“Din”in Var Oluş Hikâyesi – Sude Özben

“Din”in Var Oluş Hikâyesi*

            İnsanlığın hayvanlar, bitkiler ve Tanrı ile iletişim kurabildiği bir dönemde gözlerimi açtım Dünya denen gezegene. Tüm insanlar değil tabii, herkes hayvanlar ve bitkilerle iletişim kurabilirdi lakin ancak Kırboyu soyundan gelenler Tanrı ile konuşabilirdi. Doğduğum ceylan derisi, basık havalı çadırın içinde çok az insan vardı, önemli birinin kızı olmalıydım ki dışarıdan gelen fısıldamalar benim sesim duyulunca alkış sesine dönüştü. Galaksideki en yaşanılabilir gezegende şenlik ilan edildi var oluşumun şerefine. Şenliğe katıldım, büyüdüm ve her yıl ilk kar yağdığında şenlik düzenlendi. Kırboyu ailesinin neslinin devamı olduğunu öğrendim birkaç sene evvel, ondanmış üzerimdeki bu ilgi. Kırboyu Ailesi, Tanrı’dan gelen unvanını taşıyormuş ya, ondan bu kadar varlıklıymışız.

            Meraklı ve sorgulayıcı bir kişiliğe sahiptim her dem. Kendimi bildim bileli öğrenilecek ve keşfedilecek şeylerin çokluğundan yakınırdım, o kadar vaktimin olmadığını zannederdim. Bitkilerle başladım, Tanrı kavramı onlara pek bir şey ifade etmiyordu sanki. “Evrim” dedi çokbilmiş meşe, “Patlamanın küllerinden doğduk biz, köklerimize hayat veren küçük bir tesadüftü sadece yavrucuğum.” Hayvanlarsa fazla itaatkâr ve korku doluydular. Kuşlar bile artık o Bilge Meşe’nin etrafında uçmaz olmuştu. Korkuyorlardı onları yarattığına inandıkları varlıktan ve kaçınıyorlardı ona karşı söylenen en ufak kötü sözden.

            İnsanlarsa, çok farklıydı. Düşünme yeteneği en körelmiş veyahut hiç var olmamış yaratıklar, hepsi birbirlerine benzedikleri için bir aradaydılar ve narsist bir yapıları vardı. Kendilerini Tanrı’ya inandıkları ve O’nun adına bir şeyler yaptıkları için diğerlerinden üstün sayıyorlardı. Öyle ki bir hayvan insanı öldürürse ağıtlar yakılıp günlerce yas tutuluyordu lakin hayvanların öldürülmesi günlük iş haline bile gelmişti. Bencildi insanoğlu, çok fazla önemsiyordu kendi varlığını. Tanıdıkça soğudum ve nefret ettim bu varlıklardan. Bulmacanın sonunun karanlık bir kapıya açılacağını bile bile çözmeye devam ettim, onlardan biri olduğumu hatırlayarak gözlerimi açtım her yeni güne.

            Bilge Meşe’yi çok severdim; yıldızlar gökyüzünde yerlerini alana, dağlarla ağaçları ayırt etmek zorlaşıncaya dek yanına kalırdım, sohbet ederdik beraber. Bana Tanrı’nın neden yaratılanlara acz-ı küllî bahşettiğini anlatıyordu son vakitlerde. Bir dem, annem güneş gökyüzünde yerini sakince alırken beni uyandırdı ve en güzel elbisemi giymemi söyledi. İlk kar yağacaktı belli ki ve benim gezegene gelişimin 18. Şenliği kutlanacaktı. Ben bir kez daha tüm bu olanlardan sıkılıp Meşe’nin yanına gidecektim ki, Tanrı ile tanıştırılacağım haberini aldım.

            Her zamankinden farklı bir merak alevi tutuşuyordu içimde aksa Kutsal Dağ’a doğru ilerlerken. Annem, babam ve peşindeki binlerce insandan ayrılalı çok vakit geçmemişti. Uzun bir yürüyüşten sonra vardım hedefime. Dağa çıktım, en tepesine. Hava oldukça sıcaktı lakin ben etrafa bakınırken birden soğudu. Gecenin karanlığı, gökyüzünün sadece dağın olduğu tarafın üzerini bir yorgan gibi kapladı ve bulutlar yavaş yavaş yeryüzüne inerek dağı tamamen siyaha boğdu. Korku denen duygu bende hiç olmamıştı, şimdi de gâsık yüzünden olacak değildi zaten.  Sadece birinin karşıma geçip benimle konuşmasını bekliyordum. Bu süreç içerisinde bulutlar; kolumu uzatsam parmaklarımı göremeyeceğim mesafede daraltmıştı görüş açımı.

            “Yaşlı Meşe’nin dedikleri hakkında ne düşünüyorsun, İnsan?” Ses o kadar boğuk ve derinden geliyordu ki bir an benimle konuşanın kalbim olduğunu zannettim.

“Uzun süredir Gezegen’de kalmış biri olarak yaşlı değil de bilge olduğunu düşünüyorum, Tanrı.” diye karşılık verdim, bulutlar ağlamaya başladı.

“Peki ya fikirleri, Yaratılan?”

“Muazzam derecede özgün, Yaratan olduğuna inanılan.” Hava soğumaya devam etti.

“Seni izliyordum İnsan, uzun bir süredir.”

“17 Şenliğin on yedisine de katıldın mı Tanrı?”

“Her birine.”

“Öyleyse neden göremedim seni?”

“18. Şenlikte görünmek istedim sana.”

“Hala göremiyorum. Kendi içimde mi muharebe veriyorum yoksa?”

“Hayır Varlık, içinde atan o yürek kadar gerçeğim.”

“Hayır, Yokluk. Aklımda yarattığım Tanrı gibisin sadece.”

Benim bu ukala cevabımla son bulan konuşma, dikkatleri üzerinde çekecek kadar devam etti ertesi zamanlarda. Çünkü Kırboyu neslinden gelenler bile, sadece bir kere görüşebilirdi Tanrı ile. Ahfa bir sır verdi bana Tanrı, insanlığı kurtaracak bir çözüm önerdi. İlahi adaletin sağlanması için içimizden birinin haksızlığa uğraması gerekiyordu. El kaldıran ben oldum. Haksızlıktı; Tanrı, yarattığını fikirleri yüzünden ortadan kaldırmak istedi. Biliyordu benim gönüllü olacağımı, yaşamak için istekli olmadığımı. Verdiği “sır” ve “çözüm”den mesul hissetmemi sağladı. Sonradan anlamıştım ki bu hayat bana düşünce şeklimi değiştirmem için verilen bir şanstı ancak ben fikirlerimle nefes almaya devam etmiştim, belki de buydu beni asim yapan. Yine de tekrar sorulsa yine ben el kaldırırdım. Bu denli cahiliyetin ve inancın iç içe olduğu bir dönemde var olmaktan daha iyiydi 20. Şenlikte katledilmek.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi102

Bunu paylaş: