Ahmet Say yazdı: Türkiye’de Müzik Sanatının Son Gelişim Evresi (1945-2016)

       Yurdumuzda müzik sanatının son gelişim evresi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin açıldığı yıla rastlayan 1945’ten başlayarak günümüze uzanan süreci kapsar. 1945’te İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Avrupa’da galibiyle mağlûbuyla bütün insanlar derin bir nefes almıştı.

       Bense 1945’te İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girmiştim. Demek oluyor ki benim müzik sanatıyla ilgili çalışmalarım da 1945’ten başlayarak günümüze değin sürdürdüğüm yılları kapsar.

       İstanbul’da yaşıyorduk. Babam matematik öğretmeni, annem felsefe öğretmeniydi. Bu yıllarda İstanbul aydınları (ki içlerinde zengin yoktu), eve bir piyano almayı adet edinmişti; dolayısıyla bizim evde de piyano vardı: Ablam birkaç yıl piyano dersi almış, sonra bırakmıştı. Ben de 1942 ile 1945 yılları arasında, genç bir Musevi piyano öğretmeni “Matmazel”den özel dersler almıştım ve söylendiğine göre hızlı ilerlemiştim. On yaşında, yani 1945 yılında o zamanki adıyla İstanbul Belediye Konservatuvarı’nın yetenek sınavını kazanınca konservatuvar öğrenimini, okul öğrenimiyle birlikte sürdürmeye başladım. O yıllarda, okul ve konservatuvardaki ders saatleri buna el veriyordu: Okulda dersler, öğleden sonra saat 15’te bitiyordu. Beyoğlu’nun Tepebaşı semtinde olan konservatuvara haftada iki kez, okuldan yaklaşık yarım saat içinde tramvayla gidiyordum. Piyano öğretmenim Verda Ün, teori ve solfej öğretmenim Demirhan Altuğ, sonraları armoni öğretmenim Raşid Abed’di. Bu çok değerli müzikçiler şimdi ışıklar içinde yatıyor.

       Böylece birkaç yıl geçtikten sonra, konservatuvardan ayrılmak zorunda kaldım: Bunun nedeni, acıklı bir aile olayının sonucudur: Kardeşim Mehmet, o yılların tıp bilimi tarafından tanısı konamayan bir hastalığa tutulmuştu. Sonunda doktorlar “kan veremi” üzerinde durdular (o zamanlar “Lösemi” bilinmiyordu.) Annem ve babam, giderek trajik bir hal alan Mehmet’in hastalığı karşısındaki ruh halimi düşünerek beni İzmir’de yaşayan ve ikisi de edebiyat öğretmeni olan teyzemle eniştemin yanına gönderdiler. Böylece İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndaki öğrenimim kopmuş oldu. Birkaç ay sonra bir gün, annem geldi İzmir’e. Annemin eriyip bitmiş, perişan halini görür görmez, kardeşimin öldüğünü anladım. Sonra annemle İstanbul’a döndük. Evin halini görünce bir darbe de orada yaşadım: Evimiz, sanki boşaltılmış gibiydi. Başta piyanom olmak üzere, dikiş makinesi ve halıların, İsviçre’den ilaç getirebilmek için satıldığını anlattılar bana. Yaşamımda müzikle ilgili ilk evre, böylece noktalanmış oluyordu.

Müzik yaşamımda Fikri Çiçekoğlu evresi

       Lise dönemini İstanbul Erkek Lisesi’nde okumayı sürdürdüm. Burada müzik öğretmenimiz olan, aynı zamanda keman sanatçısı ve çalışkan bir müzik eleştirmeni olan Fikri Çiçekoğlu’nun dikkatini çekmiştim: Öğretmenimiz, benim sınıf arkadaşlarımdan epeyce ileri bir müzik kültürüne sahip olduğumu kısa sürede fark etmiş, her dersin sonunda benimle ayrıca ilgilenmeye başlamıştı. Soruları üzerine Fikri Hocama, artık son bulan müzik öğrenimimle ilgili geçmişi anlatmıştım. O, içinde bulunduğum koşullarda müzikten bütünüyle kopmamı önlemek için, “iyi bir müziksever ve iyi bir dinleyici” olmamı bekliyordu. Bunun için bana müzik sanatının tarih içindeki serüveninden örnekler özetliyordu. Antik Yunan’dan günümüze, müzik sanatının gelişim basamakları üzerinde duruyor, böylece, tarih dersinde okuduğumuz Rönesans dönemini önemseyerek onu izleyen “barok dönem müziği”nin, “klasik dönem”in ve 19. yüzyıldaki “romantik dönem”in özelliklerini belirtiyordu. Hissettiğim kadarıyla Fikri Çiçekoğlu, bana köklü bir müzik sevgisi kazandırmak için bütün yolları denemekteydi. İstanbul’a gelen ünlü yabancı çalgı sanatçılarının, İstanbul Şehir Orkestrası eşliğindeki konserlerine gitmemi de lise yıllarında o öğütlemişti. O zamanlar orkestrayı, besteci ve orkestra şefi olan Cemal Reşit Rey yönetiyordu. 1950-54 yılları arasında, İstanbul’daki Saray Sineması’nda dinlediğim dünyaca ünlü solistler arasında şu isimleri hatırlıyorum: Fransız keman sanatçısı Jacques Thibaud, Alman piyanist Wilhelm Kempff, Çek keman sanatçısı Vasa Prihoda, Fransız piyanist Alfred Cortot, İspanyol viyolonsel sanatçısı Gaspar Cassado, Musevi asıllı Amerikalı keman sanatçısı Yehudi Menuhin

       Cemal Reşit Rey, ayrıca İstanbul Radyosu’nda da görev almıştı; 1949 yılından başlayarak “Radyo Senfoni Orkestrası” adı altında düzenli olarak haftada iki konser veriyordu. Bu konserleri radyodan dinleyenler arasında bizim sınıftan sekiz arkadaş vardı. Fikri Çiçekoğlu hocamız bize konser programını sorardı hep. Böylece konser programlarında yer alan eserlerin, müzik tarihindeki sıraya göre seslendirildiğini öğrenmiş oluyorduk.

Müzik sevgisi, yaygın bir inanç gibidir

       Fikri Hoca’mız, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başlıca ilkelerinin 1789 Fransız Devrimi’nden yararlanarak uygulandığını söylerdi bize. Cumhuriyetin geliştirdiği eğitim ve kültür kavrayışının sonucu olan eğitsel reformların “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”yla başladığını anlatırdı: Bu yasayla eğitim ve öğretimin ilkeleri bütünselliğe kavuşturulmuş, ders planları buna göre hazırlanmaya başlamıştı. “Müzik” dersi de bu sayede müfredat programlarında yer almıştı.

        Çiçekoğlu gerçek bir müzikçi olduğu için, Atatürk’ün kültür politikasına yürekten bağlıydı. Bize, bu kültür politikasından yola çıkarak 1924’ten sonra hızla kurumlaşmaya gidildiğini, Darülelhan’ın 1923’te batı müziği bölümüyle İstanbul’da yeniden açıldığını, 1924’te Ankara’da ortaöğretim için müzik öğretmeni yetiştiren Musiki Muallim Mektebi’nin hizmete girdiğini anlatırdı. Ve ardından, Osmanlı Devleti döneminde bir saray orkestrası özelliğinde olan Muzıka-i Humayun’un 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya taşındığını, adının “Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti” olarak değiştirildiğini söylerdi.

       Şu bilgileri de ondan öğrenmiştim:

       İstanbul’da 1926 yılında konservatuvara dönüştürülen Darülelhan, bu kez sadece batı müziği eğitimi vermeye başlamış, su kurum İstanbul Belediyesi’ne bağlanarak Milli Eğitim Bakanlığınca onaylanan programları uygulamıştı.

       Demek oluyor ki müzik sanatı, yurdumuzda artık bir eğlence aracı olmaktan çıkmaya başlamış,  özgür düşünce temelindeki yaratıcılık ortamına doğru ilerlemişti. Bu eğilim, Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı dolayısıyla verdiği söylevde açıkça dile getirilmişti.

       Fikri Hocamız, bu söylevin can alıcı kısımlarını sınıfa getirir, öğrencilerden birine yüksek sesle okuturdu. Biz de Atatürk’ün söylevinden alınmış bu bölümleri arkadaşımızın sesinden can kulağıyla dinlerdik. Şöyle diyordu Mustafa Kemal:

       “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır: Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan, Türk musikisidir. Bir ulusun yeniyi almasında ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki, yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel, son musiki kurallarına göre işlemek gerekir; ancak bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir ve evrensel musikide yerini alabilir…”

       Zil çalar, hocamız öğretmenler odasına doğru gider, ama sınıf dağılmazdı. Atatürk’ün söylevinde yer alan müzikle ilgili kısımları aynı arkadaş yeniden okurdu:

       “Arkadaşlar, en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan, Türk musikisidir! Bir ulusun yeniyi almasında ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir! Bugün dinletmeye yeltenilen musiki, yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır! Bunu açıkça bilmeliyiz!”

       Bir kere de ben, müzik dersinin başında ayağa kalkıp şöyle demiştim:

       “Hocam, Atatürk’ün Meclis’teki bu söylevinden sonra, ülkemizde neler değişti? Ne gibi uygulamalar yapıldı?”

       Fikri Hoca cevabı hemen yapıştırdı:

       “Söylevden 25 gün sonra, 6 Kasım 1934’te, Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında çalışan kurullar bazı temel kararlar aldı. Bu kararlar şöyledir:

       1) Bütün okullarda etkili bir çoksesli müzik uygulamasına yönelmenin başlaması.

       2) Halk katlarında opera, operet, konser, radyo ve plaklar aracılığıyla yeni beğeninin yaygınlaştırılması.

       3) Bestecilerin ve usta çalgıcıların yetiştirilmesi ve bu yeni kadroların devletçe korunması.”

       Bu son ilkeye ilişkin uygulama, Fikri Hocamıza göre aslında 1925 yılında başlatılmıştı: İlki 1925 yılında açılan yarışma sınavlarıyla devletçe sanatçı ve eğitimci olarak yetişmek üzere, Paris, Berlin, Budapeşte ve Prag’a, sayıları 10’u bulan genç yetenekler gönderildi.

       Burada bir ekleme yapayım: Söz konusu uygulama, 1940’lı yıllarda da sürdürülmüş, Suna Kan ve İdil Biret gibi üstün yetenekli çocuklarımız, öğrenim için Avrupa’ya gönderilmiştir. Aslında, alınan kararların hayata geçirilmesinin başlıca koşulu, kurumlaşmaya yeni bir yön vermekti.

       Hocamdan öğrendiğime göre hemen belirteyim ki, atılan ilk köklü adım, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasıdır. Ünlü Alman besteci Paul Hindemith’in Türkiye’ye gelerek verdiği raporlarla geliştirilen program çalışmaları sonucunda, Musiki Muallim Mektebi 1936 yılında konservatuvara dönüştürülmüştür. Musiki Muallim Mektebi ise önce konservatuvar bünyesi içinde kalmış, 1937 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’ne bağlanmıştır.

       Bu yıllarda “Riyaset-i cumhur Musiki Heyeti” de köklü değişiklikten geçmiş, şu yönleriyle dikkat çekmiştir:

       Orkestra, bandodan ayrılarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, “Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrası” adını almıştır. Bu topluluğun yeni adı yeterli gözükmesine karşın, kurumun işleyişine özerklik kazandıran 1957 tarihli yasayla orkestramız, “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası” adını almıştır. Avrupa’nın düzeyli orkestraları arasında sayılan Cumhurbaşkanlığı Senfoni, günümüzde haftalık düzenli konserlerinin yanı sıra, yurt içi ve yurt dışı konser turneleriyle de görev sınırlarını genişletmektedir.

       Ankara’daki bu senfonik orkestradan ayrılan bando ise 1933’te “Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası” adıyla önce şair Orhan Veli’nin babası Yarbay Veli Kanık’ın, 1935’te Fransa’daki öğrenimini tamamlayıp gelen İhsan Künçer’in yönetiminde kadrosunu ve repertuvarını geliştirmiştir.

Almanya’da müzik görgüsü (1954-1960)

       İstanbul Erkek Lisesi’ni 1954’te bitirdikten sonra, aynı yıl basın-yayın öğrenimi için Almanya’ya gittim. Bu yıllarda bütün Almanya’da 300 dolayında yurttaşımız vardı, onların da çoğunluğu, benim gibi öğrenciydi. İlk izlenimlerimi anlatayım: Benim gözlemlediğim Alman halkı 2. Dünya Savaşı biteli 8 yıl olduğu halde, savaşın korkunç etkilerinden hâlâ kurtulamamıştı. Sokaklarda meczuplar, sanki birazdan düşman uçakları gelip kenti bombalayacakmış gibi, gökyüzünü işaret ederek “Uçaklar! Uçaklar!. Sığınaklara kaçın, sığınaklara!” diye haykırıyordu. Oysa ben, ışıklar içinde, her yönüyle zengin bir Avrupa ülkesiyle karşılaşacağımı düşünüyordum. Hiç öyle değildi: Geceleri sokaklar aydınlıktı, ama Almanlar yoksuldu. Ben, sınırlı öğrenci parasıyla okula tramvayla giderken profesörler bisikletle giderdi. Asıl etkileyici olan, Rusya’daki esir kamplarından yeni dönmüş Almanlardı. Bu gözden çıkarılmış gibi gözüken, ama devlet tarafından korunan insanların yüzleri, gözleri, bedenleri, her şeyleri çökmüştü. Almancaları garipti, yalvarır gibi konuşurlardı. Mahalle içlerindeki “Gasthaus” denen lokantalara sabahtan gidip bir kenara oturur, akşama kadar bira içerlerdi.

       Ama tiyatrolar, konser salonları, operaevleri ışıl ışıldı ve her akşam dolup taşardı. Televizyonda da genellikle klasik tiyatro eserleri, konserler, kimi akşam da bir opera eseri yayınlanırdı.

       İstanbullu aydın bir ailenin çocuğu olarak ben, operaya hiç gitmemiştim. Çünkü İstanbul’da operaevi yoktu. Almanya’daki üçüncü yılımda artık tiyatroya gidiyor, konuşmaların çoğunu anlıyordum. Bu cesaretle operaya da gittim bir akşam. Opera sanatında sözler, ezgili olarak söylendiği için, konuşmaları bırakın, konuyu bile anlamadım. Koyun kaval dinler gibiydim. Üstelik opera meraklısı kimi Almanlar, yanlarında nota getirip nota sayfalarını kucaklarına açarak aryaları notadan izliyordu. Bu duruma düştükten sonra tabii ki Almanya’da operaya bir daha gitmedim.

       Almanya’da müzik kültürü kazanma konusunda en büyük şansım, tanınmış Alman müzikbilimci ve orkestra şefi Kurt Köhler’in evinde beş yıl gibi uzunca bir süre pansiyoner olarak kalmamdı. Bay Köhler, bir “Ortadoğulu” olarak benim Avrupa müzik kültürü hakkındaki bilgilerimi hayretle karşılar, eksiklerimi gidermeye çalışırdı. Bu yolda onunla tartışabilecek düzeye gelmek için epeyce kitap alıp okuduğumu belirtmeliyim.

Opera ve bale      

       Türkiye’ye dönelim: Fikri Hocam beni bu alanda da bilgilendirmişti: Opera alanındaki ilk yerli çalışmalar, 1934’te Adnan Saygun’un Taşbebek ve Necil Kâzım Akses’in Bayönder adlı eserlerinin sahnelenmesiyle başlamıştır.

       Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasından sonra, Opera Bölümü’nün başına ünlü Alman rejisör Karl Ebert’in atanması, yeni atılımlar getirmiştir: Ebert’in yurt dışından getirilmesine önayak olduğu seçkin öğretmenlerle Ankara Devlet Operası’nın sanatçılarını oluşturan genç kadrolar, üst düzey bir sanat eğitimiyle yetiştirilmiştir. Ayrıca, Konservatuvar bünyesinde kurulan “Tatbikat Sahnesi” (1940), opera temsilleri vermeye başlamıştır.

       Günümüzde de kullanılan Ankara Operaevi, ODTÜ’nün kurulmasından üç yıl sonra, 1948’de açılmıştır.

       Bale sanatına gelince… Türkiye’de bale sanatının kuruluş ve gelişiminde İngiliz Bale ekolü kadrolarından yararlanılmıştır. 1948’de İstanbul’da açılan bale okulu, kısa süre sonra Ankara Devlet Konservatuvarı’na taşınmış, konservatuvar ilk bale mezunlarını 1957 yılında vermiştir.

       Devlet Balesi’nin ilk temsili, İngiliz Robert Harrold’un koreografisini yaptığı, Manuel de Falla’nın Büyüleyen Aşk eseridir.

*

       Ankara’nın yanı sıra, İstanbul’da müzik sanatındaki gelişmeler de aynı paralelde gelişmiştir:

       Besteci ve orkestra şefimiz Cemal Reşit Rey, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda bir yaylı çalgılar orkestrası kurarak 1934 yılında halka açık konserler vermeye başlamıştır.  Bu girişimin gördüğü ilgiden sonra, Türkiye’nin ikinci senfonik orkestrası “İstanbul Şehir Orkestrası” adı altında kurulmuştur. Bu orkestra, İstanbul Filarmoni Derneği ile işbirliği yaparak dünyaca ünlü yabancı solistlerin gelmesini sağlıyordu.

       İstanbul Şehir Operası’nın kuruluşu ise gecikmiştir. Bu gecikmenin başlıca nedeni, İstanbul gibi büyük ve köklü bir kentimizde operaevinin bulunmayışıydı. Ayrıca, 19. yüzyılın ortalarından başlayarak İstanbul’a gelen yabancı opera topluluklarının özellikle azınlıklar arasında sağladığı doyum, yerli opera sanatının filizlenmesini erteletmiş olabilir. Şu gerçeği de belirtelim: Ağdalı konulu ve masraflı büyük opera eserleri yerine, genellikle müzikli tiyatrolar ve operetler, bu yöndeki gereksinimi karşılamıştı. Cumhuriyet döneminde bestecimiz Cemal Reşit Rey, müzikli sahne eserlerinde de verimli olmuş, kardeşi Ekrem Reşit Rey’in (1900-1959) sözlerini yazdığı bir dizi operet bestelemiştir: 3 Saat (operet-revü) ve Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz, Maskara ve Hava Cıva adlı operetler.

       Bu gelişmeler sonucunda İstanbul Şehir Operası, 1959 yılında kurulabilmiş, bu kurum ancak 1969’da “İstanbul Devlet Operası ve Balesi”ne dönüşebilmiştir. Öte yandan İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, 1972 yılında yeni ve düzeyli çalgı sanatçısı kadrolarla parlak başarılar kazanarak uluslararası düzeyine ulaşmıştır.

       İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndaki piyano öğretiminde son derece başarı gösteren Avusturyalı piyanist ve piyano eğitimcisi Ferdi Statzer (1906-1982), ülkesinde Mozarteum Müzik Akademisi’ni bitirmiş, Hitler’in Avusturya’yı işgali üzerine İstanbul’a yerleşerek yeni piyanist kuşakların yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bu değerli müzikçi, İstanbul’da ünlü tiyatro sanatçımız Bedia Muvahhit ile evlilik yapmıştır. ODTÜ’nün kurulduğu ve benim konservatuvara girdiğim 1945 yılında Statzer, İstanbul Belediye konservatuvarı’nın bütün sanatsal sorunlarına nezaret eden ve sorunları çözümleyen yetkili bir konumdaydı.

*

       Burada kadın müzikçilerimizin toplumdaki değerli yerine de değinmek gerekir:

       Yurdumuzun ilk kadın bestecileri, saraydaki geleneksel müzik çalışmaları içinde yetişmiştir. Bu dikkate değer olguyu saray dışına taşıyan kadın bestecimiz Leyla Saz’dır (1853-1936). Leyla Hanım, aynı zamanda iyi bir piyanistti. Şunu da belirteyim ki, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, yeni kuşaktan kadın piyanistlerimizin içinde, konservatuvar öğretmenliğine atanan değerli piyanist ve eğitimcilerimiz şöyle sayılabilir: Ferhunde Erkin, Bedia Dölener, Saime Eren, Rânâ Erksan.

       Günümüzde kadın müzikçilerimizin hem nitelik hem de sayı bakımından erkek sanatçılarla yarışacak bir düzeyde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

       Türkiye’de müzik eğitimi

       Müzik eğitimini, yöneldiği amaçlar ve gerçekleştirdiği işlevler açısından bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de üç ana dalda ele almak gerekir:

  1. Genel müzik eğitimi: İnsan formasyonunda vazgeçilmez bir yeri bulunan müziğin, okul öncesinden başlayarak genel eğitimin her aşamasında, uygar ülkelerde olduğu gibi, öğrencide bir “müzik kültürü” oluşmasına ve yurttaşların giderek bundan payını almasına yönelik biçimde uygulanan okul müzik eğitimine denir.

       Okul öncesinden başlayarak sürdürülen okul müzik dersleri, yurdumuzda uygulanan “4+4+4” sistemine göre, başlangıçta haftada iki saatti. İki yıl önce alınan kararla müzik dersleri haftada bir saate düşürülmüş ve sadece ilk üç yılı kapsayan dönemde uygulanır olmuştur.

  1. Amatör müzik eğitimi: Müziği ya da müziğin belli bir dalını, maddî kazanç gözetmeksizin yalnızca zevk için öğrenen kimselere yönelik eğitime “amatör müzik eğitimi” denir.

       Bu çalışmalarda yer alan öğrenciler, etkin bir müziksel katılım için zevk ve doyum sağlamaya ve bunu hayat içinde olabildiğince sürdürüp geliştirmeye ilişkin müziksel davranışlar kazandırmayı ve davranış değişiklikleri oluşturmayı amaçlar. (Bu noktada halkevlerine de değinmek isterim: Gerçek anlamıyla yaygın bir kültür-sanat eğitim kurumu olan Halkevleri, 1932’de kurulmuş, 1950’li yıllarda kaldırılmıştır.) Günümüzde ise halkın müziğe olan amatör ilgisini karşılamak amacıyla dernek, dershane ve kursların sayısı giderek artmaktadır. Başta büyük kentlerimizde olmak üzere, hemen her kentte kurulan “folklor dernekleri”, bu yöndeki gelişimin örnekleri arasındadır.

  1. Meslekî (profesyonel) müzik eğitimi: Yetenekli bireylerin müziği meslek olarak edinmeleri ve alanında uzmanlaşması için hayata geçirilen müzik eğitimine “profesyonel müzik eğitimi” denir.

       Bu tür eğitim veren kurumlar, “konservatuvar” adı altında, daha çok, 1945 sonrası evrede sayısal olarak artış göstermiştir: Ayrıca hemen belirtelim ki, üniversitelerimizin “müzik öğretmenliği” anabilim dalları da bu kapsamda görev yapmaktadır. Konservatuvarlarımız ise profesyonel besteci, çalgı sanatçısı, orkestra şefi, ya da opera ve tiyatro gibi sahne sanatları alanında sanatçılar yetiştirmektedir.

*

       Yakın tarihimize dönelim:

       1938 ile 1983 yılları arasında müzik öğretmeni yetiştiren “Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü”, uzun yıllar eğitsel etkinliğini sürdürmüş, YÖK’ün kurulmasından sonra, Gazi Üniversitesi’nin Gazi Eğitim Fakültesi’ne bağlanmıştır.

       1938 yılında öğretime başlayan “Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü” için, başlangıçta Hindemith’in önerisiyle bölüm başkanlığına, Almanya’da tanınmış bir müzikçi ve müzik eğitimcisi olan Eduard Zuckmayer getirilmiştir. Zuckmayer, müzik sanatında Türkiye’nin özgün halk müziğinden yararlanılması yoluna gitmiş, halk ezgilerinden yararlanarak bir eğitim müziği geliştirilmesini öngörmüştür. 1950’li yıllarda eğitim müziği konusunda kendisinin de çalışmaları olmuş, okul şarkıları bestelemiştir. Tanınmış eğitimbilimci ve araştırmacı Dr. Niyazi Altunya, Gazi Eğitim Enstitüsü’nü inceleyen geniş oylumlu çalışmasında, bu konuda şöyle bir yargıya varmıştır: “Gerek Türk müzikçiler gerek Zuckmayer tarafından hazırlanan okul şarkılarının kaba bir öykünme olduğunu savunanlar olduğu gibi, bunların olumlu bir başlangıç olduğunu savunanlar da vardı.”

       Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü, 1941 yılında hazırlanan ilk eğitsel programa büyük ölçüde bağlı kalarak öğretimi sürdürmüş, 1972 yılında Zuckmayer’in ölümüne değin program geliştirme konusunda yenileşmelere pek yönelmemiştir. Dr. Altunya’ya göre, “Bunda Zuckmayer baskısının etkisi olabilir, ama Türk müzik eğitiminden sorumlu olanların payı, kuşkusuz daha büyüktür. Bu konuda en olumlu katkılar, yine Müzik Bölümü’nün içinden gelmiştir.”

       Müzik eğitiminde program geliştirme konusunda, özellikle 1980’li yıllardan başlayarak uzun yıllar bölümün başkanlığı’nı yürütmüş olan Prof. Dr. Ali Uçan’ın geleceğe dönük program geliştirme çalışmaları, yurdumuzda olduğu kadar, Avrupa ülkelerinde de yankı uyandırmıştır.

       Günümüzde, üniversitelerin Eğitim Fakülteleri kapsamında “Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalı” adı altında öğretimi sürdüren birimlerin sayısı hem artmış hem de yurdun bütün bölgelerine dengeli bir şekilde yayılmıştır.

*

       Bestecilik gibi, öğrenim dönemi çok yönlü çalışma alanını içeren profesyonel öğrenimin yanı sıra, çalgı ve ses sanatçısı, ayrıca tiyatro sanatçısı yetiştiren konservatuvarlarımızın çoğalıp yurt çapında yaygınlaşması konusuna, İstanbul’un ikinci konservatuvarından başlayabiliriz: Profesyonel sanatçı yetiştiren bu değerli eğitim kurumu, Adnan Saygun’un desteğiyle 1971’de açılmış, daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Başkentte ise Ankara Devlet Konservatuvarı YÖK’ün kurulmasıyla Hacettepe Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Daha sonra başkentte orkestra şefimiz Prof. Hikmet Şimşek’in girişimiyle Ankara Üniversitesi’ne bağlı olan bir konservatuvar daha kurulmuştur.

       İlk Türk Müziği Devlet Konservatuvarı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bünyesinde 1975 yılında açılmış, bunu Ege Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuvarı (1984) ve Gaziantep Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuvarı (1989) izlemiştir.

       İstanbul’un köklü konservatuvarı olan İstanbul Belediye Konservatuvarı ise 1987’de İstanbul Üniversitesi’ne bağlanmıştır.

       1952 yılında İzmir Belediyesi ile kentteki müziksever çevrelerin yaptığı girişimlerin sonucunda, bu kentimizde 1954 yılında bir müzik okulu açılmıştır. Bu okul, 1958’de İzmir Devlet Konservatuvarı’na dönüşmüştür. İzmir’de yine bu yıllarda, amatör müzikçilerden, Belediye Bandosu’nun bazı üyelerinden, ayrıca konservatuvarın öğretmen ve öğrencilerinden oluşmuş bir senfoni orkestrası vardı. Bu topluluk, Filarmoni Derneği’nin aracılığıyla belediyeden sınırlı bir para yardımı alıyor, ancak savsaklamalar yüzünden çalışmaları aksıyordu. Bu sahipsiz orkestra, 1968 yılında dağıldı. 1975 yılında İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın kurulması ise kentin sanatsal gelişiminde önemli bir adım oldu. Aynı yılın başka bir önemli müzik kültürü olayı, 9 Eylül Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi’ne “Müzikbilim Bölümü”nün eklenmesidir. Prof. Gültekin Oransay’ın öncülüğünde kurulan bu müzikbilim bölümü, birçok fakülteye örnek olmuş, günümüzde yurdun hemen her bölgesindeki çok sayıda ilimizin üniversitelerinde de müzikbilim bölümleri açılmıştır.

*

       Askeri müzik ya da bandoculuk alanında Türkiye, Selçuklu dönemindeki “Tabılhane”lere kadar uzanan geçmişiyle yurdumuzda köklü bir askerî müzik etkinliğini sergiler. 1939 yılında Ankara’da Askeri Mızıka Okulu, 1949’da Askerî Mızıka Meslek Okulu açılmıştır. Günümüzde “Askerî Mızıka Hazırlama Okulu”ndan mezun olan çalgı sanatçısı müzikçilerimiz, sayısı 100 dolayındaki senfonik bandolarda görev almaktadır. Bando şefi yetiştirme işlevini ise 1963 yılından başlayarak günümüze değin Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki “Orkestra ve Bando Şefliği Anasanat Dalı” sürdürmektedir.

       Çalgı yapımı ve çalgı onarımı eğitimi, 1943 yılında Ankara’da Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na bağlı olan İkinci Erkek Sanat Enstitüsü’nde başlamıştır. Bu alandaki eğitim, 1970’li yıllarda Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nde “asistanlık eğitim alanı” niteliği kazanmıştır. Günümüzde Gazi Eğitim’de çalgı yapım ve onarım atölyesi, etkinliğini sürdürmektedir. Çeşitli müzik eğitimi kurumlarındaki “çalgı yapım ve onarım işlikleri”, eğitim amaçlı işlev kazanamamıştır.

       “Yüksek eğitim” düzeyinde bir bölüm programı çerçevesinde müzik teknolojisi eğitimine ise, uzun hazırlıklardan sonra Ankara Devlet Konservatuvarı’nda 1979 yılında açılan “Çalgı Yapım ve Onarım Bölümü”nde başlanmıştır.

       Günümüzde geleneksel müziklerimizde kullanılan çalgılar, ülkemizde küçük özel işliklerde üretilmesine karşın, Avrupa müzik kültürü kapsamındaki çalgıların üretiminde pek yol alınmamıştır. Bu çalgılar yurt dışından getirilmektedir.

       Türkiye’nin yurt dışına yönelik tek çalgı üretimimiz ise orkestralarda ve her tür çalgı topluluklarında kullanılan ünlü “Zilciyan zilleri”dir. Ne yazık ki bu çalgının üretim hakları günümüzde ABD’dedir.

Bestecilerimiz

       Cumhuriyet döneminde besteciliği temel uğraş edinen ilk bestecilerimiz “Türk Beşleri” olarak anılırlar. Oysa “Türk Beşleri”nden önce doğmuş ve 1945 yılı sonrasına kadar yaşayarak eserler üretmiş bestecilerimiz de vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:

       Edgar Manas (1875-1964), Mehmet Baha Pars (1877-1953), Zeki Üngör (1880-1958), Hüseyin Saadettin Arel (1880-1955), Ahmet Yekta Madran (1885-1950), Muhlis Sabahattin Ezgi (1876-1946), Hulûsi Öktem (1892-1959), Âli Sezin (1897-1950), Halil Bedii Yönetken (1899-1968), Seyfeddin Asal (1901-1955), Halit Recep Arman (1902-1982), Fuat Koray (1903-1981), Ziya Aydıntan (1904-1979).

       Müzik yazarımız ve eğitimcimiz Halil Bedii Yönetken’in bir yakıştırması olan “Türk Beşleri”, Avrupa ülkelerinde eğitim görmüş ve günümüz müzik yaşamına büyük katkılar getirmiş uluslararası düzeyde bestecilerdir: Cemal Reşit Rey (1904-1985), Hasan Ferid Alnar (1906-1978), Ulvi Cemal Erkin (1906-1972), Ahmet Adnan Saygun (1907-1991), Necil Kâzım Akses (1908-1999).

       Türk Beşleri’nin her üyesi, başlangıçta ulusalcı bir kavrayıştan yola çıkmış, yerel müziğimizin renklerinden yararlanmıştır. Bu bir ortak yöndür. Ancak sonraları, geleneksel müziklerimizden yararlanma özelliği giderek azalmış, bestecimizin her biri “ulusalüstü” kendi özgün duyuş ve düşünüşlerini geliştirmişlerdir. Bu da Türk Beşleri’nin ayrılan taraflarıdır.

       Cumhuriyet döneminin ilk kuşak bestecileri olan “Türk Beşleri”ni müzik yazarı Evin İlyasoğlu, özetle şöyle değerlendirir:

       “İlk kuşak için halk ezgilerinin derlenmesi ve notaya aktarılması, incelenip değerlendirilmesi, önemli bir kaynak oluşturmuştur. Avrupa’nın birçok ülkesinde 19. yüzyıl sonu ortaya çıkan ulusal kaynaklara yönelme akımının bir uzantısıdır bu başlangıç. Türk halk ezgileri ve geleneksel sanat müziğimizin makâmsal karakteri, aksak ritimler içindeki yapısı, yalnız bizim bestecileri değil, giderek dünyanın uzak köşelerindeki müzisyenleri de ilgilendirmektedir.”

       Bu değerlendirmenin yanı sıra, özellikle belirtilmesi gereken önemli bir noktayı burada belirtmemiz gerekir:

       “Türk Beşleri”, olarak bilinen bestecilerimiz, kendilerinden önce gelen Türk bestecilerinden yararlanmış değillerdir. Dolayısıyla Türkiye’de besteciliği başlatmışlardır. Bu açıdan müzik tarihimizde onların önemli bir yeri vardır.

       Burada “Türk Beşleri” ile aynı kuşaktan olan, ya da yaklaşık yakın tarihlerde doğmuş olan öteki bestecilerimizi de anmak gerekir:

       Ferit Hilmi Atrek (1908-2006), Nuri Sami Koral (1908-1996), Raşit Abed (1910-1968), Samim Bilgen (1910- 2005), Faik Canselen (1911-2009), Ekrem Zeki Ün (1910-1987), Kemal İlerici (1910-1986), Bülent Tarcan (1914-1991).

       Bir sonraki besteciler kuşağımız 1920’li ve 1930’lu yıllarda doğmuş olanlardır. Bu değerli bestecilerimiz yurdumuzda besteciliğin gelişimini iki temel yönde sürdürmüşlerdir:

  1. Eserlerinde genellikle yurdun özgün soluğunu yansıtmak isteyenler:

       Sabahattin Kalender (1919-2012), Nedim Otyam (1919-2008), Nevit Kodallı (1924-2009), Necdet Levent (doğ. 1924), Ferit Tüzün (1929-1977), Muammer Sun (doğ. 1932), Cenan Akın (1932-2006), Kemal Sünder (doğ. 1933), Yalçın Tura (doğ. 1934), Kemal Çağlar (1938-1996), Çetin Işıközlü (doğ. 1939), Sayram Akdil (doğ. 1940), Okan Demiriş (doğ. 1942), Sarper Özsan (doğ. 1944), İstemihan Taviloğlu (1945-2006).

  1. Eserlerinde yeni müzik akım, stil ve tekniklerini kullananlar:

       Bülent Arel (1919-1991), İlhan Usmanbaş (doğ. 1921), Ertuğrul Oğuz Fırat (1923-2004), İlhan Mimaroğlu (1926-2012), Cengiz Tanç (1933-1997), Ali Doğan Sinangil (doğ. 1934), İlhan Baran (doğ. 1934), Ahmet Yürür (doğ. 1943), Turgut Aldemir (doğ. 1943), Necati Gedikli (doğ. 1944), Ali Darmar (doğ. 1946).

*

       1950’den sonra doğmuş olan bestecilerimizin sayısında, 1960 ve 1970’li yıllarda doğan sanatçıların da katılımıyla büyük bir artış gözlenmekte, bu son kuşak bestecilerimiz, yurt dışında da seslendirilen eserleriyle başarı kazanmaktadır. Onların bir kısmı, çalışmalarını önce batı ülkelerinde sürdürmüştür: Perihan Önder Ridder (Almanya), Sıdıka Özdil (İngiltere), Betin Güneş (Almanya), Kâmran İnce (ABD), Muhittin Demiriz Dürrüoğlu (Belçika), Deniz İnce (ABD), Fazıl Say (Almanya ve ABD). Bu kuşağın bestecilerini doğum tarihlerine göre şöyle sıralayabiliriz:

       Turgay Erdener (doğ. 1957), Betin Güneş (doğ. 1957), Mehmet Aktuğ (doğ. 1959), Perihan Önder Ridder (doğ. 1960), Kâmran İnce (doğ. 1960), Nihan Atlı Atay (doğ. 1960), Sıdıka Özdil (doğ. 1960), Server Acim (doğ. 1961), Aydın Esen (doğ. 1962), Hasan Uçarsu (doğ. 1965), Mehmet Nemutlu (doğ. 1966), Özkan Manav (doğ. 1967), Fazıl Say (doğ. 1970).

Türkiye’de opera-bale ve seslendirme kurumları

        Günümüzde, Kültür Bakanlığı bünyesindeki Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne bağlı 6 opera ve bale kurumumuz vardır. Kuruluş sırasına göre bu kurumlar şöyle sayılabilir:

       Ankara Devlet Opera ve Balesi, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İzmir Devlet Opera ve Balesi, Mersin Devlet Opera ve Balesi, Antalya Devlet Opera ve Balesi, Samsun Devlet Opera ve Balesi.

       Türkiye, uluslararası düzeyde başarı kazanmış opera solistleri yetiştirmiştir. Bu alanda önde gelen sanatçılarımız arasında Leyla Gencer (soprano), Suna Korat (soprano), Ayhan Baran (bas) vardır.

       Dans sanatçısı Meriç Sümen, bale sanatının gelişmiş olduğu ülkelerde sahneye çıkarak başarı kazanmış bir sanatçımızdır.

*

       Günümüzde, Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak yerleşik ve düzenli konserler sunan senfoni orkestralarımız kuruluş tarihleriyle şunlardır:

       Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (yeni yasası 1957), İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (1972), İzmir Devlet Senfoni Orkestrası (1974), Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası (Adana, 1991), Antalya Devlet Senfoni Orkestrası (1996), Bursa Devlet Bölge Senfoni Orkestrası (1999).

       Köklü bir orkestramız olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, özellikle Alman sanatçı Dr. Ernst Praetorius’un şef olarak görev yaptığı dönemde (1939-1946) ve yine Alman bir şef olan Prof. Gotthold Ephraim Lessing döneminde (1963-1971) hem dünya ölçeğinde düzey kazanmış hem de repertuvarını zenginleştirmiştir. Bu değerli yabancı şefler, Türk bestecilerin eserlerinin seslendirilmesine önem vermiş, ayrıca Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası yurt dışında başarılı turneler gerçekleştirmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, birçok ilimizde toplam binden fazla konser veren CSO’yu çok sayıda yabancı şef yönetmiş ve orkestramız ünlü solistlere eşlik etmiştir.

       Senfoni orkestralarımız, yerli ve yabancı solistler ve orkestra şefleriyle işbirliğini geliştirerek konserlerini düzenli biçimde sürdürmektedir.

       Geçmişten günümüze, başarı kazanan orkestra şeflerimiz şu isimlerden oluşur: Hikmet Şimşek, Koral Çalgan, Gürer Aykal, Erol Erdinç, Rengim Gökmen, Cem Mansur, İbrahim Yazıcı, Naci Özgüç, Emin Güven Yaşlıçam, Ender Sakpınar, İnci Özdil, Orhan Şallıel, Nezih Seçkin.

*

       Ankara ve İstanbul Radyoları, daha sonra TRT, çalgı müziği ve koro müziği alanlarında değerli topluluklar kurmuştur. İstanbul’da Cemal Reşit Rey’in yönettiği Radyo Senfoni Orkestrası’nın yanı sıra, Ankara’da Gürer Aykal’ın yönettiği TRT Oda Orkestrası, konserleri ve ses kayıtlarıyla müzik yaşamımızda iz bırakmıştır.

       Ayrıca TRT, Süheyl Denizci yönetiminde bir “Hafif Müzik ve Caz Orkestrası” kurmuştur.

       Opera korolarının yanı sıra, Türkiye’nin ilk gelişkin çoksesli korosu olan TRT Çoksesli Korosu,  yine bu kurumun çatısı altında programlar yapmıştır.

       Türkiye’nin çok sayıda çalgı solisti, uluslararası podyumlarda sanatını onaylatmıştır: Geçmişten günümüze, yurt dışında başarı kazanmış çalgı solistlerimiz şöyle sayılabilir:

       Ayla Erduran (keman), Suna Kan (keman), Ayşegül Sarıca (piyano), İdil Biret (piyano), Verda Erman (piyano), Arın Karamürsel (piyano), Ergican Saydam (piyano), Ruşen Güneş (viyola), Saim Akçıl (keman), Hüseyin Sermet (piyano), Sevin Berk (arp), Erden Bilgen (trompet), Güher-Süher Pekinel (iki piyano), Elif-Bedii Aran (iki piyano), İsmail Aşan (keman), Gülay Uğurata (piyano), Gülsin Onay (piyano), Tunç Ünver (keman), Banu Sözüar (piyano), Gönül Gökdoğan (keman), Meral Güneyman (piyano), Mahir Çakar (korno), Ahmet Kanneci (gitar), Hülya Tarcan (piyano), Uğurtan Aksel (arp), Gülşen Tatu (flüt), Taşkın Oray (obua), Vedat Kosal (piyano), Şefika Kutluer (flüt), Muhittin Demiriz (piyano), Zeynep Yamantürk (piyano), Çağıl Yücelen (keman), Kamerhan Turan (piyano), Çağatay Akyol (arp), Yeşim Gökalp (piyano), Orhan Ahıskal (keman), Şölen Dikener (viyolonsel), Türev Berki (piyano), Fazıl Say (piyano), Emre Şen (piyano), Cihat Aşkın (keman), Toros Can (piyano), Tuncay Yılmaz (keman), Ufuk-Bahar Dördüncü (iki piyano), Mehveş Emeç (piyano), Benal Tanrısever (piyano), Özgür Aydın (piyano), Emre Elivar (piyano).

*

       Oda müziği alanında geçmişten günümüze yurtdışı ve yurtiçindeki konserleriyle başarı kazanan başlıca topluluklarımız şunlardır:

       Ankara Oda Orkestrası, Borusan Oda Orkestrası, Ancyra Oda Orkestrası, Akbank Oda Orkestrası, ENKA Oda Orkestrası, Ege Oda Orkestrası, İzmir Müzik Dostları Orkestrası, Başkent Oda Orkestrası, İstanbul Kuarteti, İstanbul Üflemeli Çalgılar Beşlisi, Fazıl Say Kuartet, Ankara Yaylı Çalgılar Dörtlüsü, Yücelen Dörtlüsü, Ankara Nefesli Sazlar Beşlisi, Anadolu Dörtlüsü.

*

       Koro alanındaki çalışmalar ise şöyle özetlenebilir:

       Ankara ve İstanbul radyoları, daha sonraki adıyla TRT, çalgı müziği ve koro müziği alanlarında değerli topluluklar kurmuştur. TRT, Ankara, İstanbul ve İzmir stüdyolarında programlar yapan üç ayrı gençlik korosu ve çocuk korosu kurmuştur.

        Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren Çoksesli Devlet Konosu, Ankara’da kurulmuş ve çalışmalarını yine başkentte sürdürmüştür.

       Koro müziğinde yurt dışında ödüller alan Çoksesli Müzik Derneği’nin başkanı ve koro yönetmeni Prof. Muzaffer Arkan’ın yönettiği koronun yanı sıra, Mustafa Apaydın’ın yönettiği Polifonik Korolar Derneği’nin kurduğu korolar, övünçle karşılanan konserler vermektedir.

       Geçmişten günümüze koro yönetmenlerimiz şöyle belirtilebilir:

       Muzaffer Arkan, Ahter Dönmez, Mustafa Apaydın, Elnara Kerimova, Gökçen Koray, Zarife İsmailova, Yeşua Aroyo, Saadettin Ünal, Suna Çevik, Sevim Ünal, Gülşen Şimşek, Müzeyyen Demirci, Taner Solukçu, Selahattin Evcil, Salih Aydoğan, Fatma Öz, Ayhan Çetin, Feruzan Esmergül, Yücel Elmas, Seval Irmak, Yıldız Külutku, Caner Ruhselman, Süreyya Çağlar, Fehamettin Özgüç, Cemil Genç, Ali Hoca.

*

       Çoksesli müzik yaşamımızda kurumsallaşmış birer odak konumunda olan uluslararası müzik festivallerinin işlevini unutmamak gerekir. Festivallerimiz, müzik vakıfları tarafından düzenlenmektedir. Festival ve müzik etkinlikleri konusunda düzenli katkı getiren müzik vakıflarımız şöyle sayılabilir:

       İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Sevda Cenap Müzik Vakfı, İzmir Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı, Zeytinoğlu Eğitim, Bilim ve Kültür Vakfı, Bursa Kültür, Sanat ve Turizm Vakfı.

Türkiye’de müzik araştırmacılığı

“Müzikoloji” de denen müzikbilimin başta gelen görevi, müzik araştırmacılığıdır. Müzik sanatında araştırmanın en önemli ve değerli konusu, “alan araştırması”, başka bir deyişle kırsal kesimde halk müziği çerçevesinde derleme yapmaktır.

       Türkiye’de müzik araştırmacılığı, üniversitelerdeki “Müzikbilim Bölümleri”nden çok, bu iş için kurulmuş kimi kurumlarımızda başlatılmıştır. Bunların ilki, 1926 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda kurulan “Tasnif ve Tespit Heyeti”dir. 1937 yılında ise Ankara Devlet Konservatuvarı’nda “Türk Halk Müziği Arşivi” kurulmuş, bu arşivi genişletmek için yapılan alan araştırmalarıyla binlerce halk müziği ezgisi derlenmiştir.

       Arşiv alanında Ankara ve İstanbul radyolarında tasnif edilmiş durumdaki eser arşivlerini de önemsemek gerekir. Söz konusu değerli arşivleri, TRT’de 1964’te kurulan  “Repertuvar Kurulları”nın özenle yerine getirdiği çalışmalar izlemiştir. Ayrıca, 1966 yılında Türk Folklor Kurumu ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak “Millî Folklor Enstitüsü” kurulmuştur.

       Müzik araştırmacılığı alanında konservatuvarlarımız ve Eğitim fakülteleri Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalları’nda yüksek lisans ve doktora düzeylerinde açılan programlarla çalışmalar, yeni boyutlar kazanmıştır. Bu kapsamda özellikle konservatuvarlarda eserler üzerine değerli “analiz” çalışmaları yapılmaktadır. Müzik eğitimi alanındaki program geliştirme ve benzeri temel konulardaki araştırmaların getireceği katkıların, müzik yaşamımızı etkileyeceği düşünülmektedir.

       Araştırmacı ve müzik yazarı olarak cumhuriyet döneminde değerli çalışmalar yapmış olan Mahmut Ragıp Gazimihal (1900-1961) ile Opera Tarihi adlı geniş çalışmasının yanı sıra, yüzlerce bildiri ve makalesiyle araştırma alanında Türkiye’nin temel direklerinden biri olan Cevat Memduh Altar’ı (1902-1995) anmak gerekir.

       Müzikbilim alanında araştırmalarıyla etkin olan ve ayrıca büyük kentlerimizdeki müzik etkinliklerini izleyerek gazete ve dergilerde değerlendirme yazıları yazan müzik yazarlarımızı şöyle belirtebiliriz: Ethem Ruhi Üngör, Faruk Yener, Panayot Abacı, Üner Birkan, Fikri Çiçekoğlu, Daniyal Eriç, Filiz Ali, Leyla Pamir, Faruk Güvenç, Asım Cem Konuralp, Önder Kütahyalı, Evin İlyasoğlu, Şefik Kahramankaptan, Cem Behar, Onur Akdoğu, Edip Günay, Ahmet Yürür, Necati Gedikli, Turgut Aldemir, İsmail Bilen, Yetkin Özer, Fırat Kutluk.

Ahmet Say

Bunu paylaş: