Kıyametin Ortasında Bir Aşk: Perfect Sense – Melis Kasar

Kıyametin Ortasında Bir Aşk: Perfect Sense*

Bir an durup dünyada sizin için en çok neyin önemli olduğunu düşünün. Para? Ev? İyi bir araba? İşiniz, aileniz ve dostlarınız? Pekala çoğumuzun aklına gelmeyen ve aslında sahip olduğumuz en önemli şeyler… duyularımız. Hani denir ya bazı şeylerin değeri kaybedildikten sonra anlaşılır diye. Perfect Sense, boşluk duygusunu hissederek durup bir kez daha bunu düşünmemizi istiyor bizden.

Yönetmen koltuğunda Young Adam, Mister Foe, Spread filmlerinden hatırladığımız David Mackenzie var. 2003 yapımı Young Adam filminin başrolü Ewan McGregor‘u Perfect Sense‘de bir kez daha başrolde izlerken ilk olarak Bertolucci‘nin son başyapıtı The Dreamers‘ın Isabelle’i olarak akıllarımıza kazınan, 2006 yapımı Casino Royale‘de de Vesper Lynd karakteriyle hatırladığımız güzel oyuncu Eva Green eşlik ediyor kendisine.

Kısaca bahsetmek gerekirse; bir kıyamet filmi diyebiliriz Perfect Sense için. Türkçe’ye çevrilmiş ismine (Yeryüzündeki Son Aşk) aldanmayın çünkü bir aşk filmi değil. Hemen hemen bütün filmler gibi aşk da onun bir parçası sadece. Bildiğimiz kıyamet filmleri gibi değil yalnız. Doğal afetlerden, teknolojinin dünyayı ele geçirmesinden ya da zombi saldırılarından çok daha farklı, kendi içimizde hissedeceğimiz bir felaketi ele alıyor. Yönetmen, karakterlere eşlik etmemizi sağlayarak seyircinin dışarıdan değil de, kendi bakış açısından izlemesini istiyor filmi.

Filmin başında karakterlerimizi tanıyoruz, bir şef aşçı ve bir epidemiyolog. Şefimiz Michael, okuduğum yorumlara göre Issız Adam filminin Alper’ini anımsatmış izleyenlere. Uzun ilişkilerden kaçınan, tek gecelik ilişkilerle hayatını sürdüren bir adam ki filmin ilerleyen dakikalarında bize geçmiş aşklarından birini anlatıyor. Birlikte olduğu kadınlara karşı vurdumduymaz ve kaba davranmasının bir açıklaması olarak belki de. Diğer bir yanda eski sevgilisine duyduğu nefreti insanlara yaklaşmamakla dışa vuran epidemiyolog Susan var. Bir hastaları sayesinde Susan ve ekibi öğreniyor salgını ilk olarak. Hastalığın nereden başladığı, nasıl yayıldığı, tedavisi olup olmadığı gibi sorular cevapsız bırakılıyor. Geçmiş kederleri bir anda hücum eden insanlar önce müthiş ağlama nöbetleri geçiriyor, daha sonra koklama duyularını kaybediyorlar. Bu da filmin geri kalanı hakkında bir ipucu yakalamamızı sağlıyor. Her kaybedilen duyunun bir belirtisi olduğu. İlk adımda seyirci, ne hissedeceğini bilemiyor. Çünkü karakterlerimiz oldukça sakin. “Koku duyusu olmadan yaşanır elbette” havasındalar. Olup bitenleri idrak etmeye başladıklarında salgın hızla yayılmakta. Bu arada karakterlerimiz tanışıyor ve henüz aşık olup olmadıklarına karar veremezken birlikte oluyorlar. Buradan sonra filmin gidişatı sıradan bir hal alıyor. İnsanlar farklı nöbetlerle tat ve duyma duyularını da kaybettikten sonra sessizleşiyor ortam. Gördüğümüz şey çaresizlik, sükûnetin içindeki kaos ve terör.

Filmin sonuna doğru bir duyunun daha kayboluşuna tanık oluyoruz. Keder ve kızgınlık değil bu sefer belirtiler, mutluluk ve sevdiklerine minnettarlık gösterme isteği. Böylece görme duyusu da yok oluyor ve burada Beyaz Perde’nin bize sunduğu imkanlar tükeniyor. Sadece karanlık var. Onların göremediğini biz de göremiyoruz, sadece hissetmeye çalışıyoruz ve film burada noktalanıyor. Londra’nın kasvetli havası mı yoksa vermeye çalıştığı çaresizlik hissi mi daha hüzünlendirici bilemiyorum ama bazı filmler vardır, bitince garip bir his bırakır içinizde, sonrasında ne olacağı üzerine bir merak.. Kapanış müziği gelince bir an için öylece bakarsınız. Perfect Sense de öyle bir film işte. Son sahnede bekleyip de göremediğiniz o umut ışığı olanları daha iyi anlamanızı sağlıyor.

Pek çok salgın filminde kendimize sorduğumuz “Ya gerçek olsaydı, ne yapardık?” sorusundan farklı bir soruyla karşılaşıyoruz bu sefer: “Sahip olduklarımızı kaybetseydik, yaşayabilir miydik?”. Ve tabii aşk sahnelerinin de filmin büyük bir kısmını içerdiğine şüphe yok. Aktarılmaya çalışılmış bir duygu daha görüyoruz bu sahnelerde, iki insanın duyularını kaybederken ayakta tutmaya çalıştıkları bir sevgi. Aşkın, duyular olmadan sürdürebileceği fikri oldukça yaratıcı. Dokunma duyularını da kaybettikleri zaman ne olacağı ise hayal gücümüze bırakılıyor. Sanırım bu yüzden etkisini son sahneden hemen sonra gösteriyor film.

Zaman kaybı değil, bir şeyler hissetmeye ihtiyacınız olduğunda izlenmesi gereken bir film. Zengin bir senaryosu yok ama ilgi çekici bir hikayeye ve iyi oyunculuklara sahip, müzikleri de oldukça başarılı. Shutter Island filminin müziklerinden hatırladığımız Max Richter, besteleriyle içimize işliyor. Karanlık havası ve açıklanmadan bırakılmış noktalarıyla Children of Men etkisi yaratabilecek, finaliyle seyirciyi kendi düşünceleriyle baş başa bırakan oldukça yoğun bir film Perfect Sense.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2012

Bunu paylaş: