Platform, Sıradaki Kat ve Eşitsizliğe Giriş – Onur Keşaplı

Salgının dayattığı yalıtılmış yalnızlık, gösterme ve görünme üzerine kurulan yeniyetme yaşam formlarını yerle bir ederken, süreci üretmek için değerlendirenler de yok değil. Üretimlerin büyük bölümünün salgından nasibini alan içerik ve biçimlere sahip olmaları elbette anlaşılır fakat hayal gücü ve çağrışım becerisini biraz olsun geri kazanabilmek, muhtemelen yalnızlığa dair daha esaslı pansuman görevi görecektir. Diğer taraftaysa, salgına rastlayan kimi işlerin talihsizliği ortada. Kaçış amaçlı hamlelerin dönüp dolaşıp aynı kaçma hissine geri gelişi, tüketme güdülenmesinin çıkışsızlığının da altını çiziyor. Fakat bu esnada ortaya çıkan bir yapıt, zamanın ruhunu, virüs öncesini de kapsayacak şekilde fazlasıyla işlerken, zamanın ruhundan ve durumunda en çok nemalanan platform olan Netflix’ten çıkması yeterince manidar değilmiş gibi adının da The Platform oluşuyla komploculara iş çıkarıyor.

Öncesinde çektiği iki kısa filmin ötesinde, daha çok yapımcı unvanıyla isim yapmış Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metrajı olan The Platform / El Hoyo, David Desola’nın öyküsünden yine Desola tarafından sinemaya uyarlanan distopik bir yapıt. Başrolünü, Guillermo Del Toro’nun başyapıtı Pan’ın Labirenti’nde kısa ancak akılda kalıcı sahnelemesiyle dikkat çeken Ivan Massagué’nin oynadığı film, zamansız ve mekânız bir düzlemde geçiyor. Despotik bir yönetimin hüküm sürdüğü filmlik düzlem, suçluların cezalarını çekeceği, bununla beraber kimi hak taleplerinin de sonucunda karşılanabileceği, betonarme bir hapishanede vücut buluyor. Her katta iki kişinin kaldığı, ortasındaki boşluktan ötürü “Delik” olarak adlandırılan bu yerleşkede filme de adını veren, üzeri yiyecek dolu platform, her gün birkaç dakikalığına katlarda durarak yukarıdan aşağıya doğru hareket ediyor. Delik’te geçen her ayın sonunda hükümlüler kendilerini yeni bir katta, kimi zaman başka bir kişiyle birlikte buluyorlar. Dolayısıyla yiyeceklere erişim şansları, her ay bulundukları kat numarasına göre değişim gösteriyor. En tepede birden başlayan ve filmin sürprizini bozmamak adına yazmamayı tercih ettiğimiz, en alttaki kata kadar inen platformdaki yiyeceklerin, belli bir rakamın altında kalan katlara yetmez oluşu, filmin temel çatışmasını doğuruyor. Alt katlarda meydana gelen açlığın tetiklediği cinayetler, intiharlar ve insan eti yeme alışkanlıkları, hayatta kalma adına iyilik ve kötülük ile flört eden insan doğasını odağına alıyor.

Diploma almak adına, Delik’e gönüllü olarak dâhil olan ana karakterin izleyiciyle eşleştirilmesiyle, yerleşkenin ve distopyanın işleyişinin gözler önüne serildiği The Platform, bir deney olarak da yorumlanmaya müsait. Yönetimin her gün itinayla hazırladığı ve menüsünde tüm hükümlülerin en sevdiği yemeklerin de bulunduğu platformdaki yiyeceklerin aslında her gün her kata yetecek kadar olduğu gerçeğinin öğrenilmesi ise deneyi bir insanlık sınavına dönüştürüyor. Ana karakterin dayanışmacı ve eşit paylaşımcı tutumu, bu fikrine yanaşılmaması ve maruz kaldığı grotesk şiddetle beraber yerini özne olarak liderleşme ve öne çıkarak müdahalede bulunma gereksinimine bırakıyor. Burada insanlığın paylaşımcılığının, kendiliğinden, akılcılıkla filizlenebileceği fikri, öncü ve sekter müdahale olmaksızın bunun şekillenemeyeceği düşüncesiyle aşılıyor. Bir bölümü önceki ay alt katlarda kıtlık çekmiş olanların, takip eden ayda üst katlara taşındıktan sonra, platformdaki yemekleri ihtiyaçları kadar temin etme fikrine yanaşmamaları, filmde lider ve mesih gibi sıfatlarla anılan ana karakterin, apar topar edindiği yoldaşıyla beraber işe koyulmasını tetikliyor. İlk elli katı tehditle yemeksiz bırakmalarının son kata kadar yemek ulaştırma ve bir tatlıyı, yönetime mesaj olarak dokunulmamış halde geri gönderme planları, platformu The Platform’un mesajına dönüştürüyor. Bu da ister istemez akla, 20. yüzyılın önde gelen iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın “Araç mesajdır (Medium is the message)” önermesini getiriyor.

Herkese yetebilecek zenginliğin, üst katlardakilerin düşüncesiz, dayanışmasız, bilinçsiz (ya da bilinçli) bir şekilde hırsla, arsızca ve hadsizce davranarak tüketmeleri neticesinde herkese yetmemesini, oldukça dolaysız bir sembolizmle anlatan bir filmin, McLuhan’a atıfla, sinema aracını, mesajının ta kendisine dönüştürdüğü söylenebilir. Hemen her yıl güncellenirken soru işaretini ünleme çevirerek kötüye giden, dünyadaki toplam gelirin büyük bölümünün birkaç kişiye ait olduğu verisinin ve şimdilerde Covid-19 salgını nedeniyle sistemin insan sağlığını bile zenginleşme aygıtı olarak görecek kadar onursuz zihniyetinin ayyuka çıkışı şüphesiz The Platform’u manalı kılıyor. Filmin güncelliği ve zamanın kötücül ruhunu somutlaştıran içeriği,  sinematografik becerilerinden bağımsız olarak önemli. Filmin, aslında hemen herkesin bildiği fakat dönüştürecek cesarete, fikre, bilince, arzuya, gereksinime, güce sahip olmadığı gerçeği ise The Platform’un iletisine yönelik sunduğu çözümleri ve verdiği sonu daha belirleyici hale getiriyor. Müdahale olmaksızın, insanlığın dayanışmacı ve eşit paylaşımcı bir hal almayacak olduğunun kabulü, aynı anda hem insan doğasının – hayatta kalma içgüdüsünün tetiklemesiyle – kötücül bir öze sahip olduğu hem de tarihte Jakobenlerin veya Bolşeviklerin yaptığı gibi devrimci bir hamle olmaksızın değişimin yaşanamayacağı anlamına geliyor. Bu iki zıt düşünce yapısının aynı potada eritilmesi ne kadar sorunluysa, filmin sonunda umut verecek bir ucu açıklık vermesi de, distopyaların alışılageldik karamsarlığı açısından olumluya yorulabilir. Yine de bu naifliğin, The Platform distopyasında işe yarayacağını düşünmek için, sisteme dair daha fazla fikre sahip olmamız gerektiği ortada.

Film ne yazık ki bunları sunmuyor ki zaten aslında bir B filmi estetiğinin daha çok yakışacağı The Platform’un Jon D. Domínguez imzalı steril görüntü yönetimi ile Azegiñe Urigoitia dokunuşlu sade sanat yönetimiyle seviyesini biraz şaşıran iddialı, kirsiz bir hüviyete bürünüyor. Burada dikkat çeken unsur ise yapım tasarımda tercih edilen öğelerin minimalist bir modernizme işaret etmesi. Sinema tarihi boyunca kötü karakterin ve kötü gelecek öngörülerinin vazgeçilmezi olan modernist estetik motifi, The Platform’un da vazgeçemediği bir ezbere dönüşüyor. Billy Wilder’dan Jacques Tati’ye, James Bond filmlerinden Alfred Hitchcock filmografisine uzanan geniş bir yelpazede modernist mimarinin kötücüllükle ilinti sunumu (Bennett, 2015), ya da kötülüğü modernist motiflerle sunma eğilimi ilginç bir ortak payda doğuruyor. Öyle bir ortak payda ki, Yıldız Savaşları’nda İmparator’un meşhur Ölüm Yıldızı’ndan, Mad Men’in anti kahramanı Don Draper’ın New York dairesine kadar uzanan (Palumbo, 2020) irili ufaklı kötülükleri tek potada buluşturabiliyor. Blade Runner filmlerinin büyük ve çoklu ölçekte sunduğu modern kötülük, The Platform’da brutalist mimari ile inşa ediliyor. Modern olanın sadeliğini, insani canlılıktan uzakta konumlandıran ön kabule yaslı bu tavır, filmde Delik’i, sosyalist modernist çeperleri andıran bir görünüme büründürüyor. Moderniteye yönelik kuşkucu yaklaşımın, sosyalizm ile bir tutulan baskıcı rejimler klişesiyle buluşması şüphesiz filmin önermesiyle örtüşen mesajıyla çelişki doğuruyor. Fakat The Platform’un yayınlandığı platformun, salgın günlerinde yüklü bir serveti işsiz kalan sektör öğelerine pay ederek, uçsuz bucaksız birikimini, hayırseverlikle örtmedeki başarısı, ayrıntılardaki çelişkiyi alıklaştırılmış seyir zevkiyle – hatırı sayılır bir çoğunluk için – buharlaştırıyor.

The Platform’un güncel ve genel siyaset ile onun işleyişi üzerine söylemeye çalıştıkları ve bu uğraşta kullandığı “delik”, yukarıda Blade Runner adıyla bahsi geçen serinin ikinci halkası 2049 başta olmak üzere İçimdeki Yangın, Tutsak, Düşman ve Geliş gibi iz bırakıcı filmlerin yönetmeni Dennis Villeneuve’nun, 2008 tarihli kısa filmi Next Floor’la epey örtüşüyor. Zira Next Floor’da da bir ziyafet var ve ziyafete dâhil olanların hırslı, gözü dönmüş açgözlülükleri, yemek masasının, masanın konuklarıyla beraber sürekli bir sonraki kata – buradaki örnekte bir alt kata – düşmesine yol açıyor. Filmi izlemek, yakın dönemin en önemli yönetmenlerinden birinin gelişim basamaklarına tanıklık etmekle beraber, The Platform’un ilhamlarını edinmek açısından önemli;

İki film birlikte düşünüldüğünde, Next Floor’un The Platform’un öncüsü olduğu, ikilinin sinemasal evrende zıtlıkları ve benzeşimleriyle birlikte anılmaları gerektiğinin altını çiziyor. Next Floor’da yemek platformu işlevi gören masanın ve en önemlisi yemeklerin yenilişlerinin, yakın planlar ve ayrıntı çekimlerle kadraja alınışları, The Platformla çelişecek bir grotesklik barındırıyor. İkili arasındaki en büyük ayrım burada başlarken Next Floor’da bu kez aç gözlülüğün bir deneye tabi tutulduğu söylenebilir. Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma’sında geçen “Yiyin efendiler yiyin, (…) Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” dizeleriyle örtüşen davranıştakilerin, açgözlülükleri neticesinde sürekli bir alt kata düşer olma gerçeğine rağmen davranışlarını değiştirmemeleri, Next Floor’da yönetimin kimin elinde olduğunu merak ettiriyor. Filmin sonunda arsızlar kümesinin cezasını bulduğunu düşünmek, arındırıcı bir umut şüphesiz ancak The Platform’u, Next Floor’un gayri resmi devam filmi olarak kabul etmek, sonda değişikliklere yol açıyor. Sistemin aşırı yüklemeden meydana gelen delikleri, sistem ve düzen karşıtlarını terbiye etmek için kullanacağı, delikli bir hapishane yerleşkesine dönüştürmüş olduğuna inanmak içten bile değil. Hal böyleyken, Next Floor’un çekildiği 2008 yılında, küresel sermayenin girdiği ekonomik kriz ortamı ve akabinde tüm dünyada yaşanan başkaldırıların öncülendiği umutlu bir isyanın vuku bulduğu hatırlanmalı. Ancak The Platform’un çekildiği 2019’da, aradaki yıllarda ortaya konan sistem karşıtı direnişlerin hiçbir somut kazanım elde edemediği gibi sistemin tüm iğdiş edilmişliğine rağmen nüfuzunu arttırdığı gerçeği var. The Platform’un, bunun kabul edilmişliğine karşı bir isyan, bir umut ihtiyacı olarak okunması olası. Bu içeriksel, biçimsel ve en önemlisi tarihsel çerçevede, iki filmin benzeşme ve ayrışmalarının bir benzerini Christopher Nolan’ın Kara Şövalye Üçlemesi’nin [Yarasa Adam (Türkçe yazınca hiçbir havası kalmıyor öyle değil mi? Emperyalizmin başarılarını uzakta aramamalı) Üçlemesi] 2008 ve 2012 tarihli halkaları ile Todd Phillips’in 2019 tarihli Joker’inde (Şakacı? Şaka şaka.) de görmek mümkün.

Sonuç olarak The Platform – ve Next Floor – yakın geçmişte ve salgınla iyice belirginleştiği üzere günümüzde küresel sistemin nasıl işlediğine, işlerken ne boyutta bir eşitsizliğe yol açtığına, dayanışmayı unutmuşluğumuzunsa bunda rol oynadığına işaret eden bir film. Eşitsizliğin altınız çizmesi doğru olsa da film, bu açıdan bir yenilik içermiyor. Önemi ise bu sisteme ve bize tutulmuş aynadaki yansımayı öteleyen, boş veren herkese izletilmesiyle işe yarar bir hal alabilir. Yine de bu noktada bile, filmin naifliğini, gerçekçilik kılıflı idealizmini açık etmek ve tam da bu tavra müdahale etmek gerekiyor. The Platform, en iyimser ihtimalle, kendisini, sinema filmini, mesajın kendisine dönüştürse bile, Toronto Film Festivali’nde yer almasının ardından, artık sinemanın değil küçük ekranın bir parçası. Netflix’in klasik televizyondan farkı olduğu, tüketiciyi daha özgür bir özneye dönüştürdüğü ise, özneleri tektipleştirip yığın haline getirdiği gerçeği göz önüne alınarak kabul edilebilir ancak. Zira “arkaik televizyon ile zamane televizyonu olan Netflix arasındaki fark esasen, ilkinin seri üretime dayanmasıyken, ikincisinin hiper-seri üretime dayanmasıdır” (Çal, 2020).

Bağışçıların cirit attığı, hangi bağışın yasal, hangisinin caiz olduğunun tartışıldığı, her nedense niçin birilerinin hep bağışlara/yardımlara muhtaç olduğununsa hasıraltı edildiği, bitmek bilmeyen şimdiki zamanda bu müdahale acil bir ihtiyaç. Tıpkı, Bertolt Brecht’in İyilik Neye Yarar şiir/sorusundaki “İyi insan olacağınıza, öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik beklenmesin!” çağrısının bir ütopya olmak zorunda olmadığını kabul edip hakikat olmasına yönelmekten başka çare olmadığı gibi. Bireysel veya çoğulcu olmak fark etmeksizin, aklı ve hayal gücünü düete çağırıp ayağa kalkmalı, deliklerde değil gözümüzün önünde, göz göre göre devinim kazanmış distopyayı alaşağı etmeli.

Onur Keşaplı

***

Kaynakça

Bennett, L. (2015). Why Film Villains Love Modern Architecturehttps://architizer.com/blog/inspiration/collections/modern-architecture-a-home-for-film-villains/ adresinden elde edildi.

Erişim Tarihi: 05.04.2020

Çal, H. C. (2020). Televizyon Üzerine Eleştirel Notlar. https://manifold.press/televizyon-uzerine-elestirel-notlar adresinden elde edildi.

Erişim Tarihi: 05.04.2020

Palumbo, J. (2020). Why Movie Villains Love Modern Architecture. https://edition.cnn.com/style/article/movie-villains-modern-architectre/index.html adresinden elde edildi.

Erişim Tarihi: 05.04.2020.

Bunu paylaş: