Raf: Bir “Namus Anıtı”, Halit Refiğ… – Nedim Akar

27. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne Karılar Koğuşu adlı filmle katılan Halit Refiğ, Yusuf Kurçenli ile “En İyi Yönetmen” ödülünü paylaştı. Karılar Koğuşu “En İyi Film” dalında Altın Portakal alırken, baş kadın oyuncusu Hülya Koçyiğit’e de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Bunun yanında “En İyi Yardımcı Kadın/Erkek Oyuncu” ödüllerini de yine aynı filmdeki rolleriyle Ayşegül Ünsal ve Tuncer Necmioğlu aldılar. Böylece Karılar Koğuşu filmi festivalden toplam beş ödül almış oldu.

Filmin yönetmeni Halit Refiğ’in festival öncesi ve sonrasında yaptığı açıklamalar, bizi böyle bir yazı yazmaya zorladı. Bu yüzden öncelikle Refiğ’in neler söylediğine ve bunların neden böylesi bir zorunluluk doğurduğuna bakalım.

Festival sonuçları belli olduktan sonra Cumhuriyet Gazetesi’nin Refiğ ile yaptığı röportajda “Talihsiz” denilebilecek açıklamalarla karşılaşıyoruz. Refiğ, “yarışmaları sanatçı haysiyetine aykırı” bulduğu halde “… kabullenmek zorunda kaldığını” söylüyor. Ama kendini yarışmanın havasına kaptırmadan da edemiyor. Yusuf Kurçenli’nin filmi Karartma Geceleri’yle öyle bir rekabete giriyor ki, Antalya’da sanki İstanbul’un rövanşı yaşanıyormuş havası oluşuyor. Bilindiği gibi 9. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Karartma Geceleri, “En İyi Türk Filmi” seçilmişti. Konuyla ilgili olarak Kurçenli’nin 2 Ekim Salı günü Güneş Gazetesi’nde çıkan sözlerini aynen aktarıyoruz: “… Asıl çarpıcı olan, Refiğ’in kazanmasına rağmen tatmin olmaması. Bu noktada sanıyorum tüm tepkisi Karartma Geceleri’ne dönük. En İyi Yönetmenliği benimle bölüşmesi O’nun için ne ifade ediyor bilemiyorum. Ama herhalde kendisi, rövanşı yeterince alamamış olarak görüyor. Sanırım O’na göre, Antalya’da Karartma Geceleri’nin esamesi okunmamalıydı. Beş ödül almış bir filmin yaratıcısı olarak bu tatminsizlik bana çok tuhaf geliyor. Sanki bu 30 yıllık birikimin değil de, 300 yıllık gerilimin ifadesi.”

Ayrıca “sanatçı haysiyeti”nden söz eden birinin “bir punduna getirip Kemal Tahir ile Rıfat Ilgaz’ı karşılaştırması ve Ilgaz’ı İnek Şaban’ın yazarı olarak nitelendirmesi” ne kadar haysiyet düşkünü olduğunu kanıtlıyor. Rıfat Ilgaz gibi saygın bir sanatçıyı yarattığı “İnek Şaban” tiplemesi ile alaya alarak düzeysizliğini gösteriyor Refiğ. Acaba sadakatle bağlı olduğu Kemal Tahir’in Mayk Hammer romanlarına yaptığı katkılardan böyle söz edebilir mi? Bilindiği gibi Mayk Hammer çok tutunca, Kemal Tahir de bu diziye ek olarak üç tane roman yazmıştır.

Refiğ, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki aynı röportajda, Karartma Geceleri’ni 12 Eylül’e göndermelerde bulunmakla suçlayıp, “bunu gerçekçilik anlayışına uygun” bulmadığını söylüyor. Oysa kendi Kemal Tahir hayranlığının hangi boyutlara ulaştığını göremiyor. Karılar Koğuşu’nu yaparken 1940’lı yılları anlatmak yerine, Kemal Tahir’e ihanet pahasına “Kemal Tahir’i anlatabilmek” istiyorsa, Kemal Tahir fetişizminin gözlerini kör ettiğini söylemekten başka bir şey kalmıyor, geriye. Bir yandan “herhangi bir fikir ve gaye uğruna gerçekleri değiştirmemek önemli” derken, öte yandan gerçekleri ne yazık ki, kendi subjektif amcaları uğruna değiştirip, Kemal Tahir’i dilediğince kullanabiliyor. Örneğin, Kemal Tahir’in yaşarken yayımlamayı düşünmediği hatta, bitirmediği Karılar Koğuşu adlı romanını, Refiğ alıp kendi kafasına göre tamamlıyor ve Karılar Koğuşu’nu çekiyor.

“O yıllarda 12 Eylül döneminde olduğu gibi, işkence ön planda değil” saptaması, gerçeklik anlayışının, “Sansaryan Han”ı göremeyecek kadar sığ olduğunu kanıtlıyor. Sansaryan Han’ı mı dediniz? Orası kutsal bir mabettir. Oraya gidenlere işkence yapılmamış(!), tırnakları sökülmemişir(!) Bu saptama üzerine kendisine, “40’larda işkence yok mu? Örneğin meşhur Sansaryan Han’ı ne yapacağız?” sorusu yöneltiliyor. Alınan cevap, üstadın aynı zamanda usta bir demagog olduğunu da gösteriyor: “O yıllarda en tehlikeli insan Nazım Hikmet. Okuyun, parmağına dokunmamışlar. Filmini seyredenler ‘Hapishane pansiyon gibi bir yermiş’ diyorlar. O zamanlar öyleymiş. Bir nevi sürgün daha çok.”

Refiğ, bununla da yetinmeyip daha da ileri gidiyor ve 12 Eylül öncesindeki devrimci mücadeleye, devrimci şiddet eylemlerine de dil uzatıyor: “12 Eylül’den sonra durum farklı. Adam öldürülüyor, devlete karşı örgütlü faaliyet var. Yani insanlar yazdıkları için değil, bomba attıkları için işkence görüyorlar.” (Güneş Gazetesi) Yine Cumhuriyet röportajında “12 Eylül döneminde insanlar şiir, roman yazdığı için, devletin resmi görüşüne aykırı düştüğü için işkence görmüyor, çok başka meseleler var. Devlete karşı örgütlü, dışarıdan kaynaklanan terör hareketleri, şiddet olayları var” diyor. Refiğ’e bakarsanız, “İşkencenin hukuki bir yol olup olmadığı tartışılır. Ama meseleyi karıştırmamak lazım”(!) Çünkü “meseleyi karıştırırsak” altından devletin işkenceci yüzü çıkabilir.

Bunların yanı sıra “Avrupa kapılarının kapanmaması için işkencenin Türk kültürünün bir parçası olduğu teması ısrarla işlenmekteyken, böyle bir iddiaya mesnet teşkil edecek çalışmayı gerçekten kendi inançlarım çerçevesinde yanlış bir şey olarak görmekteyim” diyor. Beyefendinin bir sorunu da, “Kol kırılır, yen içinde kalır” ilkesine uyulmaması. Yoksa “Avrupa kapıları” yüzümüze kapanır. O’na, işkence sonrasında kangren olmuş bir kol görüp görmediğini, o dayanılmaz kokuyu duyup duymadığını sormak gerekiyor.

“Yarışmaları sanatçı haysiyetine aykırı bulduğu” halde, “… kabullenmek zorunda kaldığı” için H. Refiğ bir “NAMUS ANITI”dır. Çünkü, “zorunda kaldıkları için” her bir şeylerini satılığa çıkaranların ayrımı yoktur. Sosyo-ekonomik yapısı “zorunda kalmadığına” ilişkin bazı ipuçları vermekteyse de “O kadar kusur, kadı kızında da olur” deyip, üstadı fazla üzmemeliyiz!..

*Tavır dergisinin Ocak 1991 tarihli 5. sayısında yayımlanmıştır.

Bunu paylaş: