Söyleşi: N. Aysun Akıncı Yüksel

Söyleşi: N. Aysun Akıncı Yüksel*

2007 yılında Azizm Sanat Örgütü’nü kurduğumuzda, oluşumun hatırı sayılır bir kısmı Anadolu Üniversitesi Sinema TV bölümünde okumaktaydı. “Türk Sinema Tarihi” dersleri ve dersin hocası N. Aysun Akıncı Yüksel‘in anlatımlarının bizi beslediği ve üzerine “beyin fırtınası” gerçekleştirdiğimiz zamanlar… Dosya konumuz sinemamızın var oluş sorunları ve tarihlendirmesiyle ilintili olunca tüm bu yapıcı ve ilerici tartışmaları zihnimize yerleştiren hocamızın kapısını bir kez daha çalmak gerektiğini düşündük. Çok yönlü ve özgün çalışmalar yürüten Yüksel, 1991 yılında Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Sinema-Televizyon Bölümü’nde mezun oldu. 1994 yılında yüksek lisans, 1998’de de  doktora derecesini aldı. Aynı yıl Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Sinema- Televizyon Bölümü’ne Yardımcı Doçent Doktor olarak atandı. Ocak 2009’da Doçent unvanını aldı. Türk sineması, medyada toplumsal cinsiyet ve mitoloji üzerine lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermektedir. Yayınlanmış gazete yazıları, hakemli ve hakemsiz çeşitli dergilerde makaleleri, basılmış kitaplarda makaleleri ve Tarkan-Yıldız Olgusu isimli kitabı bulunmaktadır. Radyo A’da yayınlanmakta olan Sekans programında haftalık film tanıtımları yapmaktadır. Aralarında Uluslararası Eskişehir Film Festivali de olmak üzere pek çok organizasyonun yürütme kurulunda görev almıştır. 2005 ve 2009 yıllarında Global Media Monitoring Project WACC-Women’s Programme isimli uluslararası çalışmada görev almıştır. 2010 yılında farklı kültürlerden gelen öğrencilerin farklı sanat formlarıyla kendilerini ifade etmeleri amacına dayalı ART IP projesinde danışman olarak görev almıştır. 2004-2011 yılları arasında Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Ulusal İletişim Öğrencileri Sempozyumu’nun koordinatörlüğünü yaptı. 2011-2014 yılları arasında Sinema ve Televizyon Bölüm Başkanlığı görevini üstlenmiştir.

İyi okumalar…

Bir ülkenin kendi sinematografik anlatısını inşa ederek oluşturduğu “ulusal sinema” kavramıyla sizin dersinizde tanışmıştık. Sorulara da bu noktadan başlamak istedik. Kavramsal konuşmak gerekirse sizce “Türk Sineması” adlandırmasını hak edecek bir sinema diline sahip miyiz?

Böyle hatırlanmak güzel. Çok teşekkür ederim. Tam olarak böyle bir inşanın gerçekleştirilebildiğini söyleyemeyiz. Bu yolda girişimler, tartışmalar oldu ki bunlar da kendi başına kayda değerdir elbette. Ulusal Sinema kavramının ötesinde genel olarak belli bir sinema diline sahip olup olmadığımız sorusuna gelirsek, bence henüz yok. Sinemamızın hala belli arayışların peşinde dolaştığını düşünüyorum. Sinemamızı ivmelendiren her bir yönetmen kendi yolunu çiziyor. Zaman zaman yönetmenlerin sinematografileri, anlatı biçimleri hatta yapım koşulları birbiriyle kesişiyor, zaman zaman ayrışıyor. Bu konuda Derviş Zaim’in kendini de kapsayan sinemacıları tanımlamak için kullandığı Alüvyonik Sinema kavramını çok anlamlı buluyorum. Bana göre bir benzetme olarak çok yerinde. Nasıl ki alüvyonu oluşturan dereler aynı yola doğru ilerler ve zaman zaman birleşip ayrılırlarsa sinemamızın çağdaş yönetmenlerinin de böyle ilerlediğini düşünüyorum ben de. Ama hala gidilen bu yönün tam olarak adı belli değil ve hala dereler tamamen birleşip daha güçlü akamıyorlar. Umutsuz bir durum değil hiç şüphesiz. Biraz önce de söylediğim gibi arayış…

Sinema tarihimizde ulusal sinema denemeleri oldu. Bu denemelerin mirasını nasıl yorumlamalıyız? Başarılar ve başarısızlıklar nelerdi?

Metin Erksan’ın etkisi çok büyüktür. Susuz Yaz’ın Altın Ayı’yı kazanması kendi değerlerine odaklanmış bir sinemanın başarılı olabileceğini düşündürüp dönemin sinemacılarını heyecanlandırmıştır. Tabii filme dair yurtdışında yapılmış olan yorumlar Habil ve Kabil öyküsüyle benzerliğini vurgular ki bence de yerindedir. Yani aslında bize özgü bir hikayedir ama evrensel mesajları vardır. Susuz Yaz’ın dışında yine Metin Erksan’ın başyapıtlarından Sevmek Zamanı Ulusal Sinema kavramı için başarılı örneklerden biriydi. Suret kavramı, surete aşık olmak, dünyevi değerlerden arınma çabası bizim kültürümüze yakın değerlerdi ve filmin sinematografisi de oldukça başarılıydı. Atıf Yılmaz’ın sinematografik açıdan minyatür sanatına yaklaşmayı denediği Yedi Kocalı Hürmüz, Halit  Refiğ’in Haremde Dört Kadın filmleri bu kavramla ilişkilendirebileceğimiz filmler arasında.

Ulusal Sinema kavramının çok güçlü argümanlara dayanmaması sanırım en önemli zaaflarından biriydi. Başta dönemin sinema eleştirmenleri olmak üzere belli kesimler tarafından da eleştirilmiş bir kavramdı. Üstelik akımın içindeki yönetmenler arasında bile kavram kargaşasıyla karşılaşmak olanaklıydı. Örneğin, Halit Refiğ Batı ve Doğu estetiğinden uzak, tamamen kendimize dönük bir sinema anlayışından söz ederken Duygu Sağıroğlu evrensel değerlere vurgu yapıyordu. Ya da Halit Refiğ Batı uyarlamaları kadar Halk Sinemasına tepkiyle Ulusal Sinemanın doğduğunu ileri sürerken Lütfi Ö. Akad, Ulusal Sinemanın halka dönük, halkçı bir sinema olması gerektiğini belirtiyordu. Yani, kendi aralarında da kavramsallaştırmada bazı farklılıklar vardı. Üstelik zaman içinde ulusal sinema kavramının farklı düşünce yapılarına yönelmesi, bağlamından kopması da uzun ömürlü ve güçlü bir akım olmasını engelledi. Bana kalırsa Ulusal Sinemanın en önemli yanı üretim koşullarına vurgu yapması, devlet desteğini alamamanın içine düşürdüğü açmaz ve popülist bir anlayışla çekilen filmlerin bizi bir yere götüremeyeceğine ilişkin yargıları önemliydi. Taklitle bir yere varılamayacağı, kendi sentezlerimizi yaratma ideali önemliydi. Ne yazık ki gerektiği kadar sağlam ve tutarlı temelleri olamadı bu akımın…

Modernist anlatıda dünya ölçeğinde ses getirebilen yönetmenlere sahipken ulusal bir sinema oluşturmayı önemli ve geçerli görüyor musunuz?

Elbette sözünü ettiğiniz başarılar çok önemli. Ancak bu tam anlamıyla kendi gerçekliğimize sırtımızı dönerek olacak bir şey değil. Bu ülkenin kendine has dinamikleri var. Ve bunlar çok zengin bir malzeme sunuyor. Tabii görmek isteyenler için. Fakat aynı zamanda ilk ortaya atıldığı dönemdeki argümanlarıyla bir ulusal sinemadan da söz etmek artık olanaklı değil. Bir senteze ihtiyacımız var.

Ben Derviş Zaim’i bu anlamda çok başarılı buluyorum. Eğer dönemler örtüşseydi, bence Ulusal Sinemanın en önemli temsilcilerinden biri olabilirdi.

“Sinemamızın yüzüncü yılı”na dönecek olursak, öncelikle bu tarihlendirmeye katılıyor musunuz? İkinci olarak kutlamaların biraz soluk ve kitleler nezdinde uzak kalışını nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu çok tartışmalı bir konu. Bir şeyin tarihini yazacaksanız en büyük gereksiniminiz belgedir, tanıklardır. Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı filmine dair en temel kanıttan, filmin kendisinden mahrumuz. Filmi izlediğini hatırlayanlar da yok ne yazık ki. Fuat Uzkınay’ın kızı babasının filme dair anlattıklarıyla bazı bilgileri aktarıyor ama o da filmi izlememiş. Dolayısıyla, bir belirsizlik üzerinden 100. yılı kutluyoruz. Ama bu bir uzlaşıdır. Saygı duymaktan başka çare yok gibi.

Kutlamaların sönüklüğüne gelince… Bana kalırsa ülkenin içinde bulunduğu koşullarda sinema çok tali alanlardan biri. Önceliklerimiz çok farklı şu anda. Üstelik, bir şeyin kayda değer olması için neredeyse kaçınılmaz biçimde sansasyonel olması gerekiyor artık ülkemizde. Bu anlamda kutlamalarla ilgili dikkat çekecek bir olayla (!) karşılaşmadık. Ve elbette sinema başlangıcından bu yana devletin kültür politikası içinde çok önemsenen, daha doğrusu olumlu anlamda üzerinde durulan bir sanat dalı olamadığı için şimdi birden bire çok öne çıkmasını beklemek ham hayal olur. Yani pek çok sebep var geniş kitleler tarafından kutlanmamasının.

Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ardından başlayan çağdaşlaşma hamlelerinde müzikten heykele, resimden tiyatroya sanatın pek çok dalında kayda değer gelişmeler meydana gelirken sinemanın büyük ölçüde geride kaldığı söylenebilir. Bunun sebepleri ve beraberinde günümüze dek uzanan sonuçları hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Biraz önce de söylediğim gibi, sinema olumlu anlamda üzerine eğilinen bir alan olamamış uzun yıllar boyunca. Hep baskı görmüş. 1939’da yürürlüğe giren ve 1986’ya kadar bir kaç küçük değişikliği saymazsak neredeyse olduğu gibi korunan bir sansür yasasıyla ne kadar ilerleme olabilirdi? Sinema emekçisinin tellaklarla aynı iş tanımına tabii olması akla mantığa sığıyor mu? Metin Erksan Sine-İş Sendikasını kurana kadar bu biçimde tanımlanmış sinema emekçisi.  Elbette sinema içinde var olduğu toplumsal dinamiklerden bağımsız değildir ama bizim sinemamız siyasi tarihin tüm kırılma noktalarından etkilenmiş, ekonomik olarak devletin desteğinden mahrum kalmış bir sinema. Sinemayı geliştirecek yalnızca film çekecek kişiler değildir. O filmi eleştirecek ya da sinemaya dair düşünüp fikir üretecek kesimlerin oluşmasıdır. Bu anlamda da sinemamız rötarlı ilerliyor. Yani neresinden baksanız devlet politikasının desteklemediği bir alandan söz ediyoruz. Bana göre çok olağan yavaş ilerleyen, tökezleyen bir sinemamızın olması. Özel girişimler anlamında da uzun yıllar boyunca güçlü kurumlardan söz edemiyoruz. Bana kalırsa bizde hala yapımcılık sıkıntılı alanlardan biri. Sorun çok aslında…

Sizce sinema tarihimizin ilerici anlamda dönüm noktaları hangi duraklardır?

Hiç kuşku yok ki Lütfi Ö. Akad’la başlayan ve sinemacılar kuşağı olarak adlandırılan kuşak sinemamızın ilerleyişi anlamında çok önemlidir. Bir sinema dili oluşturma çabası çok saygıdeğer. Üstelik sinema açısından da elzem. O nedenle bence çok önemli. Yılmaz Güney’in yönettiği Umut’u Yeşilçam’ın, bölge işletmelerinin hegemonyasını kıran, gerçekçiliğiyle alışageldik anlatı yapılarını sarsan bir film olması nedeniyle yine ileri atılan bir adım olarak görüyorum. Benim için bir başka adım ise Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata filmidir. Şu an yurtdışında da başarı elde eden filmler için ilk umut kıvılcımı bana göre bu filmin başarısıyla gelmiştir.

Azizm olarak güçlü bir sinematografinin sinemamızın tamamına hâkim olamayışının sebepleri arasına akademinin sahadan, sahadakilerinse akademiden uzak duruşunu da eklemek gerektiğini düşünüyoruz. Buna katılıyor musunuz? Sizce bu durum aşılabilir mi?

Evet bu konuda bir kopukluk var. Sinemamız üzerine yazdıklarımız, ürettiğimiz düşünceler uygulayıcılar tarafından takip ediliyor mu çok emin değilim. Derviş Zaim, Reha Erdem, Semir Arslanyürek gibi işin teorisiyle de ilgilenen, yayınlar yapan yönetmenlerimiz var. Bizim sinemamıza bakışımız da biraz dışarıdan, uzaktan bir bakış. Aşılabilir mi bilmiyorum cidden.

Son yıllarda artan film sayısını ve her yıl mezun ettiğiniz yeni sinemacı adaylarını göz önünde bulundurduğunuzda Türkiye’de yedinci sanatın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Hep söylüyorum “ideal anlamıyla” üniversite mutlaka iş bulmanıza yardımcı olan bir kurum değildir. Bilgiyi edinme, bilgiye ulaşma, kavrama yeridir. Ama Türkiye’de yaşıyoruz ve aldığınız eğitim sizin geçiminizi de sağlayan bir niteliğe sahip olsun istiyorsunuz. Ne var ki, sinema eğitimi veren fakültelerden mezun olduğunuz zaman bir hekimin ya da avukatın sahip olduğu diploma gibi yalnızca size o işi yapma yetkisi veren bir diplomanız olmuyor. Şu an sinemamızda aktif olarak film çeken yönetmenlere bakın ya da tarihimizde öne çıkan yönetmenlere, kaçı sinema okulundan mezun olmuştur? Dolayısıyla, bu kadar çok sayıda iletişim fakültesi kurulmasını ben kaygıyla karşılıyorum. Zaten hevesi olan, doğru bağlantıları olanlar mezunlarımızın önüne geçiyordu. Sayıyı artırmak faydadan çok zarar veriyor.

Onur Keşaplı

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergikasim2014

Bunu paylaş: