletilmesinde elçiliği gönüllü üstlenen Musa, Tanrı gibi konuşarak, kavmine, Rabb’dan başka Tanrı olmadığını, onun buyruklarına uyulmasını duyuruyor. On Emir’le, aynı zamanda dolaylı olarak, çok tanrılı putlara, yontulara tapınma döneminin kapandığı, onun yerini tek Tanrı düşüncesinin aldığı sezdiriliyor. Bu buyrukla, aynı zamanda geleneksel ibadet etme usulleri de yasaklanıyor.
On Emir buyrukları, ayrıca, insanı güdüsel yaratıklıktan kurtarıp ona düşünsel kimlik kazandırıyor. Aklını kullanan insan, iyi ile kötünün ayrımına bu aşamada varıyor. Bu, insanı uygarlığa biraz daha yaklaştırıyor. Dayanışma duygusu böylece ortak üleşime yol açtı. Bu evrede insan, vahşi bir hayvanı artık tek başına alt edemeyeceğini, ama onu topluca dört bir yandan sarıp ortadan kaldırabileceğini düşünebiliyordu.
Özetle, On Emir’le konulan yasaklar insanın yaşamında kuşkusuz değişiklikler yarattı. Ama insanın gelişiminde büyük değişimi yasaklar değil, yasakları delmek gerçekleştirmiştir. Âdem-Havva ikilisinin başından geçenler bunun kanıtı.
Âdem ile Havva
Gerek doğu gerek batı mitolojilerinde yasaktan geçilmez. Söylenceye göre elma, cennette yasak meyve. Yalnızca bu söylencede değil, Binbir Gece Masalları’nda da yasak delmenin onlarca öyküsü var. Masallarda bile, yasak delinmedik olay yok gibidir. Bu da, her dönemde yasak konulduğunu, yasakları delen birinin de çıktığını gösteriyor. Bu yolda can verenlerin başına gelenler tarih sayfalarının dışına taşarak şiirlere, romanlara, öykülere bile konu olmuştur.
Bunların arasında, inanın yazgısına yakın Sisyphos’la Prometheus’un dışında, Yunan mitolojisinde Zeus’undan Poseidon’una nice görkemli tanrı, koydukları yasaklar delen alaycı yazarların dilinde maskaraya dönmüştür. Bu da gösteriyor ki, yasaklar arttıkça, insanoğlu, yasağı delmeyi düşünmenin bir yolunu buluyor.
İnsan, yasak koyanlarla yasağı delenler arasındaki ağır savaşımlar sonunda uygarlaştı. Âdem ile Havva’nın söylencelerden süzülerek yorumlanan öyküsünde, cinsel özgürlüklerini cennet saltanatına yeğleyerek kutsal bedenlerinden koca bir insanlık yaratan biri dişil, biri eril, iki insanın yasakları hiçe sayan öyküsü anlatılır.
Araya sevda girdi mi bilin ki orada özgürlük adına göze alınan her şey vardır.
Cinselliğinin ayrımında olmayan aşkı bilmez. Aşkın bilinmediği yerde, karşı cinslerin kışkırtıcı bakışlarından, bedensel iştahından, annelik babalık duygusundan, üretici işlevinden de söz edilemez. Bu eylemlerden yoksun bırakılanlar, bedenin doğal isteklerini yerine getiremez.
Âdem ile Havva bedensel özgülüğe, ruhsal erince cennetten kovulduktan sonra vardı.
Güdüsel kışkırtmaların yansıması olan aşk, Âdem-Havva yakınlaşmasıyla oluştuğuna göre, cennet, öncesinde insansız bir ülkeydi. Ortada dolaştığı varsayılanlar, dişilliği erilliği olmayan iyilik ya da kötülük melekleriydi. Kanımca, cennetin ağacı, ırmağı, saltanatı, hurisi, gılmanı, düşsel betimleme yeteneği yüksek kişilerin başarılı kurgulamalarından başka bir şey değildir.
Lucas Cranach
Söylenceye göre, alanlarında başı göğe eren ağaçlar, ağaçların arasından akan dupduru ırmaklara karşın cennette yeme içme de yoktu. Yenip içilmenin olmadığı yerde dışkılama da yoktur. Örtünmenin olmadığı söylencenin içeriğinden de, ressamların Âdem-Havva çizimlerinden de anlaşılıyor. Kimi kitaplar, onların cinsel bölgesinde dumansı bir gizleyiciden söz ediyor. Önlerini örten kimi geniş, kimi iplik inceliğinde yapraklar, cennetten kovulduktan sonraki yaşamlarının ürünü olmalı. Yasak meyve elmanın neden yasaklandığı kovulma olayından sonra ortaya çıkıyor.
Elmada olağanüstü bir etkileyici güç olmalı ki, Havva, Âdem’e elmayı ısırtmasaydı, insan sonsuza değin cinselliğinin ayrımında olmayacak; aşktan, hazlardan, bedeninin isteklerini yerine getirmekten yoksun kalacaktı. İnsan denen o muhteşem varlık, sonsuza değin üreyip üretmeden, cennet denen o söylenceler ülkesinin mahkûmu olacaktı.
Daha kötüsü de, yaşamı boyunca doğanın buyruğunda eylemsiz kalarak oradan oraya savrulan insan, kendini, kendi varlığından yaratamayınca; hazların itkisiyle nice şiirler, romanlar, öyküler yazılamayacak, besteler yapılamayacak, koca kaya parçalarından yontulan heykeller meydanları dolduramayacak, duvarları toprak-kil-bitki karışımı boyalarla güzelleştiren resimler donatmayacaktı…
İnsansız, aşksız, hazlardan yoksun, üstünde bedensel isteklerin yerine getirilmediğini anlayan dünya, bir işe yaramadan dönüp durmanın boşuna olduğunu anlayınca, insanı genci yaşlısıyla, kadını erkeğiyle üstünden atıp evrenin boşluklarında başka bir hayat arayışına çıkacaktı…
Elma kurdu
Aşağıda, önadı Aziz[4] olan karikatüristin çizdiği elmanın içinden fırlayan kurt, elmanın ısırılmasıyla saltanatı sona eren bir iç tüketicinin tepkisini yansıtıyor. Elma kurdu, kuşkusuz, hiçbir şeyin ayrımında değil. Onu yalnızca, barınağındaki rahatlığı ilgilendiriyor. Oysa insanlık, bir dişlik ısırıkla, onu hazlardan yoksun bırakan söylencelerin belirsiz hayatından kurtarıyor. İnsan, bir ısırıkla, bir anda bütün dünya nimetlerine ererek, ruhunda yeni bir yaşam dünyasına geçmenin devrimini yaşamıştır.
Başka bir deyişle, Âdem ile Havva söylencesi, başı sonu belirsiz bir yaşama kilitlenmiş edham’ın[5] başkaldırısıdır. İnsanlığa ışık tuttuğuna inanılan her din, bu söylenceye, yaşadığı toprakların geleneklerine göre ayrı bir anlam vermiştir. O nedenle Âdem ile Havva söylencesinde, yaşamın ışıltılı yanları da, işe şeytan karıştırılarak karmaşıklaştırılan iç karartıcı safsataları da vardır.
Söylencenin insan soyunun gelişim süreci açısından gerçekçi yönü ağır basar. Edham (Âdem, insan), tek başına topraktan; Havva, onun gövdesinden yaratılmıştır.[6] Bu, dişillikle erilliğin kaçınılmaz bütünlüğünün o çağların mantığıyla gerçekçi yorumu olarak da algılanabilir. Dinsel söylencelere göre, Tanrı, Âdem’i topraktan yarattı. Âşık Veysel, “sadık yâr” diye nitelediği toprağa seslenirken “Âdem’den bu deme[7] neslim getirdi,” der. Ona ekmeği, sütü, eti veren, meyvesini yetiştiren topraktır. Var ettiğini yok eden de topraktır. Dede Korkut anlatılarında “Ölüm aldı, yer gizledi,” deniyor; Veysel de, günü geldiğinde, toprağın onu bir ana gibi bağrına basacağı inancındadır.
İnsanın ayağı yaşamı boyunca topraktadır. Var olan hiçbir şey yok olmayacağına göre, öldü sanılan varlık, toprakta da ayrı bir diriliğe erecektir. Topraktan yaratılan Âdem, soyunu sürdürmek için cenneti cennetliklere bırakmıştır.
Bitkilerden başlayarak, erillik-dişillik özelliği taşıyan her canlı birbirinin bütünleyicisidir; eril dişili, dişil erili kendine çeker. Bu çekim, canlının, türünü çoğaltıp sürdürme güdüsünün dışavurumudur. Söylentiye göre Havva’yı cinselliğinin varlığına bir yılan kışkırtmıştır. Âdem’i kışkırtan ise öz benliğinden yarattığı Havva’dır. Her şey elmanın ısırılmasıyla yüze vuruyor. Kant’ın deyimiyle, insan, iradesini egemen kılmak için, yeryüzü cennetinde yaşamayı yeğlemiştir. Bu cennet, insanlığın kendi emek üleşimiyle yarattığı uygar dünyadır.
Ama…
Söylenceler döneminin üzerinden yüzlerce yıl geçti. Ama IŞİD vahşeti, hâlâ On Emir’li günleri yaşatıyor insanlığa. Vahşet canavarı dirilmiş, kapitalist ülkelerin pazarladığı silahlarla, “Allahuekber!” diye bağırarak, karşı mezhepten insanların canına kıyıyor, işgal ettiği yerlerde malını mülkünü çalıp çırpıyor, askerlerinin kadın gereksinimini karşılamak için nice ailenin yurdunu yuvasını basıp ocağını söndürüyor. Bütün bunların mezhep uğruna yapılması, çağdaş bir dünyada ilkelliğin hâlâ sürdüğünü gösterir. Kıyımları, “kâfir” diye niteledikleri insanların ürettiği silahlarla yapmaları, nasıl düşük bir ahlaka sahip olduklarının somut göstergesidir.
Yazının girişinde yasak kavramının kayganlığından söz etmiştim. On Emir’de olduğu gibi, yasakların iki yüzü vardır. Yüzün biri aydınlığa bakar, biri karanlığa. O günlerde On Emir’in ilkelerine kim karşı çıkabilirdi? Bugün çıkan olur mu? Çıkan olmuyor ama kökünün kurutulduğu sanılan kötülük başka kisvelere bürünüp yine canlar yakıyor.
Günümüzde bile, biri çıkıp, yerleştiği devlet iradesinden güç alarak; kadının giyimine kuşamına karışıyor, polisi gençlerin üstüne düşman ordusu gibi salıyor… Kendine bağlı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumları (BTK)’na[8] çağımızın en hızlı iletişim aracı olan YouTube-Google-Twitter gibi, uygarlığın en son buluşlarını yasaklatarak ülkenin özgür ortamında düşünce hapishaneleri kurduruyor…
Bir ülkede yolsuzlukların üstü küllenirse, hırsızlar yargıya teslim edilmezse, suçsuzlar hapislerde çürütülüp suçlular korunursa, eğitimde dinsellik temel alınıp bu alanda çağdışı uygulamalara yer verilirse, kadın cinayetlerinin önü alınmazsa, yasalar bağlamında zina sayılan çocuk gelinler sorununa çözüm getirilmezse, etnik ve dinsel ayrımcılık insanımızı ikiye bölerse, yalancı tanıkların ihbarıyla suçlu yaratılırsa… Bunlara yol açanlara diktatör, faşist demek her düşünenin hakkıdır.
Özetle, bu tabloya bakınca, insanlaşma aşamasında her şeyin On Emir dönemini arattığı sonucuna varılır.
Umut, damarlarda dolaşan kandır; bir yandan kirlenirken bir yandan da temizlenir. Umut yitirildi mi kötü! Sorumlu kaç kişi, insanımızın umutsuzluğun girdabında çırpınmaya başladığının ayrımında?
Sessizlik, sindirilmişlik yanıltmasın; halk uyumaz; damarlarındaki kan özgürlük ateşiyle tutuşmaya görsün, bütün yasakları deler, antidemokratik düzeni kevgire çevirir…
Yeter ki vakt erişsin!..
[1] Eski Antlaşma Yasası’nda yer alan 613 buyruğun bir özeti olan On Emir, Rabb tarafından, Mısır’dan çıkmalarından kısa bir süre sonra İsrail oğullarına indirilmiştir.
[2] Sebt: Cumartesi.
[3] On Emir buyrultusunun ilk dört maddesinde olduğu gibi, yasak koyucunun, kendini güven altına almasından doğal bir şey düşünülemez. Çağımızda da geçerli bu.
[4]Elmanın kırmızısı arasında silikleşen soyadını okuyamadığımdan, karikatürcünün yalnızca önadını anıyorum.
[5] Arapçada toprak anlamına gelen edım’la, İbranice Âdem arasında bir bağlantı kurulur. Havva’nın da Arapçada da “bir canlıdan yaratılmış” anlamındaki hayy sözcüğünden geldiği ileri sürülüyor.
[6] Kuran’da Âdem adı çeşitli nedenlerle yirmi beş kez geçer. Topraktan yaratıldığı bildirilen Âdem adının da, “Arapçada “çamur, cıvık çamur, çamurdan süzülmüş öz, kuru çamur, biçim verilmiş balçık” anlamındaki nutfe’den geldiği öne sürülüyor.
[7] Bu deme: Bu zamana.
[8] Twitter, Google ve YouTube’a yapılan 56 başvurunun 36’sını Türkiye yaparak, yasaklamada “yüz kızartan birinciliği” kimseye bırakmamış. Türkiye’den sonra gelen Pakistan’ın ise yalnızca 5 talebi olmuş! (Cumhuriyet, 14 Temmuz 2014, s. 10).