Nick Cave’e – Özgür Keşaplı Didrickson

İsveç’te Nick Cave’le…

2000 yılıydı. Kuş çalışmalarına katılmak için İsveç’e gitmiştim. Bir süre de orada yaşayan amcamlarda kalmıştım. Trollhättan’da. Amcamlar içinde şekerden, sigaraya pek çok şeyin satıldığı bir dükkân çalıştırıyordu. Bu küçük şehrin merkezine indiğimde uğrardım.

Bir gün iki yanda sıralanmış şeker kutularının içinden geçip kasaya ulaştığımda afalladım. Heyecanımı, gülümsememi ne kadar içimde tutabildiğimi hatırlamıyorum.

İnsanların seçip seçip küçük kepçelerle torbalara doldurduğu şekerlere ister istemez değmiştir gözüm. Amcamın biz küçükken de getirdiği, acı geldiği için yiyemediğim, likörlü, siyah kedi şeklindekilerden pek yoktu aralarında büyük olasılıkla.  Bu nedenle gözüm oradan geçerken gökkuşağı renklerinden birinde takılmış olmalı. Ve hey, karşımda Bay Cave!

Şeker, sigara, sabırsız bir genç yılan gibi küfreden diller, kendisinden umut kesilmeyen yeryüzü… Nick Cave köprüsü üzerinden boşalıveren müzik, müzik sevgisi…

O an olduğu gibi şimdi de Nick Cave kadar özel geliyor o çocuk, müzik köprümüz, bu anım.

Pantalonunu, beyaz gömleğini,  tavırlarını hatırlıyorum. İnce telli, çenesini geçmeyen saçı ve onu sık sık elleyişi şu an gülümseyen hafızamın hediye etmeye çalıştığı bir şey mi bilmiyorum.  Sözcüklerimin sırasını şaşırmasına engel olamamışımdır; “Merhaba, ben de çok seviyorum Nick Cave’i. Hiç canlı izledin mi?” falan yerine “Nick Cave mi dinliyorsun?” demişimdir. Bir tutamı iyi gelen saçmalamalar…

O zamana ait günlüklerim şimdi yanımda değil. İyi ki değil.

Bu anıyı tekrar tekrar düşündüğümde en çok oyalandığım yer şekerlerin arasından geçişim. Bu aralar Cave’in en severek dinlediğim şarkısının “Bring it on” olmasıyla ilgili belki.  Az sonra afallayacağımı bilmeyen yürüyüşüme, böylesi anlara tutku ve açlık. Sineklerin üzerini ev bellediği göllerin durağanlığı, öfkeyi bilmeyen dudakların mezar kokan gülümseyişleri, örümcek ağlarıyla hazır bekleyenler… Gerilimin devinimiyle, acılarıyla dalga geçebilenlerce kurtarılıyor oysa yaşam. Kara mizah yüklü bu şarkının başlığının dilimize nasıl çevrileceğini düşündüğüm bir gün Cheetos arabası çıktı önümüze.  Çok düşününce tadı kaçıyormuş işte; Bring it on/ Eğlence başlasın! İmdat, şekere bandırılmış ölü yaşamlar! Yaşasın, şekere bandırabildiğimiz acılarımız!

O zamana ait günlüklerim şimdi yanımda değil. Keşke olsaydı.

Adı neydi acaba o çocuğun? Tam olarak ne konuştuk, ortak sevdiğimiz başka müzisyenler var mıydı? Acaba ses tonu güzel miydi? Bunu yazdığım an silikçe kıpırdayan hafızam; yoksa bir grubu mu vardı? Öyleyse içim gitmiştir.

Özellikle o zamanlar sürekli müzik dinleyerek dolaşırdım. Dükkâna girdiğimde, şekerlerin arasından geçerken acaba kimi dinliyordum? Üzerimde ne vardı? Nirvana, Pearl Jam falan ilk çıktığında biz de onların giyimini taklit ederdik, sevgimizi göstermek için.  Tişört giymişsem belki altına da çizgili bir bluz giymişimdir. Ancak amcamların yanına bahar kuş göçü çalışmasından sonra gittiğimi hatırlıyorum.  Yazın içime uzun kollu bir şey giymemişimdir herhalde.  Belki de üzerimde kuşlu bir şeyler vardı.

Sevdiğimiz şeyleri üzerimizde, dilimizde apaçık etmemiz belki bir köprü kadar kalkan da. Hiç tanımadığımız insanlardan güç alabileceğimiz mesafenin işaretleyicisi… Acımadan canınıza okuyacaklarsa, hele çoktan parçaladılarsa yüreğinizi, hızla yutkunup “Eğlence başlasın!” diyebilmek az şey mi? En içimizdeki “kötü”yü sahiplenmeden “iyi” olamayacağımıza, belki de iyilik diye bir şeyin olmadığına dair ortak düşüncelerimizi ,” tohum olarak kalma” baskısından koruyan sesinin özgürleştirici gücünü çoğaltarak sokaklara akıtmadık mı?

Tüm duyguları içinden geçirebilen bu zarif ve saldırgan adam mikrofonu her aldığında hep birlikte hayatta kalma gücümüzü tazeliyoruz bence. Yanı başımdaki, onu seven dostlarımdan da geçen, yolda, İsveç’te karşılaştığım “yabancı” çocuğu da tanıdık yapan bir his.

Ölümden aşka; meleklerden katillere sayısız öykü anlatıyorsun ancak aslında en çok aşka, sevgiye dair sözlerin.  Oğlun Arthur’u kaybettiğini öğrendiğimden beri şarkı sözlerine daha dikkat ettim. Üzüntüm büyüdü. “Uzaktan ne yapabilirim, yakınında olsam ne yapabilirdim ki?” diye düşünüyorum şimdi yine, sonra tüm bu satırların hayal ürünü olmadığını hatırlıyorum.

Yaşamım, ben, en az 20 yıldır içine sızmasaydın çok farklı olabilirdi. İyi ki izin vermişim kendim olmaya çalışmamda bana eşlik etmene, beni etkilemene. İyi ki varsın! Ne çok insanın ne çok insanın ağzına hiç tereddüt etmeden sıçtığı bu dünyada benzerler benzerleri korusun! Âmin!

***

Nick Cave’e…

Ne kadar güzel yaşlandın

Gece gibi

Ay ışığını güçlendirmek için koyulaşan ceketin

Ve gelgitin sihrini bir tutuşturmak bir toplamak için üzerimizde gezinen elin

Sahnedesin

Yağmur taşıyan fazla telaşsız bir bulut gibi geziniyor yüzünde sesin

Kimi zaman can sıkıntısından açan güneş kadar anlamsız sözcükler ama işte sahnedesin

Bize ve mikrofona sayısız uzaklıktan saldırıyorsun

Kuşlarınki gibi hafif kemiklerinle yaylanıyor bedenin

Dar pantolon paçalarından akan hem çocuklara özgü ciddiyet hem de âşıkların huzurlu aptallıkları

Yerçekimini mıhlayan siluetin sessizliği çoktan ehlileştirdi

Piyano tuşlarına kendini rahatça bırakan senin kolun

Ne kadar güzel değiştin

Ve bu ışık senin

Eylül 2017, Selçuk

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi117

Bunu paylaş: