Biraz Bohem Biraz Derviş Biraz Yoksul: Yavuzer Çetinkaya – Alper Erdik

Türk televizyon tarihinin en önemli işlerinden olan Bizimkiler’iniki sanatçı karakteri Cenap (Rutkay Aziz) ve Sıtkı’nın (Cezmi Baskın) yapımda yer almaya başlamalarından çok önce; onlar gibi yolu Almanya’ya düşen, sonrasında İstanbul’a dönüp hayata tutunmaya çalışan iki can yoldaşı, Nazım (Yaman Okay) ve Doktor (Yavuzer Çetinkaya) diziye renk katıyordu. Hayalleri yoksulluklarına sığmayan Doktor ve Nazım, memleketlerinde bir türlü tiyatro yapma olanağı bulamadıkları için üzülseler de, çeşitli geçici işlerden ellerine geçen paraları layıkıyla ezmeyi de ihmal etmiyorlardı. Ortaköy’de balık yiyip Beyoğlu’nda kafa çektikleri, İstiklal’de Orhan Veli okuyarak tramvaya asıldıkları, sarhoş olup Fosforlu Cevriye şarkısını söyledikleri sahneler bugün bile akıllardadır… 1991-92’nin final bölümünde, Nazım’la birlikte, yine nafaka peşinde bu kez de güneye bir otele animasyon tertiplemeye giden Doktor’u; seyirci, yeni sezonda ekranda göremeyecektir. Zira o yılın yazında, 21 Temmuz’da, kalp krizi geçiren Yavuzer Çetinkaya bu dünyadan göçecektir.

Bizimkiler’in senaristi Umur Bugay’ın aktardığına göre, bir süre dizinin kurgusuna yardımcı olduğu gibi, yirmiden fazla bölümde de ona senaryo danışmanlığı yapar Çetinkaya. Bugay onu dizinin Doktor’u olmaya ise zor ikna eder. “Benim doktorluğumu alaya alıyorlar, biliyorsun.” der sanatçı. Bugay da “İşte bunu işleyelim, Yavuzer.” deyince anlaşırlar… Doktor, Almanya’da amelelik ederek tiyatro doktorası yapmıştır. Gerçekte ise, Yavuzer Çetinkaya, bir sinema doktorudur. İstanbul Üniversitesinde psikoloji okuyan sanatçı, Dokuz Eylül’de güzel sanatlar yüksek lisansının ardından; Fransa hükümetinin verdiği bursla 1978-1984 arasında Paris’te sinema alanında doktora öğrenimi görür. (Bu yıllarda Paris Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıkar.) Onun dizideki doktorluğu işte buradan gelir. Tabii ki Türk sineması, Doktor Yavuzer Çetinkaya’yı bağrına basmayacaktır; alaya alınma diyaloğunun sebebi de budur. Yine Umur Bugay, “Ben olsam, küser arkamı dönerdim. O, belki, kırıldı ama küsmedi kimseye.” diye yazar bu konuda.

Yavuzer Çetinkaya’nın sahne yaşamı ise Dostlar Tiyatrosu’nda başlar. (Bizimkiler’in Sabri’si) Mehmet Akan; kendisinin de kurucularından olduğu, ilerici-toplumcu bir örgütlenme olan Dostlar Tiyatrosu’nun bünyesinde, genç sanatçılar yetiştirebilecekleri bir amatör tiyatro grubu oluşturduklarını, ilk yıl 35 öğrenciyle yola çıktıklarını, onlara mim, dans, diksiyon, müzik vb. başlıklarda dersler verdiklerini, nihayetinde grevlerde, politik etkinliklerde yer alan başarılı bir ekip yarattıklarını; uzun soluklu olmayan bu yolculuk esnasında, en azından tiyatromuzun yeni yetenekler kazandığını, bunların en önemlilerinden birinin de Yavuzer Çetinkaya olduğunu söyler.

Çetinkaya’nın yazdığı ve 1976-1977 sezonunda Dostlar Tiyatrosu’nda oynanan Gün Dönerken adlı oyun ise bu bahiste mutlaka anılmalıdır: “Gün Dönerken, Nazizm’in, Almanya’daki tırmanma aşamasında insanların yüreğine ‘uluslararası komünizm’ korkusu salmak için kotardığı Reichstag Yangını ‘senaryosu’na ‘sanık’ olarak kattığı Bulgar devrimci Dimitrof’u anlatan bir oyundu. Tablolardan oluşan episodik yapı içinde Dimitrof’un devrimci kişiliği gözler önüne serilirken, faşizm üstüne olduğu kadar devrimcilik üstüne de bir tartışma ortamı yaratılıyordu. Oyunun bildirisi ise temel bir noktada yoğunlaşıyordu: bir ülkenin faşizme sürüklenmesinde, faşizmden yana olanlar kadar, faşizmi anlamayanlar, faşizme seyirci kalanlar da suçludur” (Ayşegül Yüksel).

Orhan Alkaya da Gün Dönerken’e ilişkin, oyunun kitabına yazdığı önsözde şöyle der: “1933’te Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ni iktidara taşıyan azınlık hükümetiyle, Türkiye’de -o tarihte- iktidarda olan Milliyetçi Cephe koalisyonu arasında paralellikler kuran, anıştırmalara başvuran, tavrını, açıkça komünizmden, işçi sınıfı devriminden ve dolayısıyla Dimitrov’dan yana belirleyen bir metin. Yanı sıra, bu tür paralellikler arayan pek çok metinden ayrı olarak  ‘ucuz’luğa düşmeyen, olay örgüsünü sağlam bir belgelendirmeye dayandıran bir metin” (Mitos Boyut Yayınları, Tiyatro/Oyun Dizisi, 1993).

Yavuzer Çetinkaya sadece oyun yazmaz, senaryo da kaleme alır. Yılanların Öcü’nün, Şerif Gören’in yönettiği, 1985 tarihli versiyonunda onun imzası vardır. Yönetmenlik, Çetinkaya’nın bir diğer şapkasıdır. Zeki Ökten’in Pehlivan (1984) ve Yoksul (1986) filmlerinde yönetmen asistanlığı; Gurbetçi Şaban’da (1985) yönetmen yardımcılığı yapar. Senaryosunu yazıp yönettiği Deniz Kızı (1987)44. Salerno Film Festivali’nde jüri özel ödülü alır. Beyaz perdede oyunculuk serüveni ise malum: 1972-1991 arasında (çoğu 1980’lerde çekilen) 22 filmde oynar Yavuzer Çetinkaya.

Bir de öykü kitabı var sanatçının: Savaş ve Doğum. 1992 Haldun Taner ödüllü. Yoğunlukla insan, hayvan ve doğa sevgisi, yaşama sevinci içeren anlatılardan oluşan kitapta otobiyografik değiniler içeren hikâyeler de yer alır. Bunlardan birinde Çetinkaya şunları yazar: “Son yedi yılımı düşünüyorum ülkemde. Sinema dünyası içinde var olma ve sinema dünyasını var etme uğraşı verilen yoğun ve yenik bir beş yıl. Zor koşullarda üretilen üç film. Küçüklü büyüklü roller, genelde beğenilip, özelde ilgi çekmeyen. Son iki yılımı düşünüyorum. Tek başınalığımı. Bir süre taşıyamadığım tek başınalığımı. Sigara dumanı ile göze görünmez kılınıp, içki ile boğulmak istenen bir yaşama yaptığım haksızlığı. Yüreğimin, aklını başını topla, duruveririm yoksa diye çektiği uyarıyı. Aklımı başımı toplamamı. İçkiden uzaklaşıp sigarayı bırakmamı” (Simavi Yayınları, 1992).

Bir oyuncu, bir yazar, bir sinemacı, bir entelektüel olarak düşlediklerinin pek çoğunu yapamadığını tahmin etmek zor değil Yavuzer Çetinkaya’nın, ülkemizin bataklığı andıran “kültür sanat ortamı”nda. Ama o, insanın insanî özüne uymayan koşulların, benliğini dönüştürmesine izin vermez. Sanatçıyı tanıdığı için kendini şanslı sayan Cezmi Ersöz, ona dair şöyle söyler: “Maskesi yoktu Yavuzer’in. Ne sıkıntılı bir yapmacıklığı, ne insanı boğan bir kibarlığı, ne riya kokan bir samimiyeti, ne de sevgisiz yakınlık gösterileri vardı. Su gibi berrak, içi dışı birdi. Sıcak ekmek gibiydi dostluğu” (Son Yüzler, Gendaş Kültür Yayınları, 1999).

Yavuzer Çetinkaya ile ilgili az bilinen konulardan biri de onun şarkıcılığıdır. 1960’ların sonunda yolu onunla kesişen Nejat Yavaşoğulları, Çetinkaya ve arkadaşlarının kurduğu “Kanlıca 6’lısı” adlı gruba sonradan kendisinin de dâhil olduğunu, iki yıl boyunca düğünlerde, mezuniyet törenlerinde çalıp söylediklerini anlatır ve Yavuzer Çetinkaya’nın bu alandaki bir başarısını da not düşer: “Ege Üniversitesinde asistan olduğu yıl, bir gün apar topar bize gelip, Altın Portakal Şarkı Yarışması’na gideceğini söyledi ve gözüne kestirdiği, benim bestelerimden birine söz yazdı: ‘Kimin Bu Dünya’. Yavuzer, TV’den de yayınlanan bu yarışmada, halkın büyük oy desteğini de alarak Altın Portakal’ı kazandı. Bana da en iyi besteci ve düzenleme ödülü kazandırdı.”

Sanatçının, Özal ve darbeciler eliyle alaturka liberal bir düzenin tesis edildiği seksenlerin sonuna doğru, Amerikan film tekellerinin zaten ayakları üzerinden duramayan Türk sinema sektörünü ele geçirmesine karşı başlattığı direniş de, bence, Yavuzer Çetinkaya denince akla gelmesi gereken ilk ve en önemli başlıklardan biridir. Ancak Çetinkaya ile ilgili bilgi edinilebilecek çok az kaynakta bundan asla bahsedilmez. Bahsetmek kimsenin işine gelmez. Ne iyi ki B. Sadık Albayrak, Yavuzer Çetinkaya’nın bu tek kişilik boykotunu, onun ağzından kaydetmiş ve yayımlamıştır.

Albayrak’ın sanatçının ölümünden kısa bir süre önce kendisiyle yaptığı ve bir kısmı Gerçek, tamamı İnsancıl dergisinde yer alan, yazarın Düşkıranlar (Doğu Kitabevi, 2015) adlı kitabında da bulunan röportaj, (bugünün sinema yazarı sıfatlı çürümüş e-kalemşor tipleri için değil ama geleceğin aydınlık bilinçli) sinema araştırmacıları için tarihsel bir belgedir. Çetinkaya, 1989’da gelip sinemamıza ambargo koyan UIP ve Warner Bros adlı şirketlerin, Amerikan filmlerini Türk izleyicisine deyim yerindeyse zorla izletip elde ettikleri geliri de yine ABD’ye transferine dikkat çekmek için sinemaya gitmeme kararı alır. (Bu süreçte, 1989-92, Amerikan filmlerini TV’den de seyretmez.) Zira sinemada elde edilen para ülkede kalmazsa, Türk sineması gelişme olanaklarını yitirecektir. Ancak sanatçının itirazı elbette sadece buna değildir. Yavuzer Çetinkaya, konunun ideolojik boyutunun önemini de vurgular: “Onlar zaten, sinemaya bir sanat, insanları geliştirecek, insanlar arası ilişkiyi, insanın yaşamla, doğayla ilişkisini geliştirecek bir olgu olarak bakmıyorlar ki.”

O dönem itibarıyla, Türk sinemasının dibe vuruşunu da göz önünde bulundurarak, bu gelişmelerle en azından bir sinema seyircisi kitlesi oluşacağını uman ve bu nedenle ABD şirketlerinin ülkemize gelişini olumlayan yazarların tezlerine ilişkinse şöyle der sanatçı: “Evet, böyle bir seyirci kitlesi yetişti, ama ne yazık ki bu seyirci kitlesi kesinlikle kendi yaşadığı ülkenin, içinde yaşadığı sosyoekonomik, kültürel, politik koşulların hiç farkına varmayan ve tam tersine uzaklaşan bir kitle. Çünkü sanat bu koşulları tanıtmak için bir yoldur. Kendisinden, kendi ülkesinden, kendi yakınlarından, sevgilisinden uzaklaşan bir seyirci kitlesi oluşturuldu.” Sanatçının, bu filmleri izleyen insanların tüketim boyutlu bir tatmin peşinde oldukları, bir süre sonra bu tatmini elde edemeyecekleri için artık sinemaya da gitmeyecekleri yönünde bir öngörüsü de var ki, önemlidir.

Bu direnişinde tek başına bırakılmış olmasına ilişkinse; “Ben, Yavuzer Çetinkaya, bir sinema yazarı, üstüne üstlük yurtdışında bu konuda ilk kez doktora yapmış insanım. Böyle bir tepki gösterdiğine göre buna dikkat edelim, bu konuda acaba neden böyle bir tepki göstermeyi gerekli buldu diye kimse yazmadı. Yazamazlardı.” diyor sanatçı. Ancak bu cümleler, elbette, bir yılgınlık manifestosu oluşturma özelliği taşımıyor. Zira Çetinkaya’nın, röportajın bir yerinde sarf ettiği, “İnsanın üretici niteliği, tüketici niteliğini mutlaka bir yerde dengeleyecek ve üretimin, paylaşmanın, doğayı tüketerek değil, doğayı yeninden üreterek yaşamanın insanoğluna da, evrensel değerlere de en yakışan ve uyan doğru olduğunu herkes anlayacak.” cümleleri, boykotunun ardında nasıl bir politik berraklık ve umut olduğunu açıkça gösteriyor. Ve herhalde tam da burada, Gün Dönerken’in başkarakteri Dimitrof’un ağzından, şu düşünceleri de aktarmak gerekiyor: “Kıyımlar, zindanlar, idamlara karşın dönüyor, emekçilerin döndürdüğü tarihin çarkı ve dönecek, sosyalizmin kesin zaferine dek.”

Mehmet Akan’ın deyişiyle biraz bohemce, biraz dervişçe, biraz yoksulca bir hayat yaşayan; paraya ve konfora tamah etmeyen değerli sanatçı Yavuzer Çetinkaya’ya saygıyla…

Bunu paylaş: