Ötelenmiş Acılar – İsmet Şengül

Yazarın Notu:

Merhabalar saygı değer Azizm okuyucuları. Devamı bu sayıda yayınlanması gereken yaşam döngüsü ve varoluşçuluk yazısını gelecek sayıya bırakmak zorunda kaldım. Malum ben inşaat işçisiyim mesleğim ve işlerin aşırı durağanlığı gereği üç dört hafta kadar gurbetlik sürecine düştüm. İnşaatta kaldığım için bütün imkân ve olanaklardan uzağım. Bu ayki sayımızda daha önce hazırlamış olduğum, az da olsa kendimi ve geçmişimi anlatan şiirlerimi siz değerli güzel insanların takdirine sunuyorum.  Gelecek sayılarda hep birlikte olmak adına sevgi ve saygımla,  dostça kalın Azizm’le kalın.

ÖTELENMİŞ  ACILAR

(1)

“Bizler bir lokma ekmeği, bir acı soğanı bölüşürken,

Kilerimizdeki bir tepsi bulguru, bir godik arpayı pay edip üleşirken,

Onlarsa gelip yağmalayan taraf oldu,  payımıza düşen, paylaştığımız her ne varsa”.

(2)

Geç gelir bazen bizim buralara,  beklediğimiz ilkbahar,  özlediğimiz yaz.

Bazen de git gel arası yaşatır varlığını.

Tenimizi yalayıp geçen bir sonbahar sabahında.

Süzülüp gider üzerimizden,  mevsime inat.

O sebeptendir ki hiç yeşermez gönül bahçemiz.

Ne gül olur dikene inat, ne de dikeni olur,  gülü seven bülbül inat.

(3)

Daha dün gibiydi tam da şuramda.

Beni böyle perişan eden zihnimin bir oyunu muydu?

Oysaki dönüp gelmişti tüm göçmen kuşlar,

Taa ki çok uzaklardan.

Bir ben kaldım yokluğunun belasında,  bir ben.

Umutlarımıza neşter vuran ey acılarımızın anası.

Su yürürken dallarına çiçek açan ağaçların.

Bizlere baharı getirenler;  yürekleri avuçlarında çocuklarımızdır.

Bir tabanca taşır gibi taşıdım bunca yıl memleket özlemini.

İlk baharda güz yelidir sanki, insafsızca göğsüme vuran.

(4)     

Hasat zamanıdır,

Ya bir tarlada ya da bir çayırda,   

doğurur çocuklarını 

analarımız.

Çocuklar böylesi bir zamanda açar gözlerini dünyaya.

Dünyanın kiri pası bulaşmasın diye tenlerine,

 güneşin çeşmesinde yunulur körpecik bedenleri.

Naçar;  kış erken iner bizim buralara.

Kar altında kalmasın diye harmanlarımız.

Kundak bir tumpda ya da ağaç gölgesinde,

Elde orak ekin biçmede,

elde tırmık 

otu devşirmekte,

analarımız.

Acı çeken, dert çeken, 

acı ekip

 keder biçen, 

analarımız

Gök buluta, dağ dumana gebe.

Bitti ha bitecek toprağımıza bin bir nazla gelen 

ilkbahar ile yaz.

Yazlarımız ki bir yürek atımlığı kadar kısa.

Göz açıp kapama arasındaki zaman dilimi kadar sınırlı,

İki parmak arasındaki mesafe kadar dar,

Bir nefes alıp verme arasındaki heyecan kadar,

  amansız telaşlı

ve 

yorgun geçer.

Dokuz ay sürerdi kışlarımız.

Dam boyu kar.

Her sabah yeniden,  yeni baştan kar kürerdi anam.

Güne açmak için kapımızı.

Yokluğun gurbetineydi benim babam.

O da yılda bir gelirdi kısa süren yaz kadar.

Bir görünür bir kaybolurdu yokluğun belasında.

Ne çilelerle doğduk bu topraklara.

Ne acılarla yoğurdu bizi zaman.

Dipçik gibi girdik hayata 

Omuz vermek için namlunun direncine.

Eeeyyy toprağına tükenmeyen sevdamı ektiğim yurdum.

Yeşerecek mi bağrına diktiğimiz umut.

Kanadı rüzgardan kırık serçelerin 

   fırtınaya yenik düşen

 güvercinler aşkına. 

 Yarınlara al şafak olalım diye bizi doğurdu analarımız.

Bugünlere büyüttü, acıları eşleyerek,

Sancıları dişleyerek.

Dirensin, yürüsün, yazsın,  çizsin,

 göze alsın hücreleri

 ve de ölümü diye.

Yakışır mı insanlığın toprağına ayrık tohumunu ekerek

 ihanet etmek.       

Amma ve lakin yakıştırdılar kendilerine,

hemide alaylı gülerek.

Heyyy bıreee!

Güç yetirmek kolay mı sandın ihanete?

İhanetin kırbacı bir başka acı,

 kılıcı ise bir başka zulüm olur.

Gelir ana karnında bile seni vurur.

Yerinden yurdundan bile söküp atarlar seni.

Yol ederek sürgünlere, özünden, değerlerinden

 kopardıklarını sanırlar.

Ama bilmezler ki bizler,  ölümüne bağlıyız,

  ölümüne sevdalıyız

 bu toraklara.

Şimdilerde ise büyür kan kızıl karanfiller,

 bire yedi veren toprağında senin.

Bizlere içirdikleri ağu, yüreklerimize akıttıkları kandır.

Tükenmeyen umutlarımızı ektik,

 Yurdumun,

 her bir karış toprağına.

Bizler sürerken kara sabanla acıyla bilenen sancılarımızı.

Alın terimizdir sunduğunuz,

  Şarlatan soflarına.

HEYY GİDİ GEÇMİŞİNE YANDIĞIM ÖMRÜM.

(1)

Hey gidi de koca çınar heyy.

İşte geldim diyemeden,

Aha da gidiyorum demektir,

Benim payıma düşen.

Aha geldim diyemeden,  varlığımı dahi bilemeden,

Aha da gidiyorum işte. 

Yaşantım tam anlamıyla bir halta yaramasa da.

Bari sonum gür, sonum aydınlık olsun diyesim vardı.

Meğerse onu bile diyemeden gitmek varmış,

 el ense çekerek hayata.

Yaşantın boyunca yolunda diken,

Ayağında taş hiç eksik olmadı belki.

Bari,  varla yok arasındaki ömrünü sona doğru götüren,

Yolun açık olsun demekten,  başka bir şey gelmiyor ki elimden.

Hey gidi gün görmeyen ömrüm seni heyyy.

Aha da gelmiş oldum diyemeden,

 aha da çek git artık.

Git ki Azrail’e sunulan ömrün,

sonsuzluğun dar ağacında sallansın.

Mahşerin kızıl atlıları yolunu aydınlatsın.

Yürü be geçmişine yandığım ömrüm.

Yürü ki yerini yaşamayı hak edenler alsın.

(2)

Direncimin son demi.

Hiç de istediğim gibi bir olamadım.

Her ki varmak istedikçe menzile.

Daha da bir uzadı yollarım.

Pek de öylesine büyük bir adam olamadım nedense.

Ne kadar da çok emekler dökmüştüm oysa.

Çok yol aldım çooook, susuz ve çorak, verimsiz topraklar da.

Ayazlı gecelerde dondum iliğime kadar.

Demek ki, demek ki,

Tarih yaratsın diye

 doğmamışım 

anamdan.

Ne ben vakıf olabildim tarihe,

Ne de tarih anladı beni.

Sesimi haykırdıkça dağlara,

 dağlarda yankı buldu

sadece sağır kulaklarda.

Ne adım duyulmuş, ne de varlığımdan bir haber olunmuş.

Belki de duyulup da erken unutulmuş.

Bir garip ozanım ben.

 İsyanıma isyan yazar, dert yazar, kahır yazar,

Kendi, kendi katline ferman yazar.

Öfkemi dökerim dizelerime,

 sese dönüşür,

                 bitmeyen kavgam.

Yüklerim sazımın perdelerine.

Göz nuruyla yeşertip, alın terimle besliyorum dizelerimi.

Dizlerimse,  hep acıdan yana, ayrılıktan yana 

 düştüler payıma.

Ne yerini buldu döktüğüm onca emek,

Ne de ahvalimden anlayan oldu bugüne dek.

Az bir tayınla çalışıyorum gece ve gündüz.

Gecem gündüzüm dümdüz.

Mevsimlerim karışmış birbirine.

Saatin kadranı bozulmuş,

zembereğinden

 boşalmış zaman.

Ben yarınsız bir geceyim.

Dizesi tamamlanmamış bir hece.

Kuşatmış dört yanımı, sinsi karanlık

 ve

 güne  yüz  dönmeyen ,

 gece.

Gelen güne merhaba diyebilmek için,

son bir umutla

 bakıp ülkeme.

Doğudan batıya, güneyden kuzeye,

 bir ışık çizgisi çizdim.

Karanlık hiç olmasın diye,

 Tam da orta yerine birde güneşi diktim.

 (3)

 Ve bir dinamit yerleştiriyorum beynime.

Eğer zamanında ateşleyemezsem fitili diye,

  bir de saatli bomba.

Her satırda fitilliyorum ucunu.

Her seferinde yeniden kuruyorum saati. 

Ne fitilleniyor dinamit,

 ne de saatine

  sadık kalıyor bomba.

Sanki depremler oluyor vücudumun şehrinde.

Ve on buçuk şiddetinde sarsılıyor bedenim.

Enkaz yığınına dönmüş her bir yanım.

Her bir yanım paramparça,

Can çekişir yıkıntılar arasında.

Ve kıtalara ayrılıyor dizelerim.

Yaşayan halklarım sanki birer ölü.

Ne duydular olan depremi,

Ne de toparladılar benden kopup gidenleri.

Sus pus oldu öfkelerim,

Ve beni bekliyor upuzun bir gece.

Sensizlik, sessizlik, enkazım ve ben.

(4)

Ve aniden Çukurova’da buluyorum kendimi.

Pamuk topluyorum pamuk işçileriyle.

Ellerimde nasır, ayaklarımda kan,

yüreğimde hicran.

Yarınlarımıza dökülsün  diye emek.

  özveriyle,  inançla

 büyüsün diye yarınlarımız.

 Emeğe katamak ediyorum,

 çorak topraklara,

ektiğim sevdamı.

Offfff offf!  Ekmeğin buğusunda kokan,

 yurdum benim,

 Anadolum.

Hiç bıkmadan, yılmadan ektim umutlarımı

kara bağrına,

 yani,

 bire on veren

 o kara toprağına.

Toprak dene ye, 

dene filize,

 filiz ağaca,

 ağaç meyveye dursun diye,

son nefesime nefes,

umuduma ses olan yurdumsun

yani Anadolumsun.

(5)

İnadıma inat,  direncimle umut bırakabilmek için yarınlara,

Devasa bir kalabalıkta, devasa bir yalnızlık içinde olan ben,

Ve ölüp giderken,  göğüs kafesimde,

yani tam da şuramda,

 kalbin ritmiyle atıp duran,

son bir devingenlikle direnen ben,

 ya zamanın sonsuzluğunda

 yankı bulacak

 bir ses olarak gideceğim,

 ya da kuma yazılan bir yazı gibi

 en hafif bir rüzgarda bile

  silineceğim.

Ve aniden fitilleniyor dinamit,

Ve saatin kadranı düşüyor ömrümün son demine.

Tik  tak, tik  tak  , tik  tak ,tiiiiik  taaaak,  tiiiiiiiik  taaaaaaak, tiiiiiiiiiiiik  taaaaaa…….

“Issızlığın ortasında çalan ölüm davullarıyla,

Temmuz un sıcağında zemheri ayazını yaşayarak yitip giden ruhlara”

“Kendi merkezinde kendini avutacağı bir beklentisi, bir amacı olmalı insanın, hedefleri olmalı menziline yol alabileceği.  Ve kendini arındırmalı kokuşmuş düşüncelerinden,  arındırmalı ki yarınlara berrak bir anı olarak kalabilsin.”

“Kendi yönünü tayin edemeyenler kendi girdabında boğulur gider.”

“Kendi karanlığı gene kişinin kendisidir. Kendi karanlığını aydınlatamayana bir değil on güneşte doğsa kar etmez”

“Ne çare ki kişi sadece kendi karanlığını göremezmiş. Kendi karanlığını göremeyen aydınlıkta bile yönünü tayin edemezmiş”

“Biz insanların hayatları dönme dolap gibidir,  yükseğine çıkınca özgürlüğü aşağı inince köleliği yaşarız sanki”

“İşte bütün mesele bu;  yükseklikteki özgürlük mü yoksa aşağıdaki kalabalık yalnızlık içinde payımıza düşen kölelik mi asıl olan karanlıkta ışığı, kalabalıkta doğru yönü bulabilmekte.”

“Yerinde saymamalı insan yoksa o saydığın yer alır seni, alır bitirir.”

“Dizginlenemeyen hırsların selinde olan,  eninde sonunda o bulanık suda kaybolup gidecektir. Sen sen ol bulanık akan sulara kaptırma kendini.” 

“Her gün kendi yüzlerine tükürenler yaptıkları hataların bedelini en ağır şekilde ödeyenlerdir.”

“Hiç bir güzelliğin şansı yoktur bu iyi biline. Amma kişi kendinde var olan o güzelliği koruyup kollamakla mükelleftir.”

İzmir, 30 Nisan 2019

***

Görsel: Eleştirel Yalnızlık (1935) – Salvador Dali

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi137

Bunu paylaş: