Türkiye Sineması Neyi Geride Bıraktı? – Murat Akgöz

Türkiye Sineması Neyi Geride Bıraktı?* 

Türkiye Sineması deyince akla ilk gelenlerden biridir herhalde Adile Naşit’in hepimizde sevinç uyandıran kahkahası. Yeşilçam’la melodramı aşırı boyutlara vardırdığı, çatışmayı karikatürize ettiği için hemen hepimiz alay ederiz belki ama hiç birimiz unutamayız yine de Yaşar Usta’nın tiradını, Hacer’in “al diyetini!” diye haykırışını, Asya’nın sevginin ne olduğunu hatırlatışını…

Yeşilçam’da yoksulluk onuru, zenginler değilse bile, zenginlik üçkâğıtçılığı, düşkünlüğü, yozlaşmayı temsil eder. Bu dönemin tohumları 1950’lerde atılıyor. Ancak üretimin 1960’lı yıllarda yoğunlaştığı ve 1970’lerin sonuna kadar devam ettiği görülüyor.

1960 – 1980 aralığı bu. Cumhuriyetin Rönesans’ı olarak başlayan ve dağın taşın sola dönmesi ile doruk noktasına varan aralık.

100 yılın sonunda, geriye doğru bakınca bugünkü sinemamızın önemli bir kopuş gerçekleştirmiş olduğunu söylemek mümkün. Bugün ne filmlerimizle alay edilebiliyor artık ne de ağdalı bir melodram, inandırıcılık sorunu, karikatürleştirme ya da amatörlüğün sürekli yeninden üretimi ile karşılaşıyoruz. Bu açıdan, bir miras devralındığını düşünmek güç. Fakat geride bıraktığımız da az  önce saydıklarımızdan ibaret değil ne yazık ki…

Ne olacak bu sinemamızın hali?

14 Kasım 1914, tam 100 yıl önce… 93 Harbi’nin sonunda Çarlık Rusya’sının zafer nişanesi olarak, başkentin hemen dibinde (Yeşilköy) inşa ettiği Ayastefanos Anıtı’ının Enver Paşa’nın emriyle yıkıldığı tarih. İşte tam o sırada orada, mülazım-ı evvel Fuat (Uzkınay) sinematografın kolunu çeviriyordu. Türkiye Sinema Tarihi bu filmle başlatılıyor ama sinema İstanbullular ile daha 1896 yılında Cadd-i Kebir’de buluşmaya başlamıştı. Yaklaşık 120 yıl önce yani… Bu kadar uzun bir aralık boyunca Türkiye’de sinema hep var ama başlarda sinema üretimi bir hayli sınırlı. 1950’li yıllara kadar az sayıda ve çok büyük bir çoğunluğu da Muhsin Ertuğrul yönetmenliğinde, İstanbul Şehir tiyatrosu oyuncuları tarafından çekilen tiyatral filmler.

Bu nedenle sinemamızın, sinemaya has bir dil ve anlatımı ile sinemacılar döneminin ilk filmi olan Ömer Lütfi Akad’ın Vurun Kahpeye (1949) filmi ile başladığı söylenebilir.

1950’lerin ikinci yarısından itibaren ilk yarısındaki küçük Amerika hayalleri yavaş yavaş suya düşüyorken, özellikle İstanbul yoğun göç almaya başladı. Köyden gelerek proleterleşen insanların yabancısı oldukları ve ürktükleri şehir hayatına alışmaları, uyumlulaşmaları için zaten yoksullukla belleri bükülen, umutsuzlaşan yeni işçi sınıfımızın acılarını biraz olsun dindirebilecekleri en işlevsel mekânlar sinema salonları oldu.

İşte Yeşilçam, Türkiye sermayesinin bu çaresizliği istismar edişidir biraz da. Büyük burjuvazimizin pek sermaye ayırmadığı ancak ideolojik olarak arkasında durduğu bu yeni pazar, kasaba tüccarları, tefeciler, orta ve küçük boy işletmecilerin insafına bırakılır.

Sinemaya yoğunlaşan bu ilgi Türkiye aydınını da kendine çekiyor tabi. 27 Mayıs arifesinde, iktidara muhalif sesler yükselmeye başladığı sırada ilk “sinemacılar buluşması” yapılıyor. Henüz emekleme aşamasındaki sinema yayıncılığının yazarları, yönetmenler ve yapımcılar, bir süredir irili ufaklı toplamlarla, farklı mekânlarda yaptıkları buluşmaları bu defa toplu hale getiriyorlar. Ve işte o zaman sorulmaya başlanıyor “ne olacak bu sinemamızın hali?” diye.

Ağırlıklı olarak emekçilerle buluşan bir sanat dalı olan Türkiye Sineması’nın, batıdaki gibi saygın bir yere erişmesi, toplumun ilgi göstermeye  başladığı sinemanın hem kendini hem toplumu geliştirmesi gerektiği düşünülüyor. Daha 1959’da…

“Biz” duygusu

27 Mayıs’ın, burjuvazinin hesaplarının çok ötesinde sonuçlar verdiğini, dönemin aydınlarının, ilericilerinin 27 Mayıs’ı devrim diye selamladığını biliyoruz. Sovyetlerin artan saygınlığıyla sosyal devleti parlatmaya mecbur kalan dünya kapitalizminin basıncı altında kalkınmacı, planlamacı bir modelle yola devam edilmeye karar verilmesinin miladıdır 27 Mayıs. İşte bu ortamda, Türkiye’de büyük bir devrimci kalkışmanın esintileri hissedilmeye başlanıyor ve aydın sürekli soruyor; ulusal sinemamız nasıl olmalı? Türkiye’nin özgünlükleri neler, ihtiyaçları neler?

Ancak, bu zengin tartışma ortamının, zengin bir sinema düşüncesine dönüştüğü söylenemez. Tamam, sosyalist ideoloji hep bir kerteriz noktası oluyor ama  Marksist yazının ülkeye çok geç ve eksikli girmesi ve bu nedenle sağlıklı bir omurganın eksikliği ve sosyalist hareketin de her nedense sinemaya gerekli ilgiyi göstermemesi nedeniyle bu kerterizden bir sağa bir sola savrulmak mümkün hale geliyor. Ama burada asıl ilgi çeken nokta, aydınların, sanatçıların “ülke için bir şey yapmalıyız” sorumluluğunu üzerlerinde hissetmiş olmalarıdır zaten. Dönemin ideolojik atmosferi en çok buna zorluyor aydınları. Yüzlerini ısrarla ülke toprağına dönüyorlar…

Ve 1960’ların ortalarında, 1959’da yapılan toplantı bu defa bir “sinema şurası” olarak bir kez daha düzenleniyor ve bu kez devlet görevlileri de çağrılıyor. Hedef çok açık çünkü ülkenin düzgün bir sinemaya ihtiyacı var ve yapılacak. Devlet de üstüne düşüne yapacak!

Güçlü bir “biz” duygusunun altını çizmek gerek burada. Aydının kaderini toplumuyla birlikte çizmesi, bunun için de devleti üstlenmesi gereken sorumluluğa itmesi söz konusu.

Altı oyulan aydınlanma

Bu şura ve dönemin karakterini belirleyen tartışma bir tarafın (Metin Erksan, Halit Refiğ) “halkımız ne istiyorsa o” popülizmine savrulmasıyla, diğer tarafın (Onat Kutlar, Nijat Özön v.b.) yerelden yola çıkan ve evrensele varabilen, bunu yaparken halkın sanat görgüsünü de geliştirmeyi hedefleyen bir sinema yaklaşımıyla sonuçlanıyor.

Popülizm, burjuva ideolojisinin de gereksindiği muhafazakâr düşünce ve acıların düzeni değiştirmeden de giderilebileceğini yeniden üreten, bugün artık “Yeşilçam estetiği” diye andığımız biçimi ortaya çıkartıyor. Yeşilçam’ın altın çağı da tam o zaman başlıyor işte. Bu, hızlı tüketime yönelik ve popüler olan sinema ortamına kapılmayanlar, aykırı işler yapanlar, devrimci sinema arayanlar da var tabi. Tartışma bitmiş olmuyor yani, artarak ilerliyor aksine.

En başta örnek verilen filmler, sol değerlerin belirleyiciliği altında iki uç arasında salınan ve sonuçta “bize” vurgu yapan bu ortamda şekilleniyor ve hafızalardan silinmiyor.

Sonuçta, öyle anlaşılıyor ki, 12 Eylül, en çok bu “biz” duygusunu ortadan kaldırmış. Türkiye burjuva aydınlanmasının bir yansıması olarak ortaya çıkan “toplumunu düşünen, geliştiren sanat” yaklaşımı, zorunlu sonucu olarak sosyalizm ile buluşmuş ve darbe bu yaklaşım ile sosyalizmi ayırmaya çalışmak yerine, aydınlanmanın bütününün altını oymuş.

Böylece 100 yılın sonunda sinemamızın, pek çok şeyle beraber işte bu sorumluluk duygusundan da sıyrıldığını görüyoruz. “Çok şükür” bugün, güç bela korunan, omurgası sağlam bir sosyalist düşünce var. İşte buna güvenerek tekrar sormak gerek: nasıl bir sinema? Ülke için ne yapmalı?

 *https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergikasim2014

Bunu paylaş: