Kırmızı Fotoğraf Makinesi – Sude Özben

Kırmızı Fotoğraf Makinesi*

Annemin çok beğenerek aldığı, üzerinde sapları birbirine geçmiş güllerin olduğu takvim; Nisan ayının son günlerine uzanıyordu. Takvimle uyumlu olan çiçekli elbisemi giymiştim o gün, üzerine yemek dökmekten delicesine korktuğum beyaz bir yakası vardı. Camdan dışarı baktığımda kömür grisi bulutlar evde olmama rağmen içimi üşüttü. Yatağımın ucunda asılı duran kırmızı örgü hırkayı üstüme geçirdikten sonra, kollarımı kaldırdığım için yukarı çıkan eteğimi annemin gösterdiği gibi kibarca aşağı çektim; önce sağa, sonra sola…

Oturma odasına sessizce geçerken annemin mutfakta olduğunu mırıldanma seslerinden anladım. Tam da onun yanına gitmek için mutfağa girecektim ki, kapının kolunu tutar tutmaz ağır bir yemek kokusu geldi burnuma. Hızlıca uzaklaştım ben de kapıdan ama çok ses çıkarmış olmalıyım ki, annem kapının önünde durduğumu fark etti. “Asena, sen misin kızım?”

Bu soru üzerine cevap vermeyince annemin nasıl kaşlarını çatıp ellerini üstündeki mutfak önlüğüne sildiğini görür gibi oldum. Mutfaktan çıkıp o yemek kokusunu tüm eve yaymaktı amacı, tam o kapıyı açacakken bağırmaya başladım. “Anne! Elbisemin yemek gibi kokmasını mı istiyorsun?” Ellerimi önüme siper etmiş bir şekilde devam ettim. “Çabuk, çabuk kapat kapıyı.” Zaten annem kapıyı kapatmadan oturma odasına koşmuştum.

Mutfak kapısının kapanma sesini duyunca tam derin bir oh çekip kendimi kanepeye fırlatacaktım ki aklıma elbisem geldi. Kanepenin önünde aniden durup elbisemi kırıştırmamaya çalışarak oturdum. Öyle ya, bu elbiseye bir şey olmamalıydı. Bugün ayın 29’u, doğum günüm yarın. Doğum günümde giyeceğim elbiseyi bugün giymiştim çünkü babam beni gezdirmeye söz vermişti dün akşam. Ama saat 4 olmuştu bile, duvar saatinin sallangacına bakarken beni almaya gelmeyecek diye düşündüm. Önce sağa sonra sola… Hep uykumu getirirdi bu kahverengi sallangaç… Uyuyabilirdim, gelmeyecekti.

Kapının vurulma sesiyle açtım gözlerimi. Yemek kokusu tüm eve (ve muhtemelen benim elbiseme de) sinmişti. Kanepede uyuduğum için kırışmış elbiseme aldırmadan sırtımı döndüm kapıya. Babama o kadar kızmıştım ki beni almaya gelmediği için, tüm komşuları kapının önüne dizecek kadar yüksek sesle bağırmak istedim. Ama babam geldi, önümde eğildi ve arkasındaki hediye kutusunu çıkarıp burnumun ucuna koydu. “Mutlu yıllar prenses.”

30 Nisan sabahı tam da hayal ettiğim gibiydi. Kırmızı ayakkabılarımı giymiş, boynumda babamın hediye ettiği kırmızı fotoğraf makinemle dolaşıyordum ortalıkta. Ay bugün ne kadar şıkmışım, babam neredeymiş, annem neden güne gelmemiş, onların da fotoğraflarını çeker miymişim… Tüm ilgiyi üzerime topladıktan sonra sıkılıp babamın yanına gitmek istedim. Dışarıda olduğunu biliyordum ama kahvelerde değil de ara sokaklara bakmak geldi içimden. Fısıltıları takip ede ede, bir sürü adamın duvar önünde toplandıklarını gördüm. Babam da oradaydı, beni fark etmesinler diye iyice sindim bulunduğum duvarın dibine. Bir fotoğraf çekip gitmekti niyetim, ama o sırada büyüklerin konuştuğu şeylerden birazını duydum.

            “Taksim Meydanı…”

            ” Saat 5…”

            ” Kemal Türkler…”

    Yine büyük işi konuşuyorlardır diye ayrıldım oradan. Akşama kadar bulduğum her şeyin fotoğrafını çektikten sonra eve geldiğimde, gece uyumak zor olmamıştı. Odamın aralıklı kapısından görebildiğim sallangaçlı saate bakarak uyuya kalmıştım her zamanki gibi. Gördüğüm son şeydi o sallangaç; önce sağa, sonra sola…

1 Mayıs 1977, Taksim Meydanı’nda saat 19.00’da Kemal Türkler konuşmasını bitirdikten sonra bir sessizlik oluştu. İnsanlar gelen tehlikenin farkında değildi, sadece 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlanıyordu. Alkış seslerinden evvel silah sesleri aldı sessizliğin yerini. Binalardan gelen silah sesleri o kadar aralıksızdı ki, çıkan binlerce kurşunun sesi birleşip tek ses olmuştu. Kapana kısılmış hisseden ve neler olduğunu anlayamayacak kadar korkmuş insanlar panik içinde önce sağa sonra sola kaçışıyorlardı. Tam da dehşetin sınırına gelindiği zannedildiğinde, Taksim Meydanı’nın girişinden gelen panzerler de kalabalığı Kazancı Yokuşu’na itmeye başlamıştı.  Silah sesleri insanların çığlıklarını bastıracak kadar güçlüydü. İnsanların birbirlerini ezerek veya panzerler altında kalarak can verdikleri o gün, İşçi Bayramı’ydı.

Kazancı Yokuşu fotoğraf makinemin kırmızısına boyanıp, cesetlerle süslenmişti. Kimse anlayamamıştı nedenini veya kimin yaptığını. Hiçbiri umurumda değildi, ben sadece babamın neden hala eve gelmediğini merak ediyordum. Oturma odasındaki sallangaçlı saat zaman öldürmeye devam ediyordu, babam hala yoktu.

Mutlu yıllar babaları Kanlı 1 Mayıs’ta katledilen çocuklar.

KANLI 1 MAYIS OLAYI

28 kişi ezilme veya boğulma nedeniyle,

5 kişi vurularak,

1 kişi de tamamen panzer altında kalarak yaşamını yitirdi.

130 kişi yaralandı, 470 kişi de gözaltına alındı.

1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI

Gözaltına alınan kişiler ateş açanlar değildi, olamazlardı çünkü polisler Taksim Meydanı’nda kapana kısılmış olan halktan hayatta kalanları karakola götürdü. Sular İdaresi’nin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır. Tarihi kayıtlara göre hükümet, katledilen insanların ailesine geçerli bir sebep sunamadı.

Türk tarihine eklenen, “gelecek nesillerin gurur duyacağı” bir gün daha, 1 Mayıs 1977’de Kazancı Yokuşu’na işçilerin kanıyla yazıldı. Öyle ya, nezarethaneler kadar morga ihtiyaç vardı 80’lerde. “Ama belki başka bir baharda, kahramanları farklı bir hikâye başlar. Yeniden…”

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi101

Bunu paylaş: