Başlıksız – Afet Yıldız

Başlıksız*

İçeri girince sağımı solumu yokladım hâlâ cebimdeydi. “Buradayım.” Bir an rahatladım.

Masayla oturduğu koltuk arasında uzanmış, duruma göre hayli rahat görünüyordu. Elinde -büyük ihtimal Fransızca- sözlük vardı. Sarıya çalan saçları, düzgün burnu ve yumuşak bakışlarıyla yakışıklı bir delikanlı bizim Hamza. Deforme olmuş cildi, gözlerine birkaç saniye bakabilmiş bir insan için bir şey ifade etmez diye düşünüyorum. Cebimden paketi çıkarıp verdim.

“Al bakalım, Hamza.” “Sağ ol abi, çıkalım mı?” “Olur.”

“Kahveye mi inelim abi?”

“Hele bir çorba içip içimizi ısıtalım, sonrasına bakarız. İliğimi dondurdu bu soğuk.”

“Olur abi. Kusura bakma, seni de yordum bu havada.” “Yok canım. E hadi, çıkalım.”

Hamza elindeki sözlüğü az önce ayaklarını uzattığı masanın üzerine bıraktı. Ailesi okusun diye ne didinmişti. O da gittiği okuldan bir kızla evlenip çoğu insanın başaramadığını başarmış, öğrenimine devam etmişti. Son zamanlarda da Fransızca öğrenmeye çalışıyordu, duyuyordum.

Kıllı Sami’nin her tarafı patates kızartması resmi kaplı birahanesini geçip 49 numaralı çorbacıya doğru ilerliyorduk. Dükkânın numarasını biliyordum, eniştem işletmişti çocukluğumda burayı. İşkembesinin o kadar iyi olmadığını hatırlıyorum. Hava soğuktu. Hamza durmadan sağ koluna taktığı, işporta malı mı yoksa orijinal mi emin olamadığım -umurumda olmayan- saatine bakıyordu. Gülümsedim.

“Hamza işin varsa git sen. Başka zaman içeriz çorbayı birlikte.” “Yok, abi, yok.”

“Saatine bakıyorsun da durmadan, ondan dedim. Hem neden sağına takıyorsun ki? Zor olmuyor mu yazarken?”

Hamza gülümsedi bu sefer de: “solağım abi ben.” “Hadi ya. Ee, Fransızca çalışmaları nasıl gidiyor?”

“İyi abi, iyi. Bizim biladerin bir tanıdığı varmış. Fransa’da çalışmış 15 sene. Aksana çalışmak gerek daha dedi.”

“E hadi bakalım, hayırlısı. Maşallah sana Hamza, çoğu adamın yapamadığını yapıyorsun.”

Hamza mahcup gülümsedi şimdi de, “Estağfurullah abi.”

49 numaralı çorbacıdan içeri; işkembe, mercimek ve sirke kokulu dükkâna girdik. Şirin Abi’nin yeni işe aldığı komi karşıladı bizi.

“Buyurun abi. Lan Ali! Sil şu masayı, gel. Hadi! Hah. Buyurun abi oturun. Ne ikram edeyim size?”

“Valla sen bana şöyle bol sirkeli bir işkembe getir de, delikanlıyı bilmem. Yalnız çorba süzülecek. Et istemiyorum içinde.”

Kağıda bir şeyler yazıyordu. Bu kadar zor muydu akılda tutmak yoksa adisyon mu bırakacaktı masaya?

“Tamam abi. Sarımsak?”

“Yok, işlerim var. Kokarım şimdi.”

“Mis gibi karanfil var abi bak girişte. Nah şurada. Ayıp ettin.” “Hım… Bilemedim ki şimdi. Yok, yok. Kalsın.”

“Sen bilirsin güzel abim.” Pek bir çaçarondu bu herif. Hamza’ya yöneldi. “Sen kardeşim?”

“Ben mercimek alayım. Limonu bol olsun benimkinin de.”

“Tamamdır. Geliyorum şimdi.”

Beklerken dışarı bakıyorduk. Bir şey konuşmadık. Hamza’yla pek ortak noktamız yoktu. Hem zaten annem sağ olsun, hayatını biliyordum çocuğun. Derken Neslihan 49 numaralı çorbacının önünde belirdi. Çıpır Neslihan… 2 sene öncesine kadar varlığından bile haberdar olmadığım, yazın çilleri koyulaşan Neslihan. 21 yaşındaydı. İşletme 1. sınıftaydı. Ara sıra bize sarma, helva, tatlı, bilumum güzel yemekler getirirdi. Kendi yaptığı yemekler. Öyle ki o yemeklerden Neslihan’ın elinin tadını alabilirdiniz. Böyle zamanlarda hep ben Neslihan’ı, annem beni süzerdi. Sonra akşam yemeklerinde tabaklarımıza taze fasulye koyarken, şu Neslihan ne hamarat kız, derdi. “Pek de güzel. Maşallah.” Babam anlamazdan gelirdi. Ben de gözümü tabağıma diker, fasulye bir an önce tabağıma dolsun diye beklerdim. Benden hayli küçüktü, bilirdik. Ben 37 yaşında, başından talihsiz bir evlilik geçmiş, ne mutlu ki bu evlilikten bir evladı olmamış bir adamdım. Bazen Neslihan’ın bana cilve yaptığını düşünürdüm ama o kadardı. Garson çocuk, masamızdaki ekmek sepetini doldurmak için Hamza’yla aramıza girdiğinde, Hamza’nın daha iyi görmek için kafasını kaldırdığını, hatta Neslihan’ı göremediği için garson çocuğa büsbütün sinirlendiğini gördüm.

“Demek bir ortak noktamız varmış.” “Anlamadım abi, nedir?” gülümsedim.

Çorbalarımız geldi. Hamza cebinden küçük bir poşet çıkardı.

“Abi bizim hanımın annesi yapmış bu yağı. 2 gün önce gönderdi. Katıver çorbana, o kadarını bari yapayım senin için.” garipsedim. Cebinde tereyağı ne geziyordu bu çocuğun?

“Çorba içeriz diye tahmin ettiğimden getirdim abi. Hanım sizin eve de götürmüştü hem.”

Hamza’nın cebinde hayli erimişti tereyağı. Kaşığın ucuyla alıp çorbama koydum. Biraz sonra kâsenin üstü sapsarı bir tabakayla kaplıydı. İlk kaşığımı aldığımda annemin cuma yaptığı pilavdaki tadı aldım. Figen hakikaten getirmişti bize demek.

“sağ ol, Hamza.” “Afiyet olsun abi.”

Hamza’nın çorbayı sağ eliyle içtiğini fark ettim, sordum.

“Annem küçükken az vurmazdı elime kaşıkla abi, sağ elinle ye derdi yemeğini hep. Sanki sol el benim değil gibi.” acı acı gülümsedi, sebebini anlamadım.

Az sonra çorbalarımız bitmişti. Biz de Hamza’yla hanımını, Fransızca öğrenmesini, köydeki kayınvalidesini ve tereyağını konuşmaya devam ettik. Çıpır Neslihan’dan hiç söz etmedik.

Yeni komi masaya adisyon bırakmıştı. Hamza uzanacak gibi oldu, bırak, dedim. Üstelemedi. isot kâsesinin altına adisyonla beraber yirmiliği sıkıştırıp Hamza’yla beraber 49 numaralı çorbacıdan çıktık.

Girişteki tabağa baktım, karanfil falan yoktu.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi92

Bunu paylaş: