Taş Fırınsal Hödüklüğün Gölgesinde Vitaminsiz Portakallar ve Türk Sineması Üzerine Birkaç Söz – Alper Erdik

9 Ekim Cumartesi gecesi… Kanal çalışanlarını örgütleyen ve toplu sözleşme yetkisi alan Türkiye Gazeteciler Sendikası’yla masaya oturmamak için türlü zorluklar çıkaran bir patrona sahip olan muhalif Halk TV’de, Türk sinemasının en köklü ve en önemli etkinliği olan Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış ve ödül törenini izliyoruz. En iyi kadın oyuncu ödülünü alan Nihal Yalçın, heyecanla, kadınların sorunlarına ilişkin protest laflar etmeye çalışıyor ama ideolojik bilinçten yoksun olduğu için derdini iyi anlatamıyor ve bütünsellikten uzak cümleler sıralıyorken; ilgili ödülü vermesi için sahneye çağrılan Tamer Karadağlı sıkılıyor, tuhaf mimikler sergiliyor ve dayanamayıp heykelciğini Yalçın’a uzatıyor. Ardından, Nihal Yalçın, sosyal medya hesabından, “Tamer’in önüme geçmesine izin vermeyin!” paylaşımını da yapınca, tartışmalar başlıyor. “Erkeklerin kadınları işte böyle her yerde, her zaman susturmaya çalıştığının” iddia edildiği yazılar, mesajlar havada uçuşuyor.

Konserinde orta parmağını yukarı kaldırıp eteğini aralayan, bacaklarını gösteren ve seyircilere “siz de istediğiniz gibi açın” tavsiyesinde bulunarak kadınların yaşadıkları baskı ve sorunları protesto eden (!) Melek Mosso seviyesindeki “feministler” için birkaç günlük “duyarlılık sergileme” zemini yaratan bu olayı, kendi adıma, önemli görmüyorum. Daha doğrusu; Akp’nin liderine sık sık hayranlığını belirten Karadağlı’nın, Çocuklar Duymasın setindeki kitaplığa yanlışlıkla Fethullah Gülen kitabı koyan Birol Güven’in, tutarsızlıkta ve yandaşlıkta bu ikisinden geri kalmayan Erkan Petekkaya’nın Altın Portakal’da ne işi olduğu, bu kişilerin oraya neden davet edildiği konuşulmadıkça, bu topa girmeyi gereksiz görüyorum.

CHP’nin Antalya Büyükşehir Belediyesini tekrar kazanmasının ardından festivalin yönetmeni olan Ahmet Boyacıoğlu’nun, üç yıldır süregelen keyfî kararlarına hiç sesini çıkarmayan, seneye belki bize de bir şeyler düşer diye kafasını kuma gömen “sinema camiası”nın değerli isimleri bu meseleyi kendi aralarında çözsünler. Ya da daha anlaşılır olacak cümleyle söyleyelim: Yiyin birbirinizi!

Biz mi? 2017’deki Altın Koza’da, kendisiyle tokalaşmayı reddederek Semih Kaplanoğlu’nu sahnede protesto eden ve bunun gerekçesini de “fakiri zengine böldürenle, güçlüleri tutup zayıfları hor görenle tokalaşmam” diyerek açıklayan Meltem Cumbul’a selam yollamakla yetinelim ve buralara nasıl gelindiğine, her geçen gün nitelik kaybı yaşayan sinemamızın hal-i pür melaline başka bir perspektifle bakmaya çalışalım.

Küresel salgınla geçen son bir buçuk yılda, diğer pek çok alan gibi sinema da, dünyada ve ülkemizde bir kırılma yaşıyor. Popüler filmcilikte hem üretim hem gösterim pratikleri değişiyor. Dijital mecralar adeta, alternatif olmaktan ziyade, fizikî bir mekân olarak sinemanın yerini almaya hazırlanıyor. Peki, salgından önce durum neydi?

Bilindiği üzere 90’lar, dibe vuran Türk sinemasının, farklı yaklaşımlarla kendini yeniden kurduğu yıllardı. 2000’ler ve 2010’lar ise, artık “seyirci sorunu”nun aşıldığı, popüler sinemanın ivmelendiği ve “bazıları için” büyük paraların kazanıldığı yıllar oldu. 2001’de, gösterime giren filmlerin sadece yüzde 20’si yerli yapımlarken, 2018’de bu oran yüzde 46’ya çıktı. Yani salgından önce, gösterime giren her iki yapımdan biri Türk filmiydi. Seyirci sayısı açısından bakıldığında da bu yükseliş gözlemlenebiliyordu: Yerli filme gidenlerin toplam seyirciler içindeki oranı, 2001’de yüzde 19 iken, 2018’de yüzde 61’di. Bu yüzde 61, 70 milyon bilet demekti ve bunun gişedeki parasal karşılığı yaklaşık 900 milyon TL’ye denk geliyordu.

Tabii pastanın bu kadar büyümesi kavgayı da beraberinde getirdi. “Patlamış mısır krizi” diye hatırlanan süreçte, yapımcılarla salon işletmecileri birbirlerine girdiler. Biletten kimin ne kadar pay alacağıydı dalaşmanın nedeni. Oysa o güne kadar (patlamış mısır kadar dahi lezzeti olmayan filmler sayesinde) birlikte güle oynaya ceplerini doldurmuşlardı. Ancak bunların yaşanacağı aşikârdı, buraya bir günde gelinmemişti. Kısaca özetleyelim…

2001 yılında kurulan ve güçlü fon gruplarının desteğiyle hızlıca büyüyen Mars Entertainment Group, 2011’de AFM ile birleşince, açık ara, Türkiye’nin en büyük sinema zincirine dönüştü. Nihayetinde, 2016’da Güney Koreli CJ CGV’ye, 800 milyon dolara satıldı. Grup, CGV Mars, şu an sinema reklamcılığından film dağıtımına, film ithalatından yapımcılığa kadar sektörün hemen her alanında faaliyet gösteriyor ve bu alanların pek çoğunda en büyük payı alıyor.

Ülkemizde sinemaların yüzde sekseni AVM’lerde bulunuyor. Bu da elbette tesadüf değil. Sinema salonlarının tüketim mabetlerine hapsedilmesi ekonomik olduğu kadar ideolojik boyutu da olan bir konu. Yani sinema seyircisinin neyi, nerede, nasıl ve en önemlisi niçin izleyeceğine “onlar” karar veriyorlar. 2019 verilerine göre, ülkemizdeki toplam salonların yüzde 24,5’i, ekranların yüzde 33,3’ü, koltuklarınsa yüzde 38,6’sı; andığımız grubun Cinemaximum adlı sinema işletmesine ait. Sayıların ne anlama geldiğini netleştirmek için ekleyelim: İkinci ve üçüncü en büyük işletmeciler olan Avşar ve Pink’in koltuk payları sırasıyla yüzde 6,8 ve 5,6. (Tabii bu şirketlerin arasındaki rekabet bizi ilgilendirmiyor.)

Her şeye rağmen, sıklıkla sinemaya gidilmesini, sinemada yerli filmlerin izlenmesini olumlu bulanlar var ise şunu belirtmek gerekir: Sinemada film izlemek, bugün bir orta sınıf etkinliği bile olamayacak kadar maliyetli bir eylem ve bu eylem sonucunda görülen filmlerin tamamına yakınını Şahan Gökbakar ve Cem Yılmaz filmleriyle beraber BKM ve Ay Yapım’ın ürünlerinin toplamı oluşturuyor. Yani ortada bir patlamış mısır koalisyonu var. Bu bozulursa şayet, şirketler, yenisini kurarlar; yeni Cem’ler çıkarır, işlerine bakarlar. Eski Cem’ler de Netflix’e alelade dizi, filmler çekip gemilerini yüzdürmeye devam ederler.

Geriye ne kaldı o halde? Devrimci, politik, toplumcu bir sinemadan geçtik; bu fırtına dindikten, dinci-piyasacı dikta yıkıldıktan sonra, dönüp bugünleri anarken, “en azından değerliydi” diye hatırlayabileceğimiz kaç film çekiliyor bugün ülkemizde?

Bağımsız film diye bir şey var, dillerde sakız. Bu filmler sermayeden mi yoksa devletten mi; ana akım anlatıdan mı seyirci beklentilerinden mi bağımsız, hiç anlayamadım bugüne kadar. Ama bazı değerli kişiler müstesna, bu “sinema camiası”nın kıymeti kendinden menkul bireyleri sonuna kadar birbirlerine bağımlılar. Hepsi aynı bataklıkta sinek gibi yaşıyorlar.

Şu solcu oyuncularımıza bir bakın. Hepsi sosyal medya fenomenine dönüşmüş. Her geçen gün sağcılaşan CHP’nin gösteriş düşkünü belediye başkanlarına, onların atadığı festival yöneticilerine tutunmuş evcilik oynuyorlar. Kırmızı halılarda zafer işareti yapıp İstanbul’a dönünce havuzun televizyon kanallarına dizi çekiyorlar. “İstanbul sözleşmesi yaşatır” mesajlarıyla sosyal medyada poz kesiyor, sonra gidip banka reklamlarında oynuyorlar.

Ya devrimci yönetmenlerimiz… Kültür Bakanlığından fon alabilmek için taklalar atmakla meşguller. Altın Koza’da Seray Şahiner’ler, Altın Portakal’da Gülse Birsel’ler Gaye Su Akyol’lar Hazal Kaya’lar jüri üyesi yapılıyor; sesini çıkaran yok. Akp’nin kültürel hegemonya tesisi için kurduğu TRT 2’de, sansürlenmiş filmlerin yayınından önce ve sonra yorumculuk yapan Mehmet Açar’ın onayını almayan hiçbir film Antalya’da yarışamıyor, bunun nedenini merak eden yok. Can Yayınları’ndan bir yazar olmadan sinema yarışması jürisi oluşturulamıyor mu acaba, diye itiraz eden yok.

Festivallerden davet alabilmek için cümlelerini yutmaya alışmış, “sinema aşığı” eleştirmenler mi? Hepsi birden Netflix, BluTV bağımlısı… Bu nasıl bir çukur, nasıl bir bataklık?

En afili distopyadan daha karanlık bir ülkede yaşadığımız halde, bunu göstermeye cesaret edemeyen; TRT’nin ortak yapımcılığıyla, bilinmeyen bir yer ve zamanda geçen puslu öyküler anlatarak bilim-kurgu filmi çektim diyen sinemacılara bile fit olacak kadar nasıl, ne zaman geriledik?

MUBI’de Yılmaz Güney seçkisi var, seçkide Arkadaş (1974) filmi yok. Yetmez ama evetçi Hale Soygazi Adana’da ödül veriyor. Gezici olmakla övünenler Acun Ilıcalı’nın kanalına iş yapıyorlar… Özetle politik, ideolojik, kültürel başlıklarda kapitalist üretim ilişkilerinin bütün yozluğunu ihtiva eden bir sektör, Türkiye’de sinema. Her şeyiyle, her bileşeniyle hem de. Hal bu iken, bunların hiçbirini konuşmak ihtiyacı duymayan, zaten çorbayı kaynatmaktan başka kaygısı da olmayan, içine Hakan Ural kaçmış pek muhalif sanatçılarımız için büyük malzeme Nihal Yalçın’la Tamer Karadağlı’nın düellosu. Vızıldayıp dururlar artık günlerce.

Kültürel iktidar soldaymış ama. –Ana… Babababababa…

Bunu paylaş: