Sürgünden Mektuplar III – Bilgen Seven

33.

Cehennemi buz gibi yapacak soğukluğun. Cenneti cehennem yapacak içinin yangını. Gidebileceğin hiçbir yer yok. Sen düşün şimdi. Ben gidiyorum arafa. Gelirsen bir müddetin var barınabilecek. Ama bil ki bir müddet bu iki değil. Cennetin de cehennemin de kapıları açılmadı daha. Münker ile Nekir ne biçerse sana o kadar yerin olacak. Gel bekleyelim. Sonra ben birine, sen…

34.

Parmak izin başkasında yok diye böbürlenmeyi bırak da git parmak izini sildir. Parmağının izi yokken kaçarsan kaçarsın. Ya da bırak aklın kaçsın olmadı fikrin. Hangisi kurtulsa yeridir.

35.

Ah yazı kıymetini bil. Seni yazabileyim diye onca şeyi çekiyorum ben. Şimdi terk etmeye koyuldun beni. Anlamıyorum sanma. Gidiyorsun yavaştan. Beklesen Nisan yağmurunda beraber yıkasak ölümüzü öyle gitsen? Karya prensesine beraber bir Fatiha okusak öyle gitsen? Evliliğimin her köşesinden sızan adet kanımı beraber temizlesek sonra yıkanıp da gitsen? İlk romanımda bütün derdimi anlatıp öyle gitsen? Olmaz mıydı?

36.

El yordamıyla saati kuran kadın zamanı geri aldı bilmeden düne kalktı elinde bir gün fazlasıyla. Tezgâh açsa çalacaklar kuyumcuya gitse bozmayacaklar. Dile kolay yirmi dört saat fazla var elinde ve satılık. Terziye götürdü paha biçtirmeye. Hanlar hamamlar saraylar verseler yetmez satma diye tutturdu terziyle çırağı biçmediler pahasını. Oldu olacak gitti denize fırlattı neme lazım dedi. Öyle ya suyun zamanla hiç işi olmadı. Yazın buharlaştı kışın taştı.

Aptalların acelesine kandık anlımı aceleci diye mühürlediler. Gideceği yeri bilmeyene aceleci demek ne oturaksız ne kifayetsiz bir sıfatlama. Öyle ya ben nereye gideceğimi daha bilemiyorum. Kör yürüyüşü bu. Ellerim önde çarpa çarpa gidiyorum sağa sola ayaklarım yara bere içinde. Ellerimi ayaklarımı cehenneme atmasınlar çok sevapları var sağ taraftakiler şahittir. Kollarımla bir ellerimi bir de ayaklarımı cennete giden bir elsiz, kolsuz, ayaksıza versinler bağışladım şimdiden. Beni görenler elsiz ayaksız geldi diye alkış tutacak cehennemde razıyım yeter ki onlar sonsuz ateşe düşmesinler yazıktır.

Kırklar meclisine hizmet etsinler diye alacaklarmış ellerimi ayaklarımı rüyama geldi, elsiz ayaksız söyledi, şimdi rahatladım.

Bana diyeceklerini çok düşünüp söyle ki paha biçilmez olsun. Şehir şehir elimde gezdirip kuyumcu dolaşayım bozdurmaya. Peşime soyguncular takılsın, camların içinde kırılmaz kilitlere konsun. Yeter ki bulunmaz olsun. Bir tek benim olsun.

Şimdi gel baltanla, taşınla, topacınla beni yık. Ya yerle bir et beni yoksa bu kibir yerle bir edecek beni dağılıp gideceğiz ya da ben kalbimi dikenli bir gülle gibi yerinden söküp sana fırlatacağım.

Sen sus en iyisi, hiçbir şey söylemeden git ben nefsimi tüketip gideceğim.

39.

Bu kervan nereye gidiyor diye sorma takıl peşine. Gide gide dünyayı dolaşır dönersin çıktığın yola o kadar. Söyle var mı gideceğin başka yer? İster yerinde dur ister gez dön gel, voltanı ha hapishane bahçesinde atmışsın ha yeryüzünün bahçesinde. Hiç fark etmez dönüp geleceğin yer aynı; sen. Gezegen kervanının düştüğü yola merak sarma kelebek ömrün yetmeyecek bilmeye. Gücün yetecekse yüksel buradan. Yüksel de gör kendini bir. Biraz daha yüksel sen olmayacaksın. Yere göğe sığdıramadığın o başın var ya, ne yerde ne gökte. Kalk şimdi demli bulutlardan koy ve yudumla çayını ve dua et, bilgeliğin çamura batsın, bilemedin çünkü.

Ben ne zaman olacağım? Olup mu gideceğim olmadan mı? Bana ol demedi mi? Demediyse nasıl oldum? Olduysam neden olmadım? Neyin özlemindeyim? Neden hapisteyim? Hani suçtan düştüm buraya? Dünya bir çeşit hapishane mi? Öyleyse suçunu neden hatırlamıyorum?

Kasım eskisi seni! Sus artık…

Kristal vitrinde duran emanet hayatını vitrinden çıkarıp üstüne geçirdi şehzade. Ahretliğini bulamadan son yolculuğa çıkacağına bin pişman, yaşanmamış günlerine lanet ede ede, ayın öbür yüzünü göstermediğine küskün, yirmi iki sultanın yanına gizlice uzandı torunlarının ormana beton süreceğinden bir haber, torunları ondan bir haber, geçmişi taptaze, geleceği olmayan, kabri yirmi iki sultanın yanında emanet duran, beş yüz yıl geçse de adı hiç yirmi üç sultanlar kabri olmayacak olan.

Şimdi tut elimden gel döndürelim ayı öbür yüzünü gösterelim dünyaya şehzadenin ruhuna Fatiha, kabirsiz kabrine destur niyetine.

İnsan doğduk diye şükür mü ediyorsun lanet mi ediyorsun? Ebrehe’nin ordusu filden, orduyu yok eden kuştandı. Hiç yere inmeyen kuştan. Uçarken uyuyan kuştan. Görünce bir yıl dert tasa görmeyeceğin kuştan. Düşün dur şimdi, Ebrehe’nin ordusuna mı yazılacaksın, Ebabil’in ordusuna mı?

43.

İçimi sıkıp sıkıp çıkan suyu mürekkep yapıp yazıyorum bu yazıyı. Rengi zaman zaman açılabilir de koyulaşabilir de yazdıklarımın. Şimdiden bilinsin ki kimse suç atmasın mürekkebe.

44.

Mezarlıktaki ağaçları kesince kan akacağını mı sanıyorsun da dokunamıyorsun onlara? En karanlık, en girilmemiş ormanın dibinde öyle görmüş geçirmiş ağaç bulamayacaksın benden söylemesi.

45.

Denizin mavisi gökyüzünden gökyüzünün mavisi denizden diyor kitaplar. Peki, grisi nereden geliyor? Denizin de bulutun da grisini yazmamışlar.

Sen de ben de havva ve âdemden geliyoruz. Havva’ya mı benziyorum Âdem’e mi? Ya sen hangisine benziyorsun? Kardeşliğimizin en büyük kanıtı dururken karı kocalık nereden?

Kediler ve köpekler peki? Onlar da havva ve âdemin kedi ve köpeklerinden mi geliyor? Nasıl çeşitlenmişler öyleyse?

Sorularım devam edecek. Sen düşün şimdilik.

46.

Aşk cehennemden düşen ateşti niye sürdün gözüne? Şimdi aşk olmadan yaşayamayacaksın.

Âşıksan yaşayacaksın değilsen gündüz gözüyle kör gece gözüyle sağır dolaşacaksın.

47.

Kör büyücünün kehaneti lanet diye yazıldığından yanlış yere yakanı bırakmıyor lanetler, düşüp kamburunu yere sürteceksin derin yanacak. Acını benden çıkartırsın diye korkmam ama bıraktığın deri parçalarından yeni senler çıkacak ondan korkarım.

Ormanın derinine dalarken sessiz ol ki anlamasınlar geldiğini. Sonsuza giden yola girdin artık kapılar açıldı, yer de açık gök de açık sana şimdi. Dualarını dürüstçe et ya yıldız olacaksın ya yanardağın dibinde mağma. Ne fark eder ikisinde de yanacaksın diye fısıldaşanlara sakın kulak asma, dibe gidersen dünyayı yakıp eriteceksin göğe gidersen yanında yörende ne varsa kim geçerse onu eriteceksin. Bil ki hepsinden sonra söneceksin. Mağma da olsan kül olacaksın yıldız da olsan kül olacaksın. Seç şimdi kum saati çevrildi.

Sen seçinceye kadar beş tane destan yazılacak yeryüzünde, siyah pelerinli adamın destanı, ulu ağaçların destanı, aşk perisi önünde tövbe edenlerin destanı, karanlıklara övgü düzenlerin kahroluşunun destanı, uzak gezegenlerden gelenlerin şerefine okutulan mevlidin hatırasına destan.

Herkes katacak bir hikâye destan oluncaya dek. Bil ki ben sadece yazıya geçiren olacağım, destanı yazacaklar o halk olacak.

Siyah pelerinli adamın destanını kısa tutmuşlar. Ben kolay yazayım diye. Bana ne dert… Ben bütün dizeleri yazarım yeter ki söylesinler.

Dediğine bakmayın yazarın şair kandı siyah pelerinliye son dizesini yazayım zaten anlarsınız

“bilmeyeceğime hiç inanmadan doğmuşum ben

Sen geldin karanlıklar daha bir zifirlendi

Gördüm, duydum, hissettim

Bileceğim,

Şimdi pelerinini ben giyeceğim,

sen bendim ben sendin zaten”

Ulu ağaçların uğultusunu duyanlar binyıllarca anlata anlata söylemiş onların destanını, ormanın derinlerinde kimsenin giremediği, girenin çıkamadığı bir orman daha varmış, orada toplaşırmış ulu çınarlar varsa misafir gelen kayınlar, selviler, cevizler. Ancak dönebilen kuşlar olmuş ama hiçbiri konuşamaz çıkmış oradan. Bülbül gibi konuşan kuşlar çıkınca derinden ne dedikleri anlaşılmaz olmuş, yavruları da öyle doğmuş o gün bugündür çeşit çeşit öten, sayısı bilinmez kuş gelmiş geçmiş bu âlemden ama hiçbiri ne demiş anlaşılmamış. Kuşu susturan, insanı döndürmeyen ağaç kavmi hala bir yerde, bir ormanın derininde toplantısını sürdürüyor demedi deme.

Aşk perisi önünde tövbe etmeye gelenlerin hepsi de âşık olmuş, dili aşktan yana yana kararmış meczuplarmış. Âşık olabilecek yerlerini kör etsin diye sıraya girmişler, aşk perisi elinde bir tutam kor kalplere sıvayıp sıvayıp göndermiş her geleni. Ateş sönünce kor da bitmiş sıradakiler aşktan yana yana kül olup dönmüş bir daha kendileri olamamış.

Karanlıklara övgü düzenler bir bir kahrolup gittiğinden kimse haber alamamış. Vagon vagon yüklenip götürülmüşler geceye doğru. Hiç ışık sızdırmaz panjurlarla kaplı camlarda trenlerin içinde yollanmışlar. Zaten karanlıkta olduklarından cezalarını anlamamışlar. Anlayamadan gündüz olmuş onlar da yerle bir.

Uzak gezegenlerden gelenlerin şerefine okutulan mevlit öyle dillere destan olmuş ki dize dize dilden dile nesilden nesile geçmiş. Konuşmayan canlılar gelmiş, dile gelmediklerini sananlar yanılıp gitmiş, hâlbuki düşünüp konuşurlarmış, insanı karınca sanarlarmış.

İşte destanlar yazıldı bitti, kum saatinin son tanesi boğazdan geçti, sıra sende, cennet de sende cehennem de.

48.

Seneler süren suskunluğa pencere açmak bu. Deli deli bağırıyorum şimdi laf edemiyorsunuz delilerden hesap sorulmaz diye. Bağladığınız eller kollar yerine yenileri çıkıyor görmüyorsunuz. Hiç yakalayamayacağınız eller kollar hem de.

Verdiğiniz ilaçlardan da yeni bir benlik çıktı benliğimde müteşekkirim size.

Yoktan varım hiçten değil.

Eşdeğerliğimizin kanıtını yok edince görüşeceğiz.

49.

Kim bilir kaç bin yıl öncesinin tanığıydım bu gece. Gökyüzüne bakarak uyudum. Atalarımın rüyalarına daldım ve çıktım…

50.

Adın da sanın da kayıp. Zavallı diye kayıt yaptırma bu masala da git mezar taşlarından isim seç. Zaten çoktan göçmüşler buradan korkma aynı kişiye rastlarsın diye.

Her güne bir isim var orada. Kimi gün Cengâver ol, kimi gün Raci. İsmini seçtiğin gibi taşıyacaksın ama. Raci olup eyvallahsız dolaşma meydanda peşine düşer ahali.

Celal olup al yanaklarla koşma ekmeğin peşinden vermezler bilirsin.

İşte böyle adını ne takarsan onu taşırsın unutma…

51.

Bu mektup hiç yazılmayacak.

52.

Masallara kötü kalpli cadı diye yazılacağım başka bir çarem kalmadı benim. Baksana içimden bir iyilik geçmez oldu. Yardım isteyene “edemem” dedim çıktım işin içinden. Benden bu saatten sonra sadece masallara kötü kalpli cadı olur.

53.

Sonuyla makbul hayatımı ellerimle heykel oyarak oyalıyorum çekiçsiz aletsiz. Tek işim bu. Yazımın dili kopsun yalanımdan, hepsi yalan. Sakin köyün sakinlerini ayaklandırdım az önce şimdi oradan göçüyorum gökyüzü caddelerine. Orada sergileyeceğim heykelleri. Düşerse bulutlar yağmur olur biter yenileri gelir hayallerin. Atın şimdi tabutları denizlere yüzsün dursunlar. Zamanı gelince geçip dinleneceğim. Birazdan senin zamanından da gideceğim yeni köyde yeni sakinleri ayaklandırmaya, hepsi inanacak yalanlarıma.

İşte gör! Ben artık müzede antik sanılan bir amforayım. Daha yeni şekillendim, fırınlandım, kirlendim, yolda bulanlar müzeye verdiler, antik sandılar yanıldılar.

Şimdi öğrendiniz inancınız yerlerle bir, zafer mutluluk mu? Yalanın zaferi batsın, Yazar’ın ruhu şad olsun!

***

Sürgüden Mektuplar’ın ilk iki bölümü için;

http://www.azizmsanat.org/2018/10/01/surgunden-mektuplar-bilgen-seven/

http://www.azizmsanat.org/2018/10/26/surgunden-mektuplar-ii-bilgen-seven/

Görsel: Mahkûm Gemisi (1864) – James Hamilton

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi131

Bunu paylaş: