Kara Şövalyenin Yükselişi ve Nolan’ın Gerici Sulara Düşüşü – Onur Keşaplı

Kara Şövalyenin Yükselişi ve Nolan’ın Gerici Sulara Düşüşü* 

Hollywood’un yaratıcılık konusunda dünya sinemasının gerisinde kaldığı gerçeğini herhalde hiç kimse reddedemez. Eski yapımların yeniden çevrimleri, çizgi roman uyarlamaları ve stüdyo sisteminin özellikle ilk yıllarını hatırlatacak kadar klişe senaryolarla ilerlemeye çabalayan Amerikan sineması, bu kısır döngüyü genel anlamda nasıl kıracak bilinmez ancak “yeni bir dahi çocuk” buldukları da bir gerçek. Memento gibi hatırı sayılır bir kitle tarafından kült film mertebesine çıkarılan bir yapıt başta olmak üzere akıl dolu bir senaryo ve kurguyla işlenmiş Prestij ve tüm dünyada süratle fenomene dönüşen Başlangıç gibi filmlerin yaratıcısı, senarist/yönetmen/yapımcı Christopher Nolan‘dan söz ediyoruz. Adeta tek başına Hollywood’un rüştünü kitlelere ve eleştirmenlere ispatlarcasına başarılı, daha da önemlisi yaratıcı yapımlara imza atan yönetmenin ne ilginçtir sinematografisinde başı çeken filmleri ise hem bir çizgi roman uyarlaması hem de yeniden çevrim olan Yarasa Adam serisi olarak göze çarpıyor. Bu işleri farklı ve ilerici kılan ise Christopher Nolan’ın senaryo yazarlığındaki gücü. Yeni seride Yarasa Adam, dönemin aksiyon sinemasının genel ruhundan da beslenerek daha gerçekçi, karakter olarak ayakları daha çok yere basan, derinlikli ve senaryo açısından katmanlı bir yapıyla ortaya çıktı. Akılcı bir kurgu ve kusursuz bir teknik beceriyle son dönem dünya sinemasının en iyi örnekleri arasında gösterilen Batman Begins ve The Dark Knight filmleri, çocuk izleyicilere indirgenen çizgi roman dünyasını her yaş grubundan ve özellikle çizgi romana mesafeli izleyicinin de beğenisini toplayabilecek şekilde bir etki yarattı. Öyle ki geçtiğimiz ay gösterime giren serinin üçüncü ve -şimdilik- son filmi The Dark Knight Rises, izleyiciler ve eleştirmenler tarafından adeta koşullanmışçasına övgüye boğuldu. Peki, bu film hem yönetmenin filmografisinde hem de üçlemenin bütünlüğünde tam olarak nerede duruyor, bu soru üzerine yoğunlaşalım.

Yarasa Adam, yani Bruce Wayne, birçok çizgiromandaki kahramanların aksine insanüstü güçler yerine büyük bir malvarlığına ve üstün bir zekaya sahip. Bu özelliğiyle diğerlerinden, en azından işin ciddiliği hususunda ayrılan ve olgun duran kahraman, aynı zamanda karanlığın temsili, salt iyilikten daha fazlasını barındıyor. Christopher Nolan işte bu veriler üzerine oldukça ciddi, gerçekçi, katmanlı bir öykü ve olay örgüsü kuruyor. İzleyiciyi şaşkına çeviren – bu kez zamanın ruhuna aykırı olarak- bilgisayara mümkün olduğunca az başvurarak yapılan özel efektler değil, senaryonun yüksek ve şaşırtıcı ritmi, karakterlerinin hemen hepsinin derinlemesine ele alınması. Oldukça varlıklı ailesi, daha çocukken gözünün önünde öldürülen Bruce Wayne’in hikayesinin merkezinde de bu olay ve olayın gerçekleştiği yozlaşmış bir metropol, Gotham (Gotik Amerika’dan türetildiği söylenir) var. Bruce Wayne, bir süper kahramana dönüştüğünde şehrin tüm hücrelerine sinmiş olan yozlaşmışlığa karşı savaşıyor. Tüm filmlerde de arka planda bunu görüyoruz. Yine tüm filmlerde, belki de Yarasa Adam’ın kötü kaderi olarak, ondan daha çekici, daha zeki kötü adamlar var karşımızda. İlk filmde aynı zamanda Bruce Wayne’i eğiten kişi olan Ra’s al Ghul yozlaşmış şehirleri insanlık adına tarih boyunca haritadan silen bir örgütün başı olarak karşımızda. Gotham’ı topyekün yoketmek isteyen, artık şehrin kurtarılamayacağını düşünen kötü adama karşı Yarasa Adam ise şehrin hala bir şansı olduğunu öne sürüyor. İkinci filmde bu kez anarşinin en inceliklisini kullanıp, şehrin yozlaşmışlığını şehrin ta kendisine çevirerek yıkımı planlayan Joker’e karşı Yarasa Adam, düzen içinde iyileştirmeler uğruna kendi varlığını bile karanlığa terk edebiliyor. Görece muhalif bir kahraman var karşımızda. Bu karakterlerin gelişimi de oldukça inandırıcı. Bir çizgiroman uyarlaması için radikallikler bunlarla sınırlı değil, örneğin ana akım izleyicinin pek de alışık olmadığı kadar sıklıkla süprizler barındıyor, seyirciyi ters köşe yapmaktan adeta zevk duyuyor yönetmen. İlk filmde Ra’s al Ghul’un kimlik şaşırtmacası ve özellikle ikinci filmde Joker’i alt etmek için yapılan tüm planların daha zeki ve umulmadık planlarla bozguna uğrayışı ve “iyiliğin mutlak zaferi”ne izin vermeyen bir son… Tüm bu veriler ışığında Nolan’ın söylediği üzere seriye noktayı koyacak üçüncü filmde beklentiler doğal olarak yüksek. Kötü adamların gölgesinde kalan Kara Şövalye’nin karşısında bu kez, çizgi romanlarda genel olarak silik kalan, zekadan çok fiziksel yıkıcılığa dayalı bir kötü adam, Bane var. Heath Ledger‘ın unutulmaz oyunculuğuyla tarihe kazınan Joker gibi bir kötüden sonra kim gelse eksik kalır ancak Nolan’ın senaryosunda Bane tam tersi işliyor. Kara Şövalye Yükseliyor adlı filmde izleyici açılışta Bane’in hem somut hem de simgesel yükselişine tanık oluyor. Söylentiye göre Bane, Ra’s al Ghul’un varisi olarak efendisinin yarım kalan işini, Gotham’ı yok etmeyi tamamlamaya geliyor. Şehrin yozlaşmışlıktan arınması için kendini karanlığa bırakan Bruce Wayne ve Yarasa Adam’ın yeniden sahne alma zorunluluğu doğuyor böylece. Kötülüğün yenilmez gücü olarak aktarılan Bane yine izleyicilerin alışık olmadığı-ancak çizgiroman okurlarının Knightfall serisiden bildiği- bir biçimde kahramanımızı fiziken ve ruhen çökerterek zaferini ilan ediyor. Film bu noktaya kadar oldukça güçlü, ancak buradan sonra Kara Şovalye yükselirken senaryonun süratli düşüşü başlıyor. Bir anda Hollywood klişeleri bombardıman gibi yağıyor. Tamamen tükendikten ve dünyanın bir ucunda ölüme bırakıldıktan sonra, yaşlı ve bilgi bir adamın oldukça yüzeysel yol göstermesiyle(Monte Kristo Kontu’nu en son Ezel’de görmüştük!) aniden yenilmez bir hal alıveriyor Yarasa Adam. Böylece Nolan, itinayla inşa ettiği ve izleyiciyi fiziken yenilmezliği konusunda inandırdığı Bane’i süratle sıfırlıyor. Rocky 3’ü izleyenler hatırlayacaktır, Clubber’a karşı hezimete uğrayan Rocky birkaç ay sonra aynı adamı tuhaf taktiklerle perişan ediyor ve bu haklı olarak gülünç bir seyirlik halini alıyor. Neredeyse aynı gerçekdışılıkta bir gelişmeyle bunu yeni Batman serisine koyduğunuzda, bu seriyi ilerici kılan gerçeklik algısını da kırmış oluyorsunuz. İlk filmde Ra’s al Ghul’u, ikinci de ise Joker’i karakterlerini zedelemeden yok eden yönetmen Bane’in ölümünün çekildiği sahnelerde sette değil miydi sorusunu sorduracak kadar sığ bir son veriyor kötülerin kötüsü olarak sunulan Bane’e. Ama Nolan bununla da yetinmiyor; ilk iki filmde ustaca işleyen izleyiciyi şaşırtma burada havada kalıyor. Siz Bane’i önce sıradan bir adama çevirip sonra da aslında tüm bu yıkım planlarının onun değil bir başkasının olduğunu, Bane’in ise sadece aşkının -filmdeki senaryo aktarımda sübyancı denilebilecek bir yaş farkı var- peşinden, aşkı uğruna bunu yapıyor derseniz bu olsa olsa haftada doksan dakikalık dizilere yakışır. Bir de o kız Ra’s al gul’un kızıysa ve babasının örgütünün amacından farklı olarak vasat bir kötülük timsali olan intikam duygusuyla hareket ediyorsa üç filmi birbirine bağlamak uğruna destansı ilk bölümler de dibe çekilmiş olmaz mı? Bitmedi; çizgiromanı oldukça radikal bir uyarlamayla beyazperdeye akrarıyorsunuz, ikinci bölümde esas kızı öldürüyorsunuz ve genel olarak iyiliğin kesin bir zaferine olanak tanımayarak, kısacası ana akım sinemanın olmazsa olmazı “arınma”ya izin vermiyorsunuz ama üçüncü bölümde gerçekten ustaca bir planı olan kötülük karşısında en azından kendini feda etmeden galip gelmesi pek de mümkün olmayan kahramanımızı öldürür gibi yapıp öldürmemek yetmezmiş gibi bir de Kedi Kadın’la evlendirme çabasına bürünüyorsunuz. Yarasa Adam’ın yardımcısı Robin’i zorlama bir biçimde filmin sonunda kullanarak hem gelecek filmlere dair hayranların duygularını okşuyorsunuz hem de hikayede en ufak bir soru işareti, ya da mutlu sonu gölgeleyecek en ufak bir karanlığa izin vermeden izleyicileri aksiyona boğarak boşalma sonra koşullanmış bir beğeniye sürüklüyorsunuz. Açıkçası izleyiciler olarak, Nolan gibi usta bir yönetmenden çok daha radikal ve derinlemesine işlenmiş bir sonu hakediyoruz. En azından kendi yarattığı, şuana kadar yapılmış en başarılı çizgiroman uyarlaması olan Batman serisi bunu hakediyordu; olmadı.

Kimi mantık hataları ve yukarıda bir nebze de olsa sıraladığımız senaryonun klişeleşme tuzaklarının ötesinde filmi sıkıntılı kılan başat unsur ideolojik arka planda göze çarpıyor. Aslında ikinci filmde bu gerici bakış açısının donelerini görmüştük. Suikast silahları üzerine çok da gerekli olmayan bir diyalogda Amerikan malı silahların Çin malı silahlardan daha iyi olduğunu duyduktan sonra, ABD’li yetkililere göre usülsüz işler yapan Çinli bir işadamının bizzat Yarasa Adam tarafından Çin’den kaçırılarak Amerika’ya getirilmesi gibi CIA kokan bir operasyonu görmüştük. Ama asıl olay filmin sonunda, kötü adamları/anarşistleri/teröristleri yakalamak uğruna özel hayatı hiçe sayan bir iletişim teknolojisinin Yarasa Adam tarafından kullanılmasıydı. Aygıtın mucidi Bay Fox’un etik olmayan bu davranıştan ötürü istifa etmesi ise en azından bu duruma dikkat çekmesi açısından önemliydi. Ama bu süreç üçüncü filmin başında Fox’u aynı yerinde ve görevinde durduğu görene kadar sürdü. Serinin kötü adamları tarafından ilk filmde kısmen, ikinci filmde açıkça dile  getirilen anarşizm fikri üçüncü filmde Bane ile biraz daha kontrollü olmak kaydıyla, anarşist bir damara da sahip bir devrime dönüştü. Bane’in halkın yönetime el koyması, yer altında ve alt katlarda yaşayanların üst katlarda yaşayan büyük hırsızlardan çaldıklarını geri alması olarak nitelediği bu hareketin neyi çağrıştırdığı ortada. Gotham’da idareye el koyan Bane, bütün varlığıyla özel mülkiyetin eşit paylaşımını dile getiren konuşmalar yapıyor ve kurulan devrim mahkemeleri üst katlarda yaşayanları yargılıyor. Gerçekten de kapitalizmin küresel kriziyle birlikte yavaş yavaş başlayan ve Mihail Bakunin‘in “Ekonomik eşitlik olmaksızın verilen politik eşitlik bir teranedir, bir sahtekarlıktır, bir yalandır; ve işçiler yalan istemiyorlar” sözünden hareketle Amerika’da, sistemin kalesi Wall Street’i İşgal Et hareketini yapanlar kendilerini, üst sınıftan zengin yüzde 1lik kesmin sömürdüğü yüzde 99 olarak adlandırarak eşitsizliğe karşı hoşnutsuzluklarını dile getirdiler. Bu durum elbette Amerika’yı bir süre de olsa sarstı, eylemcilerin toplumsalın bir kesiminden destek bulması ise sistemi ürküttü. Christopher Nolan da korkmuş olacak ki bütün bu eylemleri eşkıya, yağmacı, barbar olarak betimlemekten geri durmamış. Bane’in devrimi her noktasıyla karikatürize edilerek şeytani bir eylem olarak resmediliyor. Öyleki büyük malikanelere hücum eden halkın gösterildiği sahnelerdeki ölçek ve planlar anti Sovyet filmlerinde Kışlık Sarayı basan Bolşevikleri görmeye alıştığımız planların ve kurgunun aynısı. Soğuk Savaş’ı ısrarla bitirmek istemeyen ve düşmanının ölüsünden bile korkan, daha doğrusu kitleleri korkutmayı sürdürmek zorunda olan Hollywood’un hala kanlı canlı olduğu görülüyor ne yazık ki. Filmin ve serinin sonunda, Bruce Wayne’in uğruna pelerinli ve kulaklı bir kostüm kuşandığı Gotham’daki yozlaşmışlık sona erdi mi, hayır! Halk daha adil ve eşit bir yaşam biçimine kavuştu mu, hayır! Ama Gotham halkı ve tüm dünya birkaç şeyi öğrendi; devrimler sadece anarşi doğurur, eşitlik diye bir şey olmaz, daha büyük bir otoriteye boyun eğmek en doğrusudur, halk iktidarı denilen şey yağmacılıktan ibarettir, devlet aygıtına güvenmeliyiz, adaleti, eşitliği, çözümü ve iyiliği hayırsever zenginlerin vicdanına bırakmalıyız zira onlar doğrusunu bulacaktır, ve son olarak Tanrı Amerika’yı korusun!

Tüm bunların bir yazıya konu edilmesinin sebebi yeni olmaları değil, böyle bir yönetmenden beklenmedik bir tutum oluşu. Böylesine bir senaryo gücünün nasıl yaratıcısı tarafından terkedildiği, günümüzde pek rastlanmayan bir sinematografik yetinin nasıl gericilik için kullanılıyor oluşudur bize bu yazıyı yazdıran. Christopher Nolan’ı bir çokları Stanley Kubrick‘le kıyaslıyor hatta onu yeni Kubrick olarak tanıtıyorlar. Teknik bilgi, senaryo disiplini olarak Nolan’ın Kubrick’ten eksik bir yanı muhtemelen yok, ancak Nolan ruhunu şeytanvari stüdyolara teslim etmişken Kubrick bizzat stüdyoların şeytanı olup onlara kök söktürüyordu. Nolan radikal hamlelerinden para ve ün geldikçe uzaklaşmaktayken Kubrick bunun aksine ün ve para geldikçe izleyici daha uçlara taşıyordu. Son olarak Kubrick’in filmografisinde gedik yokken Nolan’da artık, Kara Şövalyenin Yükselişi sayesinde, kocaman bir gedik var.

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2012

Bunu paylaş: