İnsanlık Dramının Çarpıcı Bir Tanıklığı Olarak Festival Ön Jüriliği Deneyimi – Özgür Keşaplı Didrickson

Çamaşır Suyu - Yönetmen: Büşra Bülbül

İki senedir Uluslararası Uşak Kısa Film Festivali’nin ön jürisinde yer alıyorum. Festivale her yıl dünyanın dört bir yanından binlerce başvuru gönderiliyor. Bu yılın rakamları size bir fikir verebilir; 115 ülkeden 3581 başvuru! Bu başvuruların hepsine film demek mümkün değil elbette, büyük çoğunluğunu birkaç dakikada eliyorsunuz ancak o birkaç dakikada bile aktarılmaya çalışılan konuyla, kameranın ardındaki insanların yaşamıyla ilgili izlenim edinebiliyorsunuz. Elesem bile meraktan izlemeye devam ettiğim ya da zamansızlıktan bunu yapamasam da hakkında düşünmeye devam ettiğim başvurular oldu çünkü evrensel öykülerin gücüne kayıtsız kalamadım. Bu yazıyı biraz da bu yüzden yazmak istedim. Festivalimize başvuran sayısız insanın öyküsünü ve emeğini biraz olsun sizlere aktarabilmek için. 

İki yıl toplam bin kadar başvuru oylamışım. Seçkimizi hazırlarken de ekip olarak her birimizin bir kenara ayırdığı iyi filmlerden oluşan yüzlerce filmi büyük bir dikkatle izledim. Ege Denizi’nin yanı başında, Burhaniye’de odamda Sri Lanka’dan İzlanda’ya kadar bunca filmi görece kısa bir zaman diliminde izlemek, doğallıkla pek çok duygu ve düşünce içine soktu beni.

Böylesi bir deneyim içinde beni en derinden yakalayan ve sarsan sorunlarımızın evrenselliği oldu. Bu bilmediğim bir şey değildi elbette ancak arka arkaya birbirinden farklı dilde film izlerken temaların ve insan doğasının aynılığı karşısında “Zaten bilinen şey” diye kestirip atmadı en içim. Deneyimin yoğunluğu karşısında neşe ve acılarımızın benzerliğiyle ilk kez karşılaşmışım gibi sarsıldım. Bazı temaların ısrarla karşıma çıkması bir anlamda kolektif bir çığlık yaratıyordu ve kayıtsız kalmak imkânsızdı. Ön jüri olduğumda bu deneyimin genel olarak beni sinema konusunda daha donanımlı yapacağını düşünüp heyecanlanmıştım. İnsanlığın günümüzde hangi nedenlerle acı çektiğine tanıklık etmek meğer ne kadar anlamlı ve insana sorumluluk veren bir deneyimmiş.

Dünyanın dört bir yanından gelen filmlerde en çok işlenen ya da görünür olan ortak tema yoksulluktu. Eşitsizliğin yarattığı yoksulluğun ne kadar geniş bir coğrafyada ne büyük dramlarla yaşandığını görmek beni allak bullak etti. “Bu kadar yoksulluk normal olabilir mi?” diye sordum sık sık ama işte gönderilen binlerce başvurunun konusu ve/veya yaşam koşulları ortadaydı.  Elbette yoksulluk filmlerde, dizilerde az bulunan bir tema değil, hatta nerdeyse sinemanın hammaddelerinden biridir yoksullar ama belki de hiç bir zaman gidip göremeyeceğiniz sayısız ülkede çekilmiş yoksulluk öyküsü, virane yerleşim yerleri hep birlikte çok çarpıcı yakalıyor insanı. Haberlerde de dünyadan yoksulluk öyküleri dinliyoruz ama haber atmosferi “Ne yapabilirim ki, uzak, yabancı yerler” düşüncelerini ve kanıksama hissini daha kolay hissettirirken, sinema sizi daha farklı bir yerden yakalıyor. Yabancı birinin kamerası yerine kendi kameralarıyla en iyi kendilerinin bilebileceği öyküleri anlatmaya koyulmuş insanların anlattıkları, bir spikerin kimi zaman dramatik haberleri sanki sever gibi heyecanlanan sesinin soğukluğundan kesinlikle daha çok etkiliyor insanı.

Ve evet bu kadar yoksulluk normal sayılmamalı ama diğer yandan dünyaya egemen olan sömürü düzeninde, emperyalizmin ve sömürgeciliğin tarihine bakıldığında şaşırmak da pek mümkün olmuyor. Çokuluslu şirketler yeryüzünün tüm zenginliklerini talan etmeye devam ettikçe yoksullar daha da yoksullaşacak. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için savaşmak gerek. Bu yoksulluk insanı öyle utandırıyor ki söz konusu savaşta kiminle güç birliği yapacağını, kimden güç alacağını bilerek savaşmanın acilliği de ortaya çıkıyor.

Yoksullukla ilgili bir de çarpıcı bir festival deneyimim var. Geçen yıl seçkimizde yer alan, Büşra Bülbül’ün yönettiği Çamaşır Suyu filminde apartmanda yaşayanların merdivenleri temizleyen kadına tam parasını vermeyişleri ve bunu kırıcı bir biçimde – sanırım paranın büyük olmaması nedeniyle unuttuklarını falan söylüyorlardı- ifade etmeleri karşısında “Bu kadar da olmaz canım, abartmış bu film” gibi bir hissin içimde belirmesini engelleyememiştim.

Sonra bir de bakmıştım ki yine seçkimize aldığımız, Igor Galuk’un yönettiği Arjantin filmi The Lillies’ Seller filminde torunuyla çiçek satan Bolivya göçmeni bir kadından bir cenaze sırasında “bozuk paramız yok, sonra öderiz” diyerek çiçek alıyor ama parayı ödemiyorlardı bir türlü. İlk Arjantin filmini izleseydim yine abartı bulurdum biraz ama Çamaşır Suyu’ndan sonra izlediğimde sarsıldım ve abartı sanmışlığımdan utandım. Dünyanın farklı köşelerinden birbirine bu kadar çok benzeyen iki film sanırım ancak festival seçkilerinde yan yana gelebilir ve insana unutulmaz duygular yaşatabilir. Ben örneğin bu anımı her hatırladığımda utanacağım. Kim bilir bilmediğimiz, anlatsalar “gerçek olamayacak kadar abartı” bulabileceğimiz daha ne kadar yoksulluk öyküsü yaşanıyor her gün dünyada.

Yoksulluktan sonra öne çıkan ortak evrensel sorun ise kesinlikle kadınların aşağılanması ve şiddete uğraması. Hem yoksul hem kadın olmak. Yoksul olmamak ama sürekli aşağılanarak yaşamak. Şiddete uğramak. Tecavüz, cinayet… Festival filmleri bir veri okyanusu olarak konunun korkunç boyutunu ortaya koyarken hepimize ne büyük görevler düşüyor. Bu konuda çok doğru yönlendirmelere ihtiyaç olduğu da ortada. Her gün öldürülen kadınlar ülkemizde de haberlerde sık yerini alıyor. Toplumda kınama yaygın yaşanıyor ancak dondurma, cips vs. reklamlarında ürünleri seksi şekilde ısıran zayıf kadınlar konusunda pek sesimiz çıkmıyor. Hâlâ “niye dondurma reklamında zayıf ve güzel kadınlar dondurmayı seksi şekilde ısırıyor ki? Ne alâka” demiyoruz pek. Kadını cinsel obje olarak kullandıkça erkeklerin de onları hep öyle algılamasına zemin hazırlamış olmuyor muyuz? Birbirinden farklı dil ve kültürden filmde kadınların ortak dramını görünce bu konularda da yeniden endişelendim. 

Pek çok sorunun dünya çapında yoğun olarak yaşanması onları çözme çabalarımızın beyhudeliğini de gösterir mi? Bir tek bu soruyu sormak ve düşünmek açısından bile festival deneyimime çok şey borçluyum. Bunlar büyük sorular ama birkaç söz edecek olsam… Yaygın sömürü düzeninin bu sorunların hemen hepsinin temelinde yattığı kesin. Bir de tabii sesi kısılmış, bu yüzden çok yararlanamadığımız kültürler var. Eşimin kabilesi olan Tlingitler dâhil daha “ilkel” kabul ettiğimiz bir sürü kültür anaerkil ya da kadına daha çok saygı gösteriliyor ancak toplumla geniş çapta etkileşim şansları yok bu kültürlerin. Diğer yandan mesela yalnızca kadını değil kendinden başkasını aşağılamak her alanda ve pek çok insanda görülen korkunç bir insan özelliği. Kanımca akademik başarıyı çok önemseyen ancak iyi insan olma konusuna nerdeyse hiç önem vermeyen eğitim sisteminin de bu şiddet olaylarında etkisi var. Küçük yaşlardan itibaren dürüstlük, özsaygı (mesela kendisiyle olmak istemeyen bir kadını ancak özsaygısı olmayan erkekler öldürür), adalet gibi konularda dersler, atölye çalışmaları olsa. Yalan söylemek gibi durumlarda ciddi şekilde kınansak belki toplumsal adaletsizlik ve şiddetle savaşta elimiz güçlenir. Elbette insan doğası, evrim, psikoloji ve genel olarak bilimin pek çok dalından yararlanarak evrensel sorunlarımızı çözme yolunda yol katedebiliriz.

Sinemanın insan doğasıyla ilgili olumsuz yanları anlamada ve aşmada ne denli önemli bir kaynak olduğu ortadayken festivallerin bu gücü büyütme, çarpıcılığını arttırma potansiyellerini en iyi şekilde kullanmalarını dilerken buluyorum kendimi. Ancak tabii herkesin sinemadan anladığı, umduğu şey aynı değil.  Ucuza film VCD’leri alınırdı bir dönem. Ucuza ve keyifli vakit geçirme yollarının başında film izlemenin geldiğini çok net anlatan bir dönemdi. Sinema zaten çoğunlukla sevgiliyle ve dostlarla iyi vakit geçirmek için yapılacak şeylerin başında gelmiyor mu? Düşünmek, başkalarının dertlerini dert edinmek gibi nedenlerle izlemiyoruz pek filmleri. Kaldı ki Netflix gibi ana akım medya platformlarında bize sunulan filmlerin çoğu gerçekten eğlencelik ya da ömrü kısa şeyler. Bu sene seçkimizde yer alan, Kızılderililere yapılan haksızlıkları konu alan Gitz Crazyboy ve Tito Ybarra imzalı Kanada yapımı Peace Pipeline belgeselinde bir eylemcinin amaç edindiğini söylediği gibi insanları konfor alanından çıkarmak ana akım sinemanın derdi değil ne yazık ki. Elbette eğlenmek, kafamızı boşaltmak da bu zor yaşamda hayatta kalmak için önemli. Ancak festivaller dünyanın dört bir köşesinden gelen filmlerle bizi kısa sürede buluştururken bizi pek çok konuda sarsabilir izin verirsek. İzin vermeliyiz. Kısa bir zaman diliminde Türkiye’deki bir merdiven temizleyicisiyle Arjantin’deki bir çiçek satıcısı bizi konfor alanımızdan çıkarabilecekse, çıkarmasına izin vermeliyiz. Ben ön jüri olarak çok güzel vakit geçirdim ama aynı zamanda acı da çektim. Biraz beceriksizce yazdığım bu yazının da ötesinde kafamda gidip gelen ve sonuçta daha iyi bir insan olmama yardımcı olacak pek çok his ve düşünce özellikle acı çekebildiğim için yerleşti içime. Daha iyi insan olma çabamız her zaman anlama çabasıyla birlikte gelişir. Ancak bu dünyayı ve sorunları daha iyi kavradıkça onu daha iyi bir yer yapabiliriz.

Yoksulluk ve kadın sorunları gibi büyük temalar dışında istikrarlı bir şekilde beliren sayısız ortak insan öyküsü vardı iki yılda karşıma çıkanlar arasında. Elbette dinle ilişkimiz de ortaklıkların fazlaca olduğu karmaşık bir alan. İntihar edenlere karşı dini nedenlerle ayrımcılık yapılması bu sene bir filmde karşımıza çıktı. Vladislav Rytkov imzalı Smirk isimli bu Rus filminde dini görevliler intihar eden kişinin mezarını kazmadığı için arkadaşları kazıyordu. Reform geçirmiş dinlerde bile bu yaşanıyorsa insana dair en tuhaf ve tehlikeli özelliklerinden birinin bağışlayıcı olmayan bir yaratana inanmak olduğu uyarıcı bir bilgi olarak aktı içimde. Din gibi bazı görüşleri dile getirmenin can güvenliğinizi tehlikeye atabileceği durumlarda sinemanın dünyaya açılan kapılarının bir kasırga yaratabileceği ne kadar ortada. Örneğin dindarından, ateistine ülkemizin tüm vatandaşları İran başvurularını oturup izlese acaba neler düşünürler? Bunu bilmeyi çok isterdim. Festivale gönderilen İran filmlerinin çoğunluğu kadın haklarıyla ilgili. Bakire kızlar ölüm cezasına çarptırılamıyor diye öldürülmeden ilişkiye zorlanan kadınların varlığından ilk kez bu sene haberdar oldum mesela. Kanaması olduğu için sevgilisiyle geldiği hastaneden evli olmadığı için geri gönderilen İranlı bir kadının öyküsünü de MUBI’de izlemiştim*. Kanamadan ölür sanırken o babası falan durumu öğrenecek diye intihar etmişti. Yukarıdaki soruyu kendim yanıtlarsam ülkemizde hiç bir zaman açık ya da kapalı bir kadının evli olmadığı gerekçesiyle ölüm riski yaşamasına izin verilmeyeceğini bilmek insanı rahatlatıyor ancak zaten olması gereken şeyler için sevinmek gibi bir huyum yok aslında. İntihar edeni, evli olmadığı biriyle sevişeni cezalandıracak bir yaratıcıya inanmaktan bir an önce vazgeçeriz umarım.  İnsanların varlıklarına inandıkları yaratıcının bağışlayıcı ve sevgi dolu olabileceğine de inanmaları uzak ihtimal olmamalı. Dinci gericilik kısaca zaten oldukça mantıksız bir durum. Din nedeniyle acı çeken, baskı gören, hatta öldürülen insanların varlığı insanlığın utancı değilse nedir? İran’da ve benzer coğrafyalarda benzer dramlar yaşayan kadınların öyküsünü anlatan sinemacıların emekleri amacına ulaşır umarım en kısa sürede.

Filmleri izlerken içimi çok acıtan diğer bir konu ise emperyalizmin, sömürgeciliğin dildeki ve kültürdeki izleriydi. Yine bilmediğim bir konu değil ama sayısız başvuruyu izlerken bir sürü Afrikalı çocuğu Fransızca ya da İngilizce konuşurken duymak çok üzdü ve sinirlendirdi beni. Bir Tlingit yerlisi olan eşimin dili UNESCO tehlike altındaki diller listesine göre yok olma tehlikesinde. Bir dile çok büyük yasaklamalar getirir, onu baskılarsanız o baskılar kalktıktan sonra da dil kendine gelemeyebiliyor. Tehlike uzun süre daha sürüyor, zararın büyük kısmı geri döndürülemiyor. Sömürge olmaktan kurtulmuşsa da dilini kaybetmiş olan ülkelere ait filmler batıyı çok çabuk affetmiş olmamızı ya da bu büyük insanlık ayıplarını pek dillendirmiyor oluşumuzu çok tuhaf kılıyor. Hindistan ise bu açıdan en çarpıcı örneklerdendi çünkü her yıl çok sayıda Hint filmi geldi. Hint filmlerinde insanların birbiriyle sürekli ya da ara ara İngilizce konuşması gerçekten çok rahatsız etti beni. Onca direnişe rağmen başarısız olmuş gibi göründü Gandhi. İster istemez bizdeki kolejlerin fazlalığını, emperyalizmin içimize böyle sokulduğunu düşündüm. Nasıl bir İran olmayacaksak Hindistan da olmayız ama aramızda durup durmadık yere İngilizce konuşanlar oluşu, üstelik bunu havalı bir şeymiş gibi yapmaları bu filmleri izledikten sonra daha da rahatsız etti beni. Yıllarca İngiltere’nin sömürgesi altında yaşamış Hindistan’ın aksine biz bile isteye özenti olduğumuz için çok üzgünüm.

Sinema ve özellikle festivaller geziye çıkmak açısından da önemli. Kim bilir tüm dünyada kaç insan hiç bir zaman gitmeyecek Paris’e ya da New York’a ama oralarda geçen sayısız filmi izlediği için tamamen yabancı da sayılmaz o şehirlere. Yabancı yerler görmeyi çok isteyerek büyüdüm ve üniversiteden itibaren bu düşümü gerçekleştirebildim.  Farklı mimarileri, doğayı ve kültürleri biraz olsun tanıyabildiğimde hep çok mutlu oldum. Tamamen turist olarak değil ama yerel halkla birlikte bir şeyler yaptığım gezileri hep daha çok sevdim. Sinema da bence içeriden gezip, görmeyi olanaklı kıldığı için çok değerli. Bir şehri bir karakterin yaşamına tanık olarak gezmek, gezi programlarını izlemekten daha etkili geliyor bana. Alaska’da 6 yıl yaşadım ve yabancı bir yerde yaşamak ile orayı ziyaret etmek arasındaki farkı çok net deneyimledim. Gezerken gerçekten fiziksel olanı çok ayrıntılı görmeniz mümkün ama yaşarken söz konusu neresiyse oranın kültürünü, sorunlarını, gerçek değerini öğrenmiş oluyorsunuz. Bu durumda gezmenin pırıltısı yer yer sönebiliyor o kesin. Sinemanın eğlencelik olması ya da olmaması durumunun özeti gibi. Örnek vereyim. Barselona sadece turist olarak gittiğim yerlerden birisi. Gaudi’nin de elinin değmesiyle güzelleşen bu şehir için “masal gibi” sıfatını kullanmıştım. Bu nedenle Iñárritu’nun Biutiful filmi beni çok etkilemişti. Barselona’ya gitmemiş seyirciler için filmde masalsı hiç bir şey yoktu. Ne mekân, ne insan yaşamı olarak. Yoksulluk vardı, göçmen işçiler vardı. Ana karakter hastaneye gittiğinde pencereden, uzaktan Sagrada Familia kilisesi gözükmese filmin Barselona’da geçtiğini anlamak mümkün değildi. En masalsı şehirlerde bile yoksulluğun olduğunu, yoksullar için o yerin hiç de masalsı olmadığını ne kadar da çarpıcı anlatan bir sahneydi, bir filmdi. Geçen yıl seçkimizde yer alan Morad Mostafa imzalı Mısır filmi Henet Ward’da da yine aynı şekilde piramitler, ana karakter ve kızı minibüse binerken uzaktan görünüyordu ama onun dışında turistlerin Mısır’ından eser yoktu filmde. Düğün öncesi bir geline dövme yapan ancak batıl inanç kaynaklı bir yanlış anlama sonrasında dayak yiyen annesini kurtarmak için birinin kafasında şişe patlatan ve elbette sadece bir kurgu karakter olmayan bir küçük kız bize farklı bir Mısır yolculuğuna çıkarıyordu. Ancak ayrıcalıklı olanlarımızın çıkabildiği yurtdışı gezileri uzağımızda kalsa da sinema, bizi alıp gitmek istediğimiz bir ülkede yaşayan birisinin evine konuk edebilir her zaman. Ve hatta bizimkine benzer bir dertten mustarip birisinin evine konuk edebilir. Bu çok değerli bir güç. Umarım ayrıcalıklı olanların çok daha görünür olduğu düzende değeri hep anlaşılır.

Ayrıcalıklardan söz etmişken bu sene izlediğim bir filmde karşılaştığım çok anlamlı sözü paylaşmalıyım burada. Avustralya’ya sığınan Suriyeli bir göçmenle ilgili, Sarah Ghassali imzalı Don’t Forget Us isimli bu filmde bu göçmen çocuk “Sanırım ben şanslıyım ama şansa yaslanan bir sistem bozuk bir sistemdir” diyordu. Ayrıcalıklı olanların, şanslı olanların bunun farkında olmaması ve bu nedenle yaşadıkları ya da göç ettikleri ülkelerin yanlış tanınmasına yol açmaları ise endişe verici bir durum. TC üniversitelerinde ucuza iyi eğitim aldıktan sonra kendi vatandaşlarına ücretsiz ya da ucuz üniversite eğitimi vermeyen Amerika’ya gidenlerin büyük bölümünün Amerika hakkında hep olumlu konuşması, okuyamamış yoksul Amerikalıları unutması durumu gibi. Gerçi bir kısmı gerçekten bilmez bu durumu çünkü sadece kendi yaşamı çevresinde olanları bilir. Hepimiz aslında biraz öyleyiz ya da ayrıcalıklı bir hayatımız varsa bunun dışındaki hayatlar hakkında biraz daha unutkan oluyoruz. İşte sinema gerçek bir dünya inşası açısından da ne kadar önemli. Yalnızca bizim coğrafyalarla ilgili değil, tüm dünya hakkında az bilinen ve anlatılması çok önemli olan öyküler var. Ana akımın türlü nedenlerle pek rağbet etmediği bu öyküleri dert edinip çeken insanlar var ancak belki de festivaller ya da bağımsız medya kuruluşları olmasa seslerini pek duyamayacağız. Kaldı ki seçkilerinde az anlatılan öykülere özellikle yer veren (elbette iyi bir film olması şartıyla) çok sayıda festival olsa bile ana akımın, Netflix’lerin, Oscarların yarattığı yanlış algıları düzeltmek çok kolay olmuyor.

Son yıllarda sosyal medyanın da varlığıyla Amerika’da polisin siyahileri öldürmesi çok gündeme geldi. Pandemiyle ilgili de maske takmama hakkı için yürüyen Amerikalıları, İngilizleri duyduk. Buna rağmen o ülkelere ait olumlu görüşler çok kolay değişmiyor çünkü sinema dünyası da yıllardır ilmek ilmek imajlarını yaratmış. Çok sistemli çabaların ürünü olan bu algı operasyonu için ayrıca bizim ülkelerden de veriler kullanılmış sürekli. Batının bizim coğrafyalara dair duymak istediği, duyunca ödüle boğduğu filmlerin genellikle bizimki gibi ülkelerin kötü yanlarıyla ilgili olduğu sır değil. Tüm bunlar bu algı operasyonu karşısında tüm dünya ve özellikle batı hakkında az aktarılan öyküleri seyirciyle buluşturacak olan festivallerin önemini açıkça ortaya koyuyor. Kimi batı ülkelerindeki, az anlatılan evsizliği, yoksulluğu anlatan filmler de bu insanların sesi olmaları açısından da ne kadar önemliler. Belki burada beni  çok şaşırtan ve sevindiren bir olaydan söz edebilirim. Her yıl birer kez Kurt Cobain’den söz eden filmle karşılaştım. Üçüncü bir filmde de genç bir çocuğun çantasında Cobain’in grubu Nirvana’nın adı yazıyordu. İkisi Güney Amerika’dan biri Rusya’dan, ölümünden nerdeyse 30 yıl sonra Cobain’e sevgilerini sunan bu filmler kültürel emperyalizmin dünyanın her yerine nasıl girdiğinin olumlu bir örnekle kanıtlanması aslında. İsyan etmek, öfkelenmek başı öne eğmekten çok daha iyi. Cobain’in yoksul kesimden gelmesi ve ülkesiyle ilgili bir sürü olumsuz durum hakkında (komünizm karşıtı propagandadan eşcinsel haklarına)şarkı yapıp, konuşmuş olması görünüşe göre bir sürü isyankâr genç için çok anlamlıydı. Sahici, duyarlı ve değerbilir Kurt’e ben de sevgilerimi gönderiyorum.

Elbette izlediğim başvuruların bana hissettirdiklerinin yalnızca bir kısmı böyle. Değinemediğim ortak sevinçlerimiz de insanca yaşamda nereye ulaşmak istediğimizin ya da ihtiyaçlarımızın bir göstergesi olarak çok önemli elbette.

Son olarak bir sürü film izlemenin beni bir seyirci olarak da geliştirdiğini, öğretici bir süreç olduğunu kısaca belirtmek isterim. Öğreticiliği yanında çok verimli ve heyecanlı geçen seçki hazırlama sürecinde kendilerinden çok şey öğrendiğim tüm değerli jüri üyelerine çok teşekkür ederim.

Seyircileri dünyanın ihmal edilen öyküleriyle, coğrafyalarıyla buluşturarak eşitlikçi, adil bir yeryüzü inşasına katkıda bulunan tüm festivallere ve festival ekiplerine de emekleri için çok teşekkür ederim.

Ortak acılarımızın ve mutluluklarımızın izini süren filmlerle anlamlı bir geziye çıkmamız dileğiyle, iyi seyirler!

*MUBI’de izlediğim bu filmin adını ve yönetmenini yazamadım çünkü yazıyı hazırladığım süre içinde kapsamlı bir araştırmaya girişip bulmam mümkün olmadı. Merak eden okurlar olursa ilk fırsatta filmin bilgilerini bulmak için elimden geleni yaparım.

Bunu paylaş: