Nick Cave & The Bad Seeds’in İstanbul Konserinin Ardından – Özgür Keşaplı Didrickson

“Yaşamım, 25 yıldır içine sızmasaydın çok farklı olabilirdi. İyi ki izin vermişim kendim olmaya çalışmamda bana eşlik etmene, beni etkilemene. İyi ki varsın! Ne çok insanın ne çok insanın ağzına hiç tereddüt etmeden sıçtığı bu dünyada benzerler benzerleri korusun! Âmin!” diye seslenmiştim ona, Azizm Sanat Örgütümüzün 60. yaşı onuruna hazırladığı dosyada yayımlanmak üzere karaladığım denemenin sonunda*. Bir de şiir çıkmıştı en içimde bir yerlerden. Şimdi, “konser izlenimleri” gibi soğuk bir sınıflandırmaya ait olacak bu yazıyı karalamakta zorlanıyorum ama o yazdıklarım, çoktan içimde olgunlaşmış sevgi ve minnet sözcükleri olarak hızla, kolayca akmıştı elimden. Nick Cave çok özgün bir ozan ve “öykü anlatıcısı”. The Bad Seeds ile yaptıkları müziği, o müzik aracılığıyla içimde yarattıkları dinginliği ve fırtınayı seviyorum. Ve müzikleriyle yaralarımı iyileştirdikleri ama aynı zamanda akması gecikmiş kanımı sökün etmeye çağırdıkları için teşekkür borçluyum onlara.

Biz örgütümüzün Eylül 2017 tarihli e-dergisi** için yazı karalarken Cave’in Türkiye’ye geleceği bilinmiyordu. Selamımızı duyarak gelmiş gibi oluşu gülümsetti ancak biletler çok pahalıydı. Böylelikle bu açıdan beni büyük düş kırıklığına uğratan müzisyenlerden biri oldu Cave. Gideceği ülkenin ekonomisi dikkate alınmadan ve daha da önemlisi has dinleyicilerinin, kendisinin de bir örneği olduğuna inanmamız için pek çok göstergenin var olduğu bir “düzen karşıtı” olduğu gözardı edilerek belirlenmişe benzer bilet fiyatları bir tür ihanet olarak bile görülebilir. Gidemeyecek oluşumun üzüntüsü ondan daha büyük olan bu düşkırıklığının içinde eridi. Bilet fiyatları nedeniyle has dinleyicilerinin bir kısmını böyle harcıyor olmalarından ne kadar rahatsızlık duyuyorlar, en büyük karar verici ol(a)madıkları durumlar mı var, bilemiyorum.

Bu durumda Nick Cave and The Bad Seeds’i canlı göremeyeceğimi sanırken meğer kardeşlerim bana bilet almış. Üçümüz arasında Cave’i canlı dinlemeyen bir ben kalmıştım zaten, böylelikle 10 Temmuz’da kendimi konserde buldum. Düşsel olan gerçekle kesişecekti, nadiren atmosferde biz dünyalılara görünür olan bir gök cismi gibi; bunu öngörmüş bir bilimciyle hiç gerçekleşmeyeceğine inanarak yazmış bir şair çarpıştı sanki içimde. Hiçbiri diğerini alt edemedi, alt etmeye dahi çalışmadı. Muhteşem bir konserdi. Belki de 25 yıl kadar uzun bir süre beklediğim için hem sakindim hem de afalladım.

“Skeleton Tree” albümünden “Jesus Alone”u çaldılar en başta. Dosyamız için çevirdiğim 3 şarkı sözünden biriydi ama ne yazık ki hatırımda kalmamış pek. Sıkı dinleyicileri bilir, Cave’in şarkı sözleri gündelik dilin ötesinde pek çok kelimeyle dolu olan ve onların özgünce örülmesiyle oluşan şiirler ya da öykülerdir. Bu nedenle, özellikle “Jesus Alone” gibi şarkıların sözlerini ezberlemek pek kolay değil.  Yine de konserin hemen başında şarkıları, hele düzgün çevirmek için bayağı uğraştığım bu şarkıyı bir ucundan tutamasaydım çok üzülecektim.  Bir dirimbilimci (biyolog) olarak çevirmek için seçtiğim şarkıların içinden yaban hayatın geçmesine özen gösterdiğimi hatırlayınca — nakaratı saymazsak- “hummingbird/sinekkuşu” kelimesinden yakaladım Cave’in sesini. Kaldı ki Cave’in şarkılarında yaban hayatı sık geçer; hem de “balina kanı” ile  “muz yaprağı”nı birlikte kullandığı “O’ Malley’s bar” şarkısındaki gibi çarpıcı şekilde.

İkinci olarak “Magneto”yu çaldılar. Sonra, handiyse konserinin esas başlangıcı sayılacak şekilde “Do You Love Me?” başladı.  Cave’in müzik kariyerinin büyük bölümünü takip etmişler için zamanı kırdığınca mükemmel bir şölendi. Konserin ilk ve en büyük zirvesinden biriydi. Nasıl bir dinleyici kitlesinin içine karıştığımı da ilk bu şarkı sırasında anladım. Girişin sağ tarafındaki panonun dibindeydik. Konsere geç kalanlar önümüzden akıyordu. O büyük insan nehrinin içinde nerdeyse kimse nakarata bile eşlik etmedi, yürürken kafasını çevirip sahneye bakmadı!

“From Here to Eternity” çok bildiğim bir şarkı değildi ama ilk büyük heyecanımı da bu şarkıda yaşadım. Cave’in beden dilini çok seviyorum. İmzası saydığım tekmesini ilk kez bu şarkıda gördüm ve pek keyiflendim. Yaşamın acılarını, öfkesini kara mizahla savuşturan bir müzik tanrısına ne çok yakışıyor yerinde duramamak.

Ardından çaldıkları  “Mercy Seat”ten sonraydı sanırım, sahne önündekilerden birisi “Kitchenette” şarkısını istedi. Hiç duymadığım bir şarkıydı. Bu da, izleyicilerin bir kısmıyla aramda bir bağ olduğunu hissettiğim ilk ve sanırım tek andı. Sonradan şarkının Cave’in “Grinderman” isimli grubuyla yaptığı ikinci albümden olduğunu öğrendim. Bu gruptan da haberim yoktu.  O sıralar bıyık bıraktığını şaşırarak görmeme rağmen hiç dinlemediğim “Dig, Lazarus, Dig!” albümlerini de kaçırmışım, ilk albümlerinin yalnızca bir kısmını bildiğim gibi.

Daha sonra “Red Right Hand” ve hemen ardından “Into My Arms” şarkılarını çaldılar. Böyle eski şarkılar insanı heyecan verici bir zaman tüneline sokuyor. Bu şarkıları kim bilir kaç kez, hangi ruh haliyle dinlemiştim. Hepsinin tuhaf bir bileşeni, seyircileri ortak bir ruhta birleştirebilir aslında ama “Into My Arms” da bile şarkıya eşlik eden pek olmadı çevremde.

Bir sonraki şarkının hangisi olduğunu anlayamadım, ardından çok sevdiğim “The Ship Song” çaldı. “Into My Arms”  gibi, birlikte söyleyebildiğimce büyüleri arttı bu dost şarkıların.

“Girl In Amber” ile birlikte sahne gerisindeki ekranda videolar dönmeye başladı. “Tupelo” şarkısı konserin en muhteşem, en çarpıcı anlarındandı. Müzik dışında arkada fırtınadan sallanan ağaçların da yarattığı gerilimle bir orman yangının ortasında öfkeyle bağıran bir gorile benzettim Cave’i.

“Tupelo” çok dinlediğim, sözlerini bildiğim bir şarkı değildi. Sonradan ilginç bir kelime olan “Tupelo”nun ne olduğuna baktım. Bir tür ağaç olduğunu öğrendim ama elbette bu şarkıda yaratılan dünyada bu kelimenin başka bir anlamı olmalıydı. Nİck Cave’in resmi sayfasında şarkıyla ilgili uzun bir bilgi notu varmış meğer. Tupelo, Cave’in en sevdiği icracı (performans sanatçısı) olan Elvis Presley‘in doğduğu yermiş. Meğer Presley’in ikizi doğum sırasında ölmüş. Cave, Elvis’in daha doğar doğmaz yaşadığı bu olaydan nasıl etkilenmiş olabileceğine göndermeler yapıyormuş şarkıda. Şarkıda Presley’den ve Tupelo’da doğmuş olduğundan Kral sıfatıyla söz ediyor Cave. Daha ilginci, bu şarkının yer aldığı albümün isminin de – “Firstborn is dead/İlk doğan öldü”- Elvis’in kardeşine gönderme oluşu. Tupelo, öyküsünü bilmediğimiz şarkıların içlerinde taşıdıkları duygunun yalnızca müzikle bile aktarılabildiğinin çarpıcı bir örneği oldu benim için.

“Jubilee Street” de Tupelo’nun sahnede yarattığı inanılmaz enerjiyi başka bir boyutta devam ettirdi. Buralarda bir yerlerde Warren Ellis, aslında pek de şaşırtmadan, tellerini koparacak şekilde çaldı kemanını, Nick Cave ile karşılıklı “çıldırdı”. “Jubilee Street” benim için özel bir şarkıydı, sahnede olan biten bir yana müziğiyle, sözleriyle son dönem şarkılar içinde ne kadar esaslı olduğunu canlı dinleyerek iyice hissetmiş oldum.

Ne yazık ki bu muhteşem şarkıdan sonra konserin bende düş kırıklığı yaratan kısmı başladı. En bilinen, en sevilen, müziklerinin ruhunu en iyi yansıtan şarkılarından “The Weeping Song” u canlı dinleyeceğim için çok heyecanlandım. Ve tam da burada, sahnede pek konuşmamış olan Cave, şarkıda yer alan, uzun kariyeri boyunca ürettiği tüm alanlarda güçlü şekilde izinin sürülebileceği karakterini özetleyen bir cümleyi altını çizerek dillendirdi; “I won’t be weeping long / Ağlamam uzun sürmeyecek”. Hatta birkaç yıl önce oğlunu kaybettiği de göz önüne alınırsa bu cümle gerçekten çok anlamlıydı. “Ben” yerine “Biz” olarak da yineledi bu cümleyi. Benim için bizlerle kurduğu en önemli, en samimi andı. Şarkı sözlerinde yoğun şekilde acıdan, yaşamın acımasızlığından, bunların üstesinden gelemediği anlardan, bu zor savaşın en çok kara mizah ile verilebileceğinden söz eder Cave. Kendimizi ona yakın hisseden bizler de benzer hisler içinde değil miyiz? Aramızdaki güçlü bağın omurgasında bu akrabalık yatmıyor mu?

Cave şarkı boyunca sahne önündeki kalabalığa karıştı. Şarkının ortasında, kollarını kara mizah tanrısı gibi oynatarak bir alkışlamamızı bir sessiz olmamızı istedi. Elbette bir anlamda tanrımızdı ancak aynı zamanda karşılıklı biliyorduk, sahne üzerinde acılarını haykırmanın bir yandan absürt bir şey olduğunu. O bizden yukarıda sahnede, biz aşağıdaydık görünürde ama pekâlâ bu gerçekliğin hepsi değildi. Bu nedenle sadece bir tanrı değil, aynı zamanda muzip bir çocuk gibiydi o an. Ben böyle düşünmüştüm ancak bu ünlü şarkıya bile pek eşlik edilmemesine rağmen Cave’in hareketlerinin çok ilgi çekmesi ve fazlaca gülmelere yol açısı, düşündüklerimde çok uzak bir atmosfer oluşturduğu için rahatsız ediciydi. Bir ara The Bad Seeds üyelerini selamlamak için alkışlamamızı istediğini düşündüm ama takip edebildiğime göre durum bu değildi.

Sahnenin oldukça gerisindeydik ve ancak parmak uçlarımda yükselince görebiliyordum Nick’i. “Weeping Song”‘dan sonra, onu daha yakından görebilmek ümidiyle sahneye doğru ilerlemeye başladım. İlerlerken çok bilinen eski şarkılardan, çok sevdiğim “Stagger Lee” çalmaya başladı. Sahneye bir grup insanın çıktığını gördüm. Organizasyondan insanlar olduğunu düşündüm önce ama sonra öyle olmadığını anladım. Nick Cave’in, has hayranlarından ortalıkta fazla olmadığını o ana dek anlamış olması gerekirken bir grup insanı sahneye çıkaracağını hiç düşünmezdim. Konserin havası bence çok bozuldu. Ayrıca içinden çok sayıda küfür geçen bu şarkıda her “fuck” kelimesinde genelde olan bitene tepki vermeyenler gülüyordu. Birisi sahneye bir şey fırlatıyordu, konserin en önemli anı gibi gülüyorlardı. “Çok iyi ya” falanlı konuşmalar arasında “Stagger Lee” şarkısı böylece mahvoldu. Belki de daha beteri, bu insanlarla bir de güzelim “Push the Sky Away” şarkısının çalınmasıydı. Sözlerini bildiğim, sevdiğim bu şarkıda Cave’e eşlik edip etmemek arasında gidip geldim. Sahnede ellerin, kolların nerelere gittiğini takip etmek istemedim.

Tam ne zamandı bilemiyorum ama düş kırıklığı yaşadığım bu anların birinde Warren da tekrarlamamızı istediği bir ıslık sesi çıkarmaya başladı. Bizlere yapılmış bir saygısızlık bile saydım bunu. Genel olarak şarkılara eşlik etmeyen/edemeyen; belki sırf bu konsere gittiğini göstermek için orada olanların arasında zaten ortak bir duygu hissetmek mümkün değildi, neden onlarla sürünün bir bireyi olarak ıslık çalayım ki?

Bu 2 şarkıdan sonra konser bitti. İnsanlardan arınmış bir sahnede bildiğim, sevdiğim şarkılarla bis yapacaklarını düşündüm ama bilmediğim 2 şarkı çaldılar; “City of Refuge” ve “Rings of Saturn”. Bis öncesi önümdeki kalabalıktan konseri terk edenler olmuştu. Nasıl olabiliyorsa artık! Elbette bis sonrası kalabalığın hemen hepsi konseri terk etmeye başladı, oysa biraz daha alkışlarsak sahneye döneceklerini düşünmüştüm çünkü 2 saat bile kalmamışlardı sahnede. Saat 11:30 gibiydi. Bir Nick Cave and The Bad Seeds konserinin bu saatte bitebilir miydi ki ama bitti.

Nick Cave’i geçen sonbaharda Belgrad’da izleyen kardeşimden öğrendiğime göre orada da “The Weeping Song” ve “Stagger Lee”‘de benzer seyirci etkileşimi yaşanmış. Bunu öğrenince düş kırıklığım azaldı mı bilemiyorum.

Kardeşim ayrıca bana bir “playlist” (çalma listesi) göndermişti. Bir kısmı Belgrad konserinde çaldığını hatırladıklarından oluşuyordu. Çok sevdiğim, uzun süredir canlı dinlemesem de takip ettiğim Pearl Jam‘in her konserinin farklı bir “playlist” oluyor. Sanırım bunun da etkisiyle Cave’in İstanbul’da, elimdeki listenin hemen hemen aynısını çalacaklarını düşünmemiştim. Bu nedenle her şarkıyı büyük heyecanla beklemiş oldum, iyi oldu.

Konserin sonlarında yaşadığım düş kırıklığı, gecenin büyüsünü, 25 yıllık dostluk duygusunun yaşattığı benzersiz hissi bozamadı elbette. Şüphesiz gittiğim en güzel konserlerden biriydi bu. Nick Cave’in ne kendisinin ne sesinin yaşlanmamış oluşu, sahnedeki özgün hâkimiyeti ve The Bad Seeds’in müzikal sağlamlığıyla, hayatımın en güzel anlarını yaşadım o gece. Umarım her Nick Cave and The Bad Seedssever bir gün bir yerde onları canlı dinleme imkânı bulur.

Geçtiğimiz yıllarda, özellikle Juneau’da (Alaska) yaşarken en çok dinlediğim albümlerinden birisi “Nocturama” idi. Rıhtımda, fokların ve denizaslanlarının arasında yürürken ne çok dinledim bu albümü. Özellikle “Bring it on” şarkısını çalmalarını çok isterdim. İstanbul’dan Alaska’ya ışınlanırdım kesin, şarkılar zaman kadar mekânı da kırar ya. Müzisyenler fiziksel olarak uzakta, sahnede belki ama bizlerin de işte onların bilmediği, bilemeyeceği, içinden şarkılarının geçtiği öykülerimiz var. Her albüm, her ses milyonlarca kez kopyalansa da bizim öykülerimiz biricik. Bunu bilmesek belki bir sürüye ait bireyler gibi büyük kalabalığa karışmak daha zor olabilirdi (benim için hep biraz zor, ağır). Üstelik İstanbul’un ve konserin kalabalığına girmek vardı bir de. Konserin başında bir kız hemen yanımızda bayıldı mesela ve uzun süre ayılmadı. Birkaç konserde benim de başıma benzer şeyler gelmişti. Özellikle o sıcak ve nemli gecede sahne önünde olmaya cesaret edemezdim. Nick Cave de sıcaktan söz etti zaten. Bizler onu görmek için türlü sığınaklarımızdan çıkıp bu mahşer alanına geldik, o ise her günü başka şehirde geçirdiği uzun turne boyunca her gece yaptığı gibi bize yüreğini açtı. Sıklıkla yara aldığımız şu dünyada ne kadar özel bir tür buluşma. Değerini bilen herkese selam. Teşekkürler Nick Cave ve Kötü Tohumlar. İyi ki varsınız!

*http://www.azizmsanat.org/2017/09/22/nick-cavee-ozgur-kesapli-didrickson/

**https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi117

Bunu paylaş: