Bizim De Günlerimiz Olacak – Alper Erdik

AKP’yi, geçmişte belirli dönemler ülkeyi yöneten diğer sağ partilerden ayıran ve farklılaştıran, bu partinin, sadece yönetmekle değil, yıkmak ve yeniden kurmakla malul bir amaca, hedefe, siyasi akla sahip olmasıydı. Bu ise, sadece seçimlerle sınırlı olamayacak kadar geniş bir alanda, deyim yerindeyse, dört koldan saldırıyı gerektiriyordu. Alt ve yan dosyalarıyla beraber Ergenekon, Balyoz (ve KCK ile Devrimci Karargâh) gibi operasyon ve davalar da bu sürecin önemli parçalarıydı. AKP, Fethullahçı çetenin başrolde olduğu bu dönemde, yapılamaz denilen her şeyi yapacak, 26. genelkurmay başkanını bile, silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek isnadıyla hapse atacak; 2002’de yüzde otuz dört oyla ve biraz da şansla muktedir olmuşken, sonrasında, tam da bu yıllarda işte, her iki kişiden birinin oyunu alabilecek kadar güçlenecekti. Zira AKP sayesinde, borçlanmak pahasına harcama lüksüne sahip olan milyonlarca insan, tam da o cinnet yıllarındaişine gücüne bakıyor, bol bol tüketiyor, ülke yanarken saçını tarıyordu.

Türkiye’nin solcularının büyük bölümü ise, her zamanki gibi, reel politiği okumaktan aciz olduğundan, olanı biteni büyük bir aymazlıkla izliyor, hatta AKP ve ortağı çeteye yarayacak lafazanlıklara meylediyordu. Sivil toplumcu ajanların ve de Kürt hareketinin tutumunun etkisiyle, darbe senaryolarına gerçeklik atfeden; bu davalarla en azından bazı karanlık işler ortaya çıkar veya biz bu topa hiç girmeyelim, dincilerle ulusalcılar birbirlerini yesinler zevzeklikleriyle göbeğini kaşıyan tuhaf solcularla kıyaslandığında; Ergenekon’un bir darbe davası değil, Türk Ordusu içerisinde 91’den sonra ortaya çıkan bir eğilimin, antikapitalist, emekçiden yana bir perspektifleri bulunmasa da, çeşitli konularda, Türkiye’nin ABD ve NATO’ya bağımlılığını sorgulayan son birkaç yüz subayın tasfiyesinden ibaret bir tertip olduğunu ve ABD’nin tam desteğiyle hazırlandığını; ayrıca bu tertibin, topluma, yakın tarihteki tüm kirli işlerin öznesinin (suikastlar, katliamlar vs.) şeriatçılar, faşistler, yani sağcılar değil Kemalistler ve de solcular olduğu tezinin kabul ettirilmesi ve benimsetilmesi gibi hedefler de içerdiğini söyleyen, bu tespitleri yapabilen sosyalistlerin sayısı çok çok azdı.

Bu konunun önemi ise, solun; AKP ve Fethullahçı çeteye sınırsız destek veren “Helsinki yurttaşları”nın, Taraf’ın, Birikim’in ideolojik etkisine kapılmasını engellemek gerekliliğinden doğuyordu. (Diğer tarafta ise, sınıf mücadelesini reddeden; sağa alan açan, sağa yakın duran ve nihayet bugün iktidar blokuna eklemlenen ulusalcılar vardı. Sol, iki yanlış merkezin arasında kalmıştı.) Politik bir güç, odak oluşturamayan solcuların, en azından, bu vartayı kazasız belasız atlatması gerekiyordu. (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim’de, evrim dönemlerinin en önemli işlerinden birinin oportünizme karşı mücadele etmek olduğunu söyler.) Ben de, o dönem, kızıl bir dergide, bu minvalde yazılar yazıyor; özellikle liberal şebekenin ipliğinin rengini araştırıyordum. Ergenekon, darbe, statüko, vesayet… diye gevgev edenlerin neredeyse tamamı, emperyalist ülkelerden (Almanya, Hollanda vd.) yönetilen kurum, vakıf, derneklerle, Sorosgillerle ilişkiliydi ve bunlardan proje, araştırma vs. adı altında çok büyük paralar alıyorlardı. Öyle bir ağdı ki bu, herkesin herkesle ilişkisi vardı… Ve işte o günlerde, andığım dergide, bunların hiçbirine değinilmeyen, ilk bakışta çok “sade” görünen bir yazı yayımlandı.

Tanımadığım, tanıma şansı da bulamadığım (ve 2019’da bu dünyadan göçtüğünü öğrendiğim) sevgili Filiz Engin’in yazısının başlığı “Patateslerin kabuğunu 1 cm kalınlığında soyan bir insan Marksist olabilir mi?” idi ve yazar bunun bir yerinde şöyle diyordu: “Kendimizi Marksist, komünist ya da devrimci diye tanımlarken hayatı nasıl karşılıyoruz bu arada? Şu 24 saat içinde yaşadığımız onca ıvır zıvır gibi görünen olayda duruşlarımız nasıl? Otobüste, işyerinde, evde, meyhanede, çarşıda nasıl ilişki kuruyoruz anamız, babamız, çocuğumuz, eşimiz, sevgilimiz, iş arkadaşımız, yol arkadaşımız, patronumuz ya da komşumuzla… Miting alanları, toplantı salonları, kitap okumalar, yazı yazmalar, düşünceye daldığımız zamanlar dışındaki hayatımızda bizi Marksist olamayandan farklı kılan davranış biçimlerimiz neler? Yoksa fark yok mu?”

Yazının ana fikrine yabancı değildim ama yine de Filiz Engin’in soruları kafama çivi gibi çakılmıştı. Sadece kendimi değil etrafımdakileri de artık daha sıkı eleştiriyordum. Öyle ya, şu yalan dünyada elimizde bir tek sosyalizm düşlerimiz vardı, bu düşlerin hakkını, her konuda, vermeliydik. Politik görüşümüze uygun bir yaşam tarzına sahip olmalı, sosyalizme yakışacak bir benlik yaratmalıydık. Oturuşumuz, kalkışımız, gülüşümüz, ağlayışımız, neşemiz, öfkemiz, aşkımız, sevgimiz “başka” olmalıydı. Eleştirdiğimiz mevcut düzenin bizdeki tüm izlerini tespit etmeli, sonra da bunları silip atmalıydık. Gündelik hayat pratiklerimizde “yeni insan”ın özellikleri ışıldamalıydı… Ama ne yazık ki kimsenin “ince şeyler”i anlamaya, düşünmeye vakti yoktu ve herkes (yozlaşmış) hayatından memnundu. Çünkü kimse, gerçekten “başka” bir yaşamın var olabileceğine inanmıyor, bu yaşamı duyumsayamıyordu.

Bugün peki, değişen bir şey var mı?.. Maalesef yok. Ve sorun çok boyutlu ve “yapısal”. Problemin teorik, politik, ideolojik nedenleri var.

Solun güçsüzlüğü bahsi açıldığında muhakkak cümle içinde silindir sözcüğü kullanılır. 12 Eylül darbesi gelmiş, solu, solcuları ezmiştir. Doğru. Ama her şey bununla açıklanamaz. Latin Amerika ülkelerinde de darbeler oldu. Ama sol, toparlanmayı bildi, başardı. Bizde ise, durum hiç iç açıcı değil. Adında sosyalizm, komünizm, halk, emek, işçi olan partiler var evet ama sol yok. Niyesi ise açıktır: Ülkemizde solcu var ama solcu sıfatını gerçekten hak eden solcu yok.

Önce ekmeklerle birlikte, teori bozuldu. Sivil toplumculuğun mayalandığı seksenlerde ve seksenlerin tamamlayıcısı olarak doksanlarda, postmodern zırvalar, ülkemize “itina”yla taşındı. Artık sınıf, sömürü, emperyalizm sözcükleri tedavülden kalkmalıydı… İşçiden emekçiden köylüden yoksuldan fakirden giderek uzaklaşan solcular kimlik politikalarına sarıldılar ve soluğu, sol Fethullahçılık yapacağız, diyen Ufuk Uras’ın ÖDP’sinde ve Kürt hareketinin legal partilerinde aldılar. Ne kadar post-Marksist terane varsa tekrarlaya tekrarlaya giderek azaldılar. Hayatın gerçeklerinden koptular, koptukça marjinalleştiler. Sıradanlaştılar, vasatlaştılar, bayağılaştılar. Geçmişlerinden (ve fark etmeseler de kendilerinden) tiksinmeye başladılar. Yeni kuşaklara hiçbir değer aktarmadılar.

Temel Demirer, darbe sonrası Türkiye’sinin “normal yurttaş”ına ilişkin şöyle yazıyor: “Türkiye’nin 1980’lerden 1990’lara uzanan kesitinde, neo-liberal saldırının meta fetişisti kültürü ile şekillendirilen ve ‘yeni’ yaşamlarını yalan üzerine kurarak tüm sahihliğini yitiren insan tipi, ‘köşeyi dönmeci bir toplum’ yaratmak yolundaki vizyonun ürünüdür. Bu vizyonun ürünü olan ve 1990’ların Türkiye’sinde ‘normal’ olarak nitelenen ‘sıradan’laşmış insanların dolu dolu yaşayamadıkları ya da ‘dolu dolu yaşayacağım’ umudunun sahibi olamadıkları meydandadır” (Solan Fotoğraflarda Biten ve Başlayan. Sorun Yayınları, 1993, s. 61). Kabul; ama seksenlerde, doksanlarda solcu olanların, solcu olduğunu söyleyenlerin de “normal” ve “sıradan” yurttaştan farkları, “dolu dolu” yaşama umutları, “başka” bir gelecek hayalleri kalmamıştı. (“Dövüşenler de var bu havada” diyor ya Ahmed Arif; bahsi geçen dönemleri kavgayla, devrim ve sosyalizm mücadelesiyle geçiren, sayıca çok az onurlu insan, elbette ki müstesna.)

Yani özetle; Batı’dan ithal edilen bozuk teoriyi reddedecek ve yenisini, bu topraklara özgü olanını yaratacak insan malzemesi çürümeye başlamıştı. Örnek olsun: Yalçın Küçük, Küfür Romanları adlı eserinde, Latife Tekin ve Ahmet Altan’ın kitaplarını irdeliyor; çalışmasının bir yerinde, “Her ikisi 12 Eylül bakış açısından, Türk solculuğunu günah keçisi saymaktan, bellek silme çabalarından bir santim bile sapmıyor” (Tekin Yayınları, 1986, s. 12) diyordu. Güzel. Peki solcuların, üstelik bedel ödeyen solcuların buna dair düşüncesi neydi? Kutsiye Bozoklar yanıtlıyor: “Öylesine bir ideoloji pompalanıyordu ki başımıza, eleştiri adına hep kendimizi aşağılar olduk. Birey olamamıştık, aşkı yaşayamamıştık, halkı kendine rağmen kurtarmaya kalkmıştık, ayaklarımız yere basmıyordu. Devrimcileri aşağılayan şu iki kitabı: Sudaki İz ve Gece Dersleri’ni en çok hapishanedeki arkadaşlar beğendiler. Bu konuda aldığım mektuplar hala aklımdadır. Oysa biri devrimcileri hiç bilmeyen, diğeri hangi uçarılığının eseri bilinmez, bir ucundan bu işe bulaşan iki insan, tanımadıkları bir alanda ve tüm seslerin kısıldığı bir sırada, yanıt veremeyecek insanlar hakkında çalakalem konuşuyorlardı. Sanki aşağılanmaktan zevk alıyordu devrimcilerimiz. Sorunlu ve korkak olmaktan, umutsuzluktan, geleceksizlikten… Maceracı bile olamadınız diyordu, oysa o romanlar onlara. Siz bir hiçsiniz! Hiçliğe alkış tutuldu” (Sanat ve Mücadele, Ceylan Yayınları, 2000, s. 343).

Önce refik sonra tarik! Devrim istiyorsak önce gerçekten devrimci olacağız. Her şeyimizle; her sözümüzle, her edimimizle, her an, her yerde…  Fakat lafla peynir gemisi yürümez. Nihal Kemaloğlu, 2011’de, bir röportajında şöyle diyor: “Her akşam eve dönüşümüzde ‘mevcut düzenin kim bilir hangi kirliliğine alet oldum, bulaştım, kimlerin hakkının çiğnedim bugün’ sorusunu sormalıyız.” Evet ama yetmez. “Düzenle bütün bağlarını koparabildiğin zaman, ki bu cesaret ister, bu cesareti gösterebildikten sonra zaten karanlıktan korkmayan biri olursun.” (Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, İletişim Yayınları, 2022, s. 185)

Yılmaz Güney, Hücrem (Everest Yayınları, 2020) adlı romanının girişindeki yazısında, cezaevinde kendisiyle girdiği mücadeleyi anlatır: “Düşündüklerimle yaptıklarım arasında büyük çelişkiler vardı. Yoksul halkımızdan söz ediyor, onun mutluluğu için elimden gelen her şeyi yapacağıma inanıyordum. Fakat pis bir burjuva gibi yaşıyordum ve çevremi saran pisliği yırtacak gücü bulamıyordum. Bataklığın ortasındaydım, kıpırdadıkça batıyordum. Gece gündüz içki içiyordum, kumar oynuyordum” (s. 34). Bu sorgulamanın başlangıcına da şu cümlelerinde işaret eder: “… hayattan kopuk, giderek burjuva dünyasının içinde, sübjektivizmin batağında eriyen bir insandım. İmdadıma 12 Mart yetişti” (s. 34). Biliyoruz ki Güney, en güzel filmlerini 12 Mart’tan sonra yaptı, yazdı. O halde çözüm açık: Herkes kendine, kendi darbesini yapacak! Şimdiki haliyle solcu sıfatını hak etmiyorsa, yok olacak ve yeniden doğacak.

“Devrimci, dağlar kadar büyük kayalar üzerindeki kılcal damar kadar ince yarıklardaki bir narin dağ çiçeğinin yaşam ile ölüm arasında mikroskobik titreyişlerinden haber alandır” (Yalçın Küçük, Aforizmalar, Tekin Yayınları, 2015, s. 245). Her şeyden önce de iyi insandır, güzel insandır. “Çok boyutlu insan”dır. Hayata gemici düğümüyle bağlıdır. Her şeyi bilir, her şeye merak duyar. Bunun da elbette bir nedeni var: “Devrimci ve Marksist Sol Kadro denildiği zaman, bilimsel öğretiyi özümlemiş, yorumlamaya aday, bilinçli kimlik taşıyanlar ayrıca bilim, sanat, estetik ve politikada örnek alınacak kişilikler akla gelir. Komünistlerin nitelikleri, politik niteliklerindeki tutarlılıkları, iş ve eylemleriyle, özel yaşamlarıyla, emekçi halklar tarafından parmakla gösterildiği zaman sosyalizmin kitlelerce kavranması daha da kolaylaşacaktır” (Sırrı Öztürk, Devrimci Siyasi Terbiye Devrimci Diplomasi Devrimci Ahlak, Sorun Yayınları, 2001, s. 8-9).

Kolaylaşmadı diyelim, ne kaybederiz? Hiç. Kazım Koyuncu da bunu söylemişti işte: “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur.”

Devrimi düşleyenler ve ona göre yaşayanlar, bugün belki yoklar fakat bir vakit vardılar. Onlar farklı yürümeyi bildiler. Yürüdükleri yolları güzelleştirdiler. Güzellikleri, politik düzlem bir yana, düzenden ideolojik olarak kopmayı başarabilmelerindendi. Adları farklı ama hepsi birer İbrahim, Mahir, Deniz’diler. Olmasalardı olmazdık. İyi ki vardılar. İyi ki Türk’üz. İyi ki Türkiye’nin devrimcileriyiz.

“Bilirim yarın diye bir şey var” diye başlıyordu şiirine Behçet Aysan. Ve devam ediyordu: “Bizim de günlerimiz olacak”. Evet. Henüz hiçbir şey bitmedi. Hiçbir şey geride kalmadı. Cumhuriyet’i sosyalizmle taçlandıracağız. Bir gün mutlaka.

***

Resim: Ben Bir Askerim, 1983 – Koço Vogli

Bunu paylaş: