Angelopoulos’un Ölümü ve İnsanın Yazgısı Üzerine – Hakan Savaş

Angelopoulos’un Ölümü ve İnsanın Yazgısı Üzerine* 

Rezalet. Albert Camus‘nun henüz kırk yedi yaşındaki ölümünün ardından kaleme aldığı yazısında, bu ölüme neden olan trafik kazasını, insancıl dünyada, en derin ihtiyaçlarımızın uyumsuzluğunu (absürtlüğünü) gösterdiği için “rezalet” olarak nitelendirmişti Sartre. Belki de bu yüzden, Theo Angelopoulos‘un ölüm haberini duyduğumda aklıma gelen ilk sözcük rezalet oldu. Öyle ya, modern sinemanın ve buna bağlı olarak auteur sinemasının Avrupa’daki son büyük temsilcilerinden birisi, ustası olarak anılan bir yönetmenin, “Ağlayan Çayır” ve “Zamanın Tozu”nun (Üçüncü Kanat) ardından üçlemesinin son filmi olan “Öteki Deniz”in çekimleri sırasında geçirdiği trafik kazası sonucunda ölmesi en az Camus’nun ölümü kadar uyumsuz, arsız bir rezaletti. Buna neden her iki sanatçının da aynı nedenle, bir trafik kazası sonucunda ölmesi değil elbette. Nasıl Camus yalnızca iyi, başarılı bir yazar değilse, aynı zamanda “çağının vicdanı” olarak görülmüş ise, Angelopoulos da yalnızca yönetmen değildi… Ya da yönetmen olduğu kadar dünya görüşü ve ideolojik kimliğiyle bir siyaset adamı, edebiyata olan düşkünlüğü ve sahip olduğu duyarlılıkla bir şair, zamana, tarihe bakışı ve yorumlayışıyla bir tarih felsefecisi ve bir düşünürdü.

Böylesine çok yönlü bir insanın ölümünün ardından onun sanatı, sineması için kuşatıcı, eksiksiz bir yazı yazmanın, ondan geriye kalanları cümlelere sığdırmaya çalışarak derleyip toparlamanın hayli zor olduğunu biliyorum. Ama “ölenin mezarına koy/yaşamak için söylediği sözcükleri / yerleştir başını onların arasına…” diyen Paul Celan‘ın dizelerinden güç alarak, onun yaşamak için görüntü diline çevirerek söylediklerine -hatta ömrü vefa etmediği için söyleyemediklerine bile- tutunabilirim. Söyleyemediklerine bile dedim çünkü, eğer yaşasaydı 18 Şubatta aramızda olacak ve İstanbul Psikanaliz Derneği’nin düzenleyeceği bir etkinliğin konuğu olarak bize “zaman”dan ve “ayrılık”tan söz edecekti.

Öyleyse zamandan ve ayrılıktan söz edelim. Issız, kimi zaman yağmurlu ve kasvetli kimi zaman aydınlık bir deniz kıyısında – ki o deniz Ege’dir, Akdeniz’dir – çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk imgesi karşılasın bizi. İşte o çocuğu zaman olarak görür, adlandırır Angelopoulos: “Eğer kendi sinemamı tanımlamam gerekseydi”  der bir söyleşisinde “bunun geçmiş zamana ve şu anda akan zamana, zamanın kendisine dair bir sinema olduğunu söylerdim (…) Zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur. Filmimin karakterleri zaman ve mekan içinde, sanki zaman ve mekan yokmuşçasına yolculuk ederler. En önemli soru şudur: Yarın ne kadar sürecek?” Bu sorunun yanıtı “Sonsuzluk ve Bir Gün”dür. Kumsaldaki çocuk imgesi yerini kansere yakalandığını öğrenen ihtiyar bir şaire (Alexander) bırakır. Tedavi olmak için hastaneye yatmak yerine, ömrünün son gününde yıllar önce kaybettiği karısının (Anna) hayaliyle yağmurlu bir denizin kıyısında dans ederken dünü, geçmişi bugünde yaşayan Alaxander, o soruyu bir kez daha hatırlar:

-Anna yarın hastaneye gitmeyeceğim. Gitmeyeceğim Anna. Gitmeyeceğim…Yarın için bir plan yapalım. O yabancı bana hep aynı müzikle  cevap verecek. Ve bana sözcük satacak biri her zaman olacak. Yarın. Bir seferinde yarın ne kadar sürer diye sormuştum. Sen de demiştin ki: Sonsuzluk     ve bir gün kadar.

-Seni duyamadım ne dedin?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar…

-Anna. Anna… Bu gece ben de öbür tarafa geçiyorum. Sana geri getirdiğim sözcükle    birlikte geleceğim Anna. Geleceğim. Geleceğim…Her şey gerçek.  Ve    her şey bekliyor. Gerçek için. Benim küçük  çiçeğim.  Yaban.  Benim  küçük  çiçeğim. Gerçek     için… Gerçek için… Gerçek…

Gerçek, karanlık bir denize benzeyen sonsuzluğun ölüm; hayatın anlamının, yani sevginin ise bir gün olduğudur. Sorun ise ertelenen; geniş zamanlar umarken yarınlara ertelenen sevgilerin dar vakitlere kalışı… Kariyer, iş-güç, meslek, sanat,  şiir ya da başka bir ideal için hayatı, sevmeyi erteleyen bencillikle tüketilmiş bir ömrün sonunda anlamını yitirmiş, oraya buraya dağılmış sözcüklerle ne söyleyeceğini bilemeden öylece kalakalan, kekeleyen insanın aczidir sorun… Zaman nedir sorusunun, “Sonsuzluk ve Bir Gün”deki karşılığı yalın bir hüzündür ancak Angelopoulos’un hüznünde umutsuzluk yoktur, çünkü Albert Camus’nun dediği gibi, Akdeniz’in tragedyası Kuzey Avrupa’daki gibi sislere değil güneşe bağlıdır ve bu coğrafyanın tarihinde umutsuzluk bile hep güzellik içinden, güzelliğin insanı  ezen  yanından  varılmış  bir  umutsuzluktur.  Ölmeden  önce   tamamlaması gereken şiirin kayıp sözcüklerini arayan şairin bulduğu son sözcük en acımasız olan sözcüktür: “Argathini.” Gecenin en derinindeki karanlıktır Argathini, her şey için çok geç kalınmış olmanın çaresizliğini duyuran hakikattir. Ama bu sözcüğü şaire veren, getiren de kaçak, göçmen bir çocuk ve o çocuğun gözlerindeki umuttur. Yarına, geleceğe, şiirin tamamlanacağına, güzele, güzelliğe inanmaktan vazgeçmeyen bir umut…

Angelopoulos’un ilk uzun metrajlı filminden (Yeniden Canlandırma, 1970) yarım kalan son filmine (Öteki Deniz) varıncaya kadar aslında tek bir sorunun yanıtını aradığı için “son”u olmayan tek bir film çektiği de söylenebilir. Bir söyleşisinde “Bizler zamanın içinde sürekli hareket ederiz. Bu yüzden filmlerimin bittiği yere ‘Son’ yazmam, yalnızca ilk filmimde vardır bu ibare, bir daha koymadım.Tek bir büyük film üretiyorum ve benimle birlikte bitecek o film de…” diyen de kendisidir. Öyle sanıyorum ki, Angelopoulos’un sinemasını var eden o tek soru her zaman olduğu gibi çok basit-kolay göründüğü için hemen hiç bir zaman sormaya tenezzül etmediğimiz ve aslında belki de yanıtı en zor olan sorudur: “Sevmeyi neden bilmiyoruz?”

“Sonsuzluk ve Bir Gün”ün bu can alıcı soruya verdiği yanıt dar zamanları bahane edip geniş zamanlar umarak ertelenen sevgiler ise, “Ağlayan Çayır”da verilen yanıt da “ayrılık”tır.

Argathini’den, gecenin kör karanlığında her şey için çok geç olduğunu fark etmeden hemen önce bulunan kayıp sözcüklerden birisidir ayrılık: Xenitis’tir. Yabandır, yabancıdır xenitis, kendisini hiç bir zaman evinde hissetmeyen, içinde hep bir sıla özlemi taşıyan ama hiç bir yere ait olmayan, olamayan insanın sürgünlük acısı; mülteci, göçmen yarasıdır. Xenitis, aslında Angelopoulos’un ta kendisidir çünkü şu sözler ona aittir: “Nedenini bilmiyorum ama kendi ülkemde kendimi içsel bir sürgünde hissediyorum. Bu tamamen kişisel bir duygu… Henüz evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım yeri bulamadım.” Sevmeyi bilmeyişimizin, beceremeyişimizin nedeni coğrafyadan da milliyetten de ayrı,  bağımsız  olan bu  yalnızlık,  yersiz  –  yurtsuzluk,  sürgünlük  duygusu değildir.

John Berger‘in dediği gibi, yaşadığımız yüzyıl (yirminci yüzyıl) her zaman hoşçakal dediğimiz yolculukların, ayrılıkların yüzyılıdır. Ancak bu yüzyıl keyifli gezmelerin, yolculukların değil zorlamayla yapılan; açlığın, savaşın, siyasi ya da ekonomik nedenlerle yapılan göçlerin, yalnızca hayatta kalmak için yapılan zorunlu yolculukların ve kayboluşların yüzyılıdır. Yakınlarının, sevdiklerinin kayboluşunu çaresizce izleyen insanların yüzyılı… “Ağlayan Çayır” bir film olduğu kadar ayrılığa yakılmış bir ağıttır. Angelopoulos için ayrılık yalnızca coğrafi ya da siyasi sınırlarla anlamı belirlenebilecek bir sözcük değildir. Her ne kadar arka planda toplumsal değişim ve çalkantılar izlense de asıl acı veren, zor olan ayrılıklar önce kişinin kendisinden uzaklaşması, kendine yabancılaşmasıyla başlayan sonra da iki insan,  iki gönül arasında (anne-çocuk, kardeş ya da sevgili) yaşanan ayrılıklardır. Tarih değişir, toplum değişir, duvarlar yıkılır, siyasi sınırlar yeniden çizilir ama insanın insanla, insanca iletişim kurabilmesini engelleyen duvarları yıkmak daha zor olandır.

“Zamanın Tozu” ile zor olanın üstesinden gelmeye çalışır Angelopoulos ve kayıp sözcüklerin ilkini çağırır: “Korfulamu.” Sözlük anlamı çiçek göbeği olan “korfulamu”nun Yunanca yan anlamları sevgiyi, şefkati, dinginliği işaret eder; annesinin kucağında uyuyan bebeğin huzurudur ki, Angelopoulos da “Zamanın Tozu”nda yirminci yüzyılın başında doğmuş sonunda vefat etmiş olan annesinin yüzyılını anlattığını söyler. Sevmeyi bilmeyişimizin nedeni ayrılıklardır, sürgünlerdir ama önemli bir başka neden de geçmişimize sahip çıkmayı, kendimizle yüzleşmeyi bilmeyişimizdir. Oysa geçmiş ölü bir zaman değildir, bugünde, şimdide yaşar ve içinde yaşadığımız anı anlamlı kılar. Angelopoulos zamanı nasıl anlamlandırdığını  şu sözleriyle aktarır: Geçmiş, geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdi  ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş, sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizdeki geçmiş, şimdidir. Geçmiş, bugünün bir parçasıdır çünkü hatıralar geçmişe değil bugüne aittir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur.” İki büyük dünya savaşının külleri yirminci yüzyılın üzerine yağarken Angelopoulos her şeye, her yere sinen, çöken “Zamanın Tozu”na dokunur ve izleyicisini yirmibirinci yüzyılın eşiğinde, Brandenburg  kapısının önünde bırakır. Filmin bu son sahnesinde küçük Eleni (gelecek) ihtiyar Spyros’un (geçmiş) elini tutar ve lapa lapa yağan kar altında çocuk sevinciyle elele, birlikte koşarlarken “hiç bir şeyin sona ermediğini, ermeyeceğini…” duyarız. Tam da bu fikre içimiz ısınmış, alışmışken üçlemenin son filmi olan “Öteki Deniz” yarım kalır ve Angelopoulos, yaşarken yaptığı gibi ölümüyle de aynı şeyi bir kez daha yaparak “son” yazmaz.

Aslında onu sinemanın “auteur” olarak adlandırılan ustalarından; Antonioni, Bergman, Bunuel, Tarkovski, Godard, Kurosawa gibi yönetmenlerden ayıran şey, biraz da onun ölümüyle ortaya çıkan duygudur. Bergman bizde hayranlık uyandırabilir, Antonioni’ye ve Godard’a saygı duyarız, Bunuel bir dehadır, Tarkovski şiirseldir ama hiç bir auteur Angelopoulos kadar “sevgi” uyandırmaz. Belki de onun ölümünün ardından oluşan bu duygu yalnızca bana aittir, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki o da metafiziğe yüz çeviren hatta metafizikten tiksinen bir çağın çocuğu olarak büyüyen Angelopoulos’un sorulması gereken asıl soruyu, yani “sevmeyi neden bilmiyoruz? ” sorusunu sorduğu ve yalnızca son dönem filmlerinde değil “Avcılar”dan, “Kitara’ya Yolculuk”a, “Arıcı”dan “Puslu Manzaralar”a, “Leyleğin Geciken Adımı”ndan “Ulis’in Bakışı”na kadar sinematografisinin her döneminde bu soruya tutkuyla, heyecanla bir yanıt aradığıdır.

İnsan aklının yazgısını metafizik olarak adlandıran Kant‘tır. Metafizik aklın yazgısıdır; çünkü Tanrı, ruh, ölüm, ölümsüzlük, iyilik kötülük, güzellik çirkinlik gibi sorular bir yanıtı olsun olmasın insanın sormaktan hiç vazgeçmediği, vazgeçmeyeceği sorulardır. Ve belki de o soruların en önemlisi “sevgi”dir, sevgiye ilişkin olan her şeydir.

Angelopoulos ” (…) Ve insanlığın sorunları dünya yaratıldığından beri aynı, insanların soruları hep cevapsız. Benim filmlerimde tüm bu sorunlar, düşünceler, dünya hakkındaki felsefi görüşler var. Eros, ölüm, doğum, düşler, daha iyi bir dünyanın perspektifi, gençlik ve yaşlılık, aşk… Kısaca insanın kaderi…” derken, sinemasına ve insanın yazgısına ilişkin söylenebilecek her şeyi özetler. Ve ne yazık ki, bizi kaderimizle baş başa bırakıp gider. Ama bu gidiş onu anlayanların, sevenlerin gözünde hiç bir zaman bir bitiş, bir “son” değildir çünkü “hiç bir şey  sona ermez…”

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2012

Bunu paylaş: