Cannes Film Festivali İzlenimleri – Onur Keşaplı

Cannes Film Festivali İzlenimleri* 

Cannes Film Festivali için sinemanın kalbi dersek yanılmış olmayız. Her ne kadar Amerikan Akademi Ödülleri, Oscarlar kadar popüler değilse de sinemanın biraz içinde olan herkes için Cannes sinemanın en büyük olayıdır. Çekimlerini 2011’de, kurgusunu ise 2012’de tamamladığımız kısa filmimiz “Soluş“u, çekim aşamasındayken yurtdışına göndermenin hayalini kuruyorduk, ancak kurgu masasına filmin senaristi Selin Süar ve görüntü yönetmeni Berk Tuğcu ile birlikte oturduğumuzda gördüğümüz yapıtı Cannes’a göndermemiz gerektiği konusunda hem fikirdik. Filmimiz yirmi dakika olduğu için on beş dakikalık süre sınırlaması olan yarışmalı bölüme gönderemeyeceğimiz “Soluş”u festivalin kısa film gösterim programı olan Short Film Corner‘a gönderdik. Sonuçta filmimiz kabul edildi ve Cannes’a davet edilmenin büyük mutluluğunu yaşadık.

Basın bizle, tahmin ettiğimizden de fazla ilgilendi. Cumhuriyet, Birgün, Evrensel gibi ulusal yayın yapan gazetelerin yanısıra Yeni Asır gibi İzmir ve çevresine yayın yapan gazetelerde de haber olduk. Öncelikle bir düzeltme yapmamız gerekiyor; biz yalnızca gösterime gittiğimizi, yarışmalı bölümde olmadığımızı hem basın açıklamamızda hem de konuşmalarımızda belirtmiş olduğumuz halde bazı yayın organları Cannes’da yarışacağımızı yazdılar yanlış olarak. Bu teknik detaylara sonra dönmek üzere yolculuk öncesi yaşadıklarımıza da kısaca değinmek gerek. İzmir’i ve Türkiye’yi temsil etmenin mutluluğuyla seyahatimiz için destek arayışlarına başladık fakat destek vermemek için yırtınan “büyükler”in dışında Van depremi sonrası canlı yayında yardım vaatlerinde bulunup sonra yok olanlar küçük sürümlerini gördük. Çok da uzatmanın anlamı yok, sonuç olarak “Makaslama” reklamımızla bir başka festivalden kazandığımız ödülümüzün de katkısıyla kendi yol paramızı kendimiz çıkartmaya çalıştık.

11 gün süren 65. Cannes Film Festivali’nin ikinci yarısında oradaydık. Bu yıl uzun metrajda yer almayan sinemamızı kısa filmcilerimiz Cannes’a taşıdı desek doğrudur, zira “Soluş”la birlikte Türkiye’den yaklaşık otuz kısa film, festivalin Short Film Corner bölümünde yer alırken, tarihte dördüncü kez kısa metraj yarışmalı bölümde finale kalan bir filmimiz vardı. Böylesine büyük bir başarıyı görmezden gelenlerin   ötesinde   küçük   görenlerin   olduğunu   bilerek Cannes maceramıza başladık. 7’den 77’ye her yaştan ve dünyanın her yerinden kısa filmcilerin  olduğunu görmek bir de bunun üstüne meslek olarak kısa film yönetmenliğini seçip bu şekilde geçimlerini sağlayanlarla tanışmak bizler için belki ütopik olmakla birlikte son derece önemliydi. Ülkemizde kısa filmi, uzun metrajın yavrusu, geleceğin yönetmenlerinin başlangıç noktası olarak gören dar görüşün yıkılması için bu gerçekliği daha sık vurgulamak gerek. Kısa film, tıpkı öykü-roman ayrımı gibi uzun filmden farklı, bambaşka bir sanatsal biçimdir. Bu yaratının sanatçılarıyla bir arada olmak güzeldi. Biz daha Cannes’a varmadan, oradaki video odalarında “Soluş”un her gün defalarca izlendiği bilgisini alıyorduk, oraya vardığımızda da durum değişmedi. Film izlenilmeye devam etti, ayrıca Short Film Corner’ın imkanlarından olan özel gösterim şansımızı da kullandık. Her ne kadar en küçük gösterim salonu boşta kalmış olsa da ve maddi destek alamayış olmanın yanısıra unutkanlığımızın bir sonucu olarak filmin afiş, broşür, dvd vb. tanıtım dosyalarımız olmaksızın yaptığımız bu gösterime Amerikalı, Fransız, Belçikalı, Filistinli kısa filmciler geldi. Filmimiz genel olarak beğenildi ve ayakta alkışlanması bizleri gururlandırdı. Özellikle filmin görüntülerine, şiirsel sinema diline, çekim mekanlarına ve Serhat Parıl‘ın güçlü oyunculuğuyla canlandırdığı Ulaş karakterinde gizli alt metinleri çok beğendiklerini söylediler. Gösterime gelen ve filmi daha önce ve sonra video odalarında izlemiş olanlarla uzun uzun konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk.

Short Film Corner’da onlarca film izledikten sonra festivalin yarışmalı bölümündeki kısalara geldi sıra. Elbette ilk olarak, yarışmalı bölüme kalarak sinemamız için de büyük bir başarı elde eden Rezzan Yeşilbaş‘ın “Sessiz“ini izledik. Film, sinematografik açıdan çok güçlü. Kamera tekniği ve sinema diliyle üstün bir yapıt. Konusu ise, eşi Diyarbakır cezaevinde hapis yapan bir kadının, Türkçe bilmediği ve Kürtçe konuşmanın yasak olduğu için ziyaret sırasında sessiz kalarak, eşiyle ayakkabı değiştokuşuyla iletişime girişini anlatıyor. Benzerleri sıkça işlenmiş bir konunun sinema diliyle nasıl özgünleşebileceğinin iyi bir örneği “Sessiz”. Yapım öncesi de çok iyi çalışılmış olduğu belli, zira hem Zeki Demirkubuz‘dan hem Yeni Sinemacılardan hem Erdoğan ailesinden hem de Kültür Bakanlığı’ndan destek alınabiliyorsa bu yalnızca “şans”la açıklanamaz, tebrik etmek gerek. Filmin kısa film dalında Altın Palmiye alması ise sinemamız açısından daha önce yaşanmamış, çok önemli bir başarı. Filmin tüm emekçilerini tebrik ediyoruz. Peki “Sessiz” gerçekten en iyi kısa filmmiydi? Yarışmalı bölümde diğer dokuz filmi de izle şansımız olduğu için söz hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Gerek konu itibarıyla, gerekse film dili açısından    “Sessiz”den  daha    iyi    filmler    vardı.  İlk    akla   gelenler, “Night Shift“(yönetmen   Zia    Mandviwalla).   Film,  muhtemelen bir  Aborjin’in-filmde kesinlikle  belirtilmiyor-  havaalanında  yeni   başladığı  gece  vardiyasını  yalın     ve melankolik  bir  dille  aktarıyor.  Benzer  işi  yaptığı  -yerli  olmayan,  beyaz-  işçilerle girdiği diyaloglar, etkileşim ve genel olarak hepsine hakim olan umutsuzluk, yenilgi hali  sistemin  ağırlığını  fazlasıyla  hissettiriyordu.  Bir  diğer  öne  çıkan  kısa    film, Avustralya kısası “Yardbird“(yönetmen Micael Spiccia) ise teknik açıdan  “Soluş”un üç, “Sessiz”in  bir  gömlek üstü bir  çalışma.  Babasıyla  karavanda  yaşayan ve psişik güçlere sahip bir kızın, etrafta küçük çapta terör estiren bir çeteyle savaşımını konu edinen film görüntü yönetimi, özel efektlerin kullanımı ancak hepsinden öte özgün bir atmosfer yaratmasıyla gerilim-aksiyon türlerine yeni bir soluk getirebilecek  bir yönetmeni müjdeliyordu adeta. Öncelikle akılda kalan ve bize göre izlediklerimizin en iyisi olan Belçika kısası “Cockaigne“(yönetmen Emilie Verhamme), Ukrayna’lı Yeni  Zelanda  kısası  bir  baba  ve  oğullarının Brüksel’e  kaçak yollardan gelmesiyle başlıyor. Filmin teknik açılardan ve atmosfer yaratımı bakımından kusursuz olduğunu  söylemeye  gerek  yok.   “Cockaigne”yi  bize   göre   üstün  kılan   özellik, günümüzde sıkça konu edilen göçmen sorunlarını herkesin yaptığı şekilde ırkçılık şablonunda ele alıp etnik sömürüye kaçmak yerine tamamen sınıfsal boyutta işlemesi. Bu da filmi anlatım dili olarak ilerici bir noktaya taşıyor. Filmde kaba bir Batı eleştirisinden fazlası var. Cici Ukraynalılar, masum göçmenler, lanet olası Belçikalılar çizgisinden çok kapitalizm hatta tüketim toplumu taşlaması var filmde. Ukraynalı baba ve oğullarına en büyük kötülüğü yapanlar başka göçmenler örneğin. Böyle bir anda “sen de göçmensin bize bunu niye yapıyorsun” diyen babaya “beni kendinle sakın karıştırma ben buralıyım, buraya uygunum sen değilsin” diyen başka bir göçmen, sisteme eklendikten sonra küreselleşmenin öngördüğü ölçüde egemen sınıfın bir mensubu oluyor ve Ukraynalı aileyi tartaklayan polisle konumu eşliyor. Böyle bir listede “Sessiz” , aynı sinematografik anlatıyla, örneğin Sri Lanka’daki Tamil azınlığı üzerine bir film olsaydı Altın Palmiye alıp alamayacağı akılda ister istemez bir soru işareti bıraktı. Bu görüşü geçtiğimiz günlerde paylaştığımız bir ortamda “faşist” olarak adledildiğimizi belirtirsek ülkemizde eleştiriye hoşgörünün ne vaziyette olduğunu bir kez daha göstermiş oluruz galiba.

Ancak jüri, asıl süprizleri uzun metraja saklamış. Ne yazık ki Micheal Haneke‘nin “Amour“u biz Cannes’da değilken gösterildiği için en büyük ödülü alan film hakkında görüş bildiremiyoruz ancak şu ana kadar, tıpkı Kubrick ve Angelopoulos gibi, çektiği her film iyi olan Haneke’nin ödülü hak etmiş olabileceğine şüphe yok. Bizi asıl şaşırtan, şahsen en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Ken Loach‘un, “The Angels’ Share” filmiyle aldığı jüri ödülü. Yönetmeni her ne kadar seviyor olsakta, bugüne dek çektiği belki de en vasat filmin, bağımsız bir Amerikalı yönetmenin kalburüstü ilk filmi olabilecek bir “kendini iyi hisset” filminin ödül almasını yadırgadık. Acaba yönetmen koltuğunda kendini henüz kanıtlamamış bir sinemacı oturuyor olsaydı bu film bırakın ödül almayı Cannes’a sokulur muydu? Yarışma filmleri arasında bizi en çok etkileyen, yönetmen Leos Carax‘ın vazgeçilmez oyuncusu Denis Lavant‘la birlikte son çalışması “Holy Motors“du. Epizodik bir anlatıyla, çağdaş bir sinematografiyle ilerleyen film, sinemanın ve oyunculuğun büyülü ve daha ışıltılı olduğu zamanları özleyen, oyuncu Bay Oscar’ın, farklı rollere büründüğü, adeta hayatın her alanının ve anının filme çekilebilir olduğu bir gerçeklikle(yada gerçeküstü bir düzlemde) işini yapmasını anlatan film, başta En İyi Erkek Oyuncu ödülü olmak üzere jüri tarafından görmezden gelindi. Benzer bir konuyu alabildiğine muhafazakar işleyen “Artist” filmini övgüye ve ödüllere boğan sinema dünyasının bu denli özgün, çağdaş bir örneği görmezden gelmesi gerçekten düşündürücü. Filmden çıktığımız gibi söylediğimiz “Cannes’a bile fazlaydı” nitelemesi ne yazıkki doğru çıktı. Yarışma dışı bölümün uzun metrajlarından ise Catherine Corsini‘nin yönettiği “Trois Mondes” filmi, oldukça sıradan bir konuyu senaryo ve diyalog gücüyle benzerlerinden ayıran anlatısıyla dikkate değer  bir yapıt olarak öne çıktı.

Genel olarak Cannes Film Festivali’nin, aşırı seçkinci yapısıyla bizi rahatsız ettiğini de belirtmemiz gerek. Zaten halka kapalı olan festival, büyük gösterimlerine dair bir çok davetiyeyi de “ünlü”lere dağıtmasıyla bizim gibi birçok kişinin bazı filmleri izleyememesine sebep oldu. Yine nedeni açıklanmadan iptal edilen gösterimler, gelmeyen basın mensuplarına yer ayrılması sonucu dışarıda kalan izleyicilerle iş iyice çığırından çıktı. Bu gibi seçkinci tutumlar, insanların davetiye dilenmesi gibi komik görüntülere yol açtı. Akıl almaz şıklıkta insanların ellerinde dertlerini anlatan kağıtlar ve yüzlerinde kötü bir oyunculukla belirmiş masumane ifadelerle dilenmeleri gerçekten acıklıydı. Başta kısa filmciler olmak üzere sinemacıların  genel derdinin sanat yerine eğlence olması bir diğer gariplikti. Büyük partilere davetiye bulmak filmlere girmekten daha kolaydı mesela. Biz, Lee Daniels‘ın “Paperboy” filmine çok istediğimiz halde giremezken, yönetmenin özel ve büyük partisine resmen kucaklanarak götürüldük! Buradan festivalde Türkiye ne yapıyordu sorusuna dönmek gerek. Başta İran olmak üzere birçok ülkenin çok güçlü tanıtım yaptıklarını gördüğümüz festival alanlarında oldukça az sayıda olan Türkiye reklamlarının büyük bir kısmının, İzmir EXPO 2020 reklamlarıyla kaplı olması trajikomikti. Bizi ve “Soluş”u büyük bir ilgiyle kabul eden İrlanda, Yunanistan, Amerika, İngiltere, Bulgaristan pavyonlarından sonra gittiğimiz Türkiye pavyonunda suratımıza bile bakılmaması, daha sonra okuduğumuz kadarıyla Türkiye pavyonunun yalnızca verdiği partilerle adından söz ettirmesi, seviyesini de gözler önüne sermeye yetti.

Ve gelelim sona bıraktığımız teknik konularla ilgili söyleyeceklerimize. Aslında burada sözü yapımcı Zeynep Atakan Özbatur‘a, Nuri Bilge Ceylan‘ın başyapıtı “Bir Zamanlar Anadolu’da“yla birlikte son filmlerinin yapımcısına. Kendileri, ilginç bir biçimde Cannes öncesi mesaisinin bir kısmını “Short Film Corner’a kabul edilenler Cannes’a gidiyoruz demesinler” açıklamalarına harcadı. Bunla alakalı olarak  kaleme aldığı yazıyı şöyle tamamlıyor Sayın Özbatur: ” ‘Filmim Cannes’da demek yerine, ‘Filmimin gelişimi ve ileri işlerim için Cannes Short Film Cornera gidiyorum’ demelerini naçizane tavsiye ederim.” Evet, bizlere Cannes Film Festivali’nden  resmi davetiye geliyor, festival bize sadece davetlilerin alındığı gösterimlere davet ediyor, ayrıca üzerinde logosuyla birlikte “Cannes Film Festival Short Film Corner” yazan amblemi filmimizin önüne koyabileceğimizi söylüyor, tüm dünyadan gelen kısa filmciler ve ülkeleri bunu bu şekilde aktatıyor ama bizler yani tam 30 küsür filmin ekipleri haddimizi bilmeli ve Cannes yerine mesela Nice kentine gittiğimizi falan söylemeliyiz galiba. İşin daha da garip yanı, Rezzan Yeşilbaş’ın büyük başarısı sonrası twitter’da ne olduğu belirsiz bazı tiplerin bu başarıyı “Short Film Cornercılara kapak olsun” sözleriyle duyurmaları ve Sayın Özbatur’un bu yazıları paylaşmayı tercih etmesi. Tepkiden midir bilinmez ancak hakkını verelim, Sayın Özbatur Cannes öncesi Short Film Corner ekipleriyle bir toplantı düzenlemiş ancak ne konuşulduğuna dair detaylı bir bilgi yok. Türkiye sinema tarihinin bizce  en büyük yapıtı olan “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın yapımcısı olarak başarıdan başarıya koşan bir sinemacının bu gibi konulara yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde yaklaşması galiba Türkiye’nin genel zihniyetini ortaya koyuyor. Nuri Bilge Ceylan’ın, İzmir Film Festivali’ndeki konferansında öğrencilerimizden birinin “Yurtdışında film çekmeyi düşünüyor musunuz” sorusuna bunu düşünmediğini çünkü yurtdışında film ekiplerinin Türkiye’deki gibi çok uzun saatler çalışmadığını söyleyerek ülkemiz setlerinde yaşanan korkunç emek sömürüsüyle arasına mesafe koymaması ve Ebru Ceylan‘ın Türkiye’ye Oscar adaylığını biz öğrettik tarzındaki açıklamaları gerçekten üzücü. Hiçbir büyük sanatçıdan ilerici bir siyasal duruş ortaya koymak mecburiyetinde değil, Salvador Dali bunun en bilinen örneklerinden. Ancak sinemamızın  en  güçlü,  hatta   dünya   sinemasında  çağdaş  anlatının  en büyük yönetmeni ve ekibinin bu tarz çıkışları ister ister genç sinemacılar olarak bizleri şaşırtıyor.

Sonuç olarak Cannes Film Festivali’ne dönecek olursak, etkileyici, ışıltılı, ihtişamlı ve gösterişli bir sinema şöleni işin aydınlık tarafıyken, aşırı seçkinciliği ve “film pazarı” olgusunun “sinema sanatı” tavrını aşması ise ayın karanlık yüzüydü. Jüri kararları ise elbette asla herkesi memnun edemez ancak geçmişte Lars von Trier’in “Dogville” olayı, Michael Moore‘un 11 Eylül belgeselini anımsarsak bu yılki kararlarla birlikte, ödül dağıtımı konusunda Cannes’ın kriterlerinin her daim tartışmalı olacağını görüyoruz. Dünyanın en büyük sinema olayında durum böyleyse, gelin bir de ülkemizde ve dünyadaki küçük festivallerin jüri değerlendirmelerini bir düşünün! Onlar da başka bir yazıya kalsın dostlar…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2012

Bunu paylaş: