Yaşam Öfkesi – Efe Eğilmez

Yerlerde, ölümün çamurlu ayak izleri vardı acilin girişinde. İnsanlar koşuşturuyordu, sağa sola… Ölümden mi kaçmaya çalışıyorlardı, yoksulluktan mı, kahırdan mı? Bir öfke büyüyordu içlerinde: Ölüme karşı mı?

Alüminyumdan, derme çatma bir kulübe… Fayans, eskiden beyazmış… O da kararmış sonra. Ve insanların gözleri, bir ara umutla bakarmış. Ama işte tüm bu insanlar umutsuz, çaresiz ve beni bağışlayın ama zavallı durumdalardı şimdi.

Acıya alışkın yaşlı, pos bıyıklı amcalar vardı.

Henüz dünyayı kavrayamayan, acı çeken çocuklar.

Hasta bakıcıların ve görevlilerin, ailelerinden çok gördükleri yaşlı teyzeler vardı bir de.

Bir de yaşamı ellerinin arasında tutan doktorlar… Yaşamı ve ölümü… Dünya var olmaya devam ettikçe bitmeyecek olan bu çatışmanın tam ortasında onlar.

Ha, bir de genççe bir kadın vardı: Bakışları solgun, gözleri odanın içerisinde gezinip duruyor ve insanları izliyordu. Hem anlıyordu onları, hem anlamıyordu. O, ölümü yenmeye çalışıyordu; fakat çevresinde gördüğü tüm bu insanlar, ölüme boyun eğiyor, ona gözyaşı döküyorlardı.

Acilin içine adımınızı atar atmaz bir koku geliyor burnunuza. Bu kokuyu tastamam tarif etmemi beklemeyin. Öyle bir koku ki bu, dünyadaki hiçbir kokuyla kıyaslanamayan, hiçbir kokuya benzemeyen ama acı veren bir koku. İnsanı bir an için de olsa dünyadan alıp götüren, uzaklaştıran bir koku…

İçeriye adımınızı atar atmaz iki adet sedye görüyorsunuz. Kir pas içinde, eskimiş, yıpranmış sedyeler. Şayet düşünmeyi pek sevmiyorsanız, oturursunuz onların üzerine fakat düşünmekse bu hayattaki tüm meseleniz, o vakit bu iki sedyenin üzerinde acı içinde kıvranmış olan ve hatta üzerinde can veren insanları düşünürsünüz. İnsan, katlanabilir mi buna?

“Ödeyeceğiz bir şekilde, ödeyeceğiz ama nasıl…”

Kapının önünde, hemşirelerden biri dert yanıyor bir hasta yakınına. Adam iyice öfkeleniyor: Kendi ödemelerini hatırlıyor bir anda, borcunu, harcını… İçeride yatan kardeşini hatırlıyor, aklında bir soru beliriyor: Ne?

Bir elinde tezgâh, öteki elinde cigarasıyla acilin önünden medet uman bir simitçi bağırıyor: “Taee zimitt!”

İnsanın en sorgulayıcı yaşlarındaki, amcasının kerata diye tabir ettiği kumral, bıçkın bir oğlan annesine soruyor:

“Ne diyor anne? Ne diyor? Anneeeee!”

Annesi ya çocuğun okul yaşının geldiğini ve para bulması gerektiğini düşünüyor, ya da akşama yine o kocası diye tabir edilen adamın yanına nasıl gideceğini, onun yüzünden ciğerlerini her gün ne kadar çok zehirlediğini, çokça önem verdiği çocuk psikolojisini-üstelik kendi çocuğunun psikolojisini- nasıl alt üst ettiğini düşünüyor. Çocuk soruyor: “Ne?”

Beyaz şeritli, kıpkırmızı bir eşofman üstüyle, elinde bir koltuk değneği, göğsünde hilal amblemiyle topallayan ve meczup gibi davranan adam yüksek sesle mırıldanıyor: “Allah… Allah”

Ne? “Taeeee imiiitt!” Çocuk soruyor: “Anne, ne diyor? Ne?”

Kadın dün akşam kocası tarafından kendisine hediye edilen tokadı ve yanında yine hediye halinde halinde gelen “Orospu” sözcüğünü düşünüyor, dili tutuluyor: “Ne?”

Saatlerdir, günlerdir annesinin sağ salim çıkmasını bekleyen bir kadın, ağzının kenarında mahsur kalmış çekirdek kabuğuyla simitçiye sesleniyor: “Simitçi, simitlerin taze mi?”

Simitçinin kulakları duymuyor: “Ne?”

Kadın bu kez öfkeyle bağırıyor: “Simitlerin diyorum ta-ze mi?”

“Anne ne diyor? Ne?”  

Adam topallamakla meşgul: “Allah”

Simitçi soruyor: “Ne?”

Güvenlik, içeride yatan kız arkadaşını beklemekte olan yeşil montlu bir adamı ittiriyor. Adam sendeliyor, gözü bir an için topallayan adama takılıyor, güvenliğe dönüyor: “Ne var ulan, ne?”

Çocuk kelime oyunu seviyor: “Ann-ne?”

“Allah” Kadının simit yiyesi kaçıyor. Çekirdekler elinden dökülüyor kapının önüne. Sigarasını sertçe söndürüp atıyor. Hınzır kızının kanlanmış gözlerinde kendini görüyor, sinirleri bozuluyor: “Ne var piç, ne var?”

“Çaıt çaıt! Taee imiit!” Gençce kadın bir kukanın etrafında dönüyor, hayatında hep bir noktanın etrafında döneceğini anımsıyor; zihni bunu kabullenemez, kabullenemiyor: “Ne?”

Ölüm geçmiş buralardan besbelli bu… Herkesin sorusu ortak artık burada. Herkes, bir bilinmeze sürüklenmiş… Ölüm, kimsenin bilmediği bir şey. Yaşamda yeri yok ölümün! Ama yaşamı oluşturan da ölüm öte yandan… Kimse anlam veremiyor içinde bulunduğu saniyelere ve herkes soruyor: “Ne?” diye…

Bir anda dışarıda bekleyen herkes içeri giriyor. Ve yakınlarıyla görüşenler de çıkıyorlar içeriden. Küçük bekleme odası bir anda mahşer gününe dönüyor. Güvenlik görevlisi ne yapacağını bilemez halde, öfkeli, sinirli, yorgun ve bezgin:

“Çıkalım buradan! Kalabalık yapmayalım, evet dışarıda bekleyelim!”

Uğultu artıyor, öfke artıyor. Sanki ölüm, peşinden öfkeyi sürüklüyor. Ve yoksulluk ve acı, öfkeyle beraber yürüyor.

Güneş, sanki hiç doğmayacak gibi. Ay, güneşe öykünürcesine aydınlatıyor yeryüzünü. Ama yetmez! Güneşi getirmek lazım.

“Sen kime kalabalık diyorsun be? Bizim anamız babamız yatıyor içeride!”

“Ben görevimi yapıyorum!”

“Sen burada sade kalabalık yapıyorsun.”

Sesler yükseliyor, öfke palazlanıyor. Bir adam, hasta ziyaretçi talimatları olan tabloyu yerinden söküp yere atıyor. Bu, belki de bardağı taşıran son damla. Herkes acısını çıkartmaya bakıyor şu anda. İnsanlık, daha ne bekliyor?

Bir doktor var… Uzaktan izliyor olanları. Korkuyor. Şu an bu odada bulunan herkes bir nevi hasta sayılır… Ve kendisi de! Yaşam onları nereye sürüklüyor?

İtiş kakışlar başlıyor… Ne için olduğu bile belli değil. Ama bir öfke var ya… Onu kusması gerekiyor insanların. Temizlikçi yerdeki çamurlu ayak izlerini silmeye çalışıyor ama nafile… Bir cümbüş var içeride! Hasta yakınlarından biri adamın elinden alıyor paspası, savuruyor nefretle:

“Yeter ulan, yeter!”

“Bağırmayın, bağırmayın!”

Kim söylüyor bu sözleri? Bunu bilebilmemiz ne mümkün, ne de bir önemi var. Hepsi aynı kişi artık. Bu insanların hepsi yaşamın kıyısında kalmış, yaşamın dışına itilmiş ve ölüme mahkûm edilmiş insanlar, hepsi… Genççe kadın durgun gözlerle, kıpırtısız bir şekilde oturuyor sedyenin üzerinde… O, ölümü içeriden fethedeceğe benziyor.

Ezan sesleri ile salalar karışıyor artık. Saat kaç? Daha nereye kadar gidebilirler? Neredeyse birbirlerini yiyecekler şimdi…

Bir sessizlik… Elbet bir silah çıkacaktı bu acilde. Ve işte oldu: Genç kadın, silahını çıkarttı çantasından. Kimse beklemiyordu bunu, işin aslı onu fark etmemişti bile kimse. Aldı silahı eline, alnına dayadı, korku dolu gözler ona yöneldi… Çıt çıkmıyordu şimdi. Kimse elinden silahı almaya da yeltenmiyordu. Baktı etrafına. Belki de son kez inceledi yeryüzünü. Dudakları aralandı. Herkes merakla dudaklarına bakıyordu fakat kadının sesi bir hayli cılızdı:

“Biz buradayız ve hepimiz… Ne?”

Bastı tetiğe. Öldü. Kısa süreli bir bağrış çağırışın ardından gelen sessizlik… Sessizlik, sürüyordu… Kadına tıbbi müdahale yapılmaya elbette çalışıldı ama işi bitikti. Ölüsü kaldırıldı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu her şey. Fakat bir şeyler olmuştu elbette. Bekleyiş başladı yeniden… İçeriye sürekli yeni birileri geliyor, birileri çıkıyor, yerler çamurla kaplanıyor ve temizlikçi yerleri silmeye çalışıyordu. Dışarı çıkıp sigaralar içiliyordu: Sigaralar, sanki hastalığı büyütmek için içiliyordu… Saatler ilerliyordu artık… Yaşam yeniden göz kırpıyordu insanlara. Ve işte güneşin ilk ışıkları giriyordu acilin kapısından içeri.

“O kadın ölmemeliydi.” dedi dün geceden beri bekleyen yaşlı bir adam. Ama ölmüştü işte ve yaşam bundan ibaretti.

Ölüm anında beyindeki nöronlar vücuttaki tüm hormonları harekete geçirirmiş… Ve işte o vakit, insan için zaman çok, çok, çok yavaş ilerlermiş… Bir düşünün: Tüm hormonlar! Bu sebeple yaşamdan ölüme geçiş anına “Sonsuz Azap” denirmiş…  

Elimizde bir sürü öfkeli insan ve ölü bir kadın var. Ölüm durdurulamaz: Yaşamı anlamlı kılan ölümün ta kendisi hatta. Fakat bir sakıncası yoksa sormak istediğim başka bir şey var benim: Bu insanlar, neden bu kadar öfkeliydi sizce?

***

Görsel: Oslo’da Panik (1917) – Edvard Munch

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi142

Bunu paylaş: