Hallaç: Bir A’nın Mektubu – Abdullah Rıdvan Can

Hallaç -Bir A’nın Mektubu-*

1.  Tekil

Merhaba!

01.01.2014/23:20

Sana yazmak istediklerimle birlikte tutuşturdum parmaklarımı. Ucunda tüten kelimelerin şakağına hapsettim hüznümü. Belki, birgün, bir vesileyle okursun diye bunları.

“Mutlu olursun sonra tüm o hüznün tam ortasında. Gerçek değilmiş gibi sanki, eline aldığın kar tanesinin eriyip gitmesi gibi parmaklarından onun da eriyeceğini düşünürsün. Öyle çok düşünürsün ve hatta inanırsın ki sonunda olur işte… eriyip gider parmaklarının arasından. Mutlu musun şimdi?”diye yazdı kahverengi kağıdına. Kahvesinden bir yudum aldı. Arkasına yaslandı. Saate baktı. Gecenin üçü… üzerinden battaniyesini attı ve mutfağa doğru yürüdü. Her adım attığında halıya değen ayağının sesini duyuyordu. Parmak uçları ile topukları arasında bu kadar mesafe vardı demek. Mutfağa girdi. Havasızdı içerisi. Camı açmak istedi, önce perdeyi çekti ve gözünün önünde pat diye üst komşusunun kilimi. Bu saate bu kilimin penceresinde ne işi vardı? Komşusuna seslenmek üzere sert ve hızlı bir hareketle pencereyi açtı. Kafasını dışarıya uzattı. Ama seslenmedi. Hava ne kadar güzeldi… yağmur yağıyordu az önce, durmuştu demek… Gecenin üçünde gökyüzünün rengi hep böyle güzel oluyor muydu? Yoksa az önce yazısını yazarken dinlediği müziğin etkisinden miydi bu şaşırtıcı güzellik? Akşamdan kalan yemeği fırına koymuştu, onu oradan aldı ve odasına  doğru  yürümeye  başladı.  Tabağı   masasının  yanına  bıraktı. Odasının da perdesini çekti, camını açtı. İçeriye giriyordu hava. Ferah rüzgar yüzüne vuruyordu. İçine çekti… saçları içeriye kaçıyordu. Oyun oynar gibi rüzgarla… bir nefes, bir nefes ve bir nefes daha. O son nefesi gözlerini kapatarak çekti içine. Gökyüzünde ki tüm güzelliğin ciğerine dolmasını istercesine. Fazla mı durağandı bu aralar. Battaniyesi bıraktığı gibi sandalyesinin üzerindeydi. Kağıtları masanın üzerinde muhteşem bir düzensizlik içinde duruyordu, kahvesi hala sıcaktı, dumanı tütüyordu. Yan tarafta yatağının üzerinde duran bilgisayarı akordeon seslerini getiriyordu kulağına. Sahi şimdi geçseydi ya şu sokaktan bir akordeoncu. Ya da en kısa zamanda kendisi öğrenip dolaşsa mıydı bu saatte her gece.. ama vazgeçti. Hava her zaman bu kadar güzel olacak mıydı? Şimdi ki gibi isteyecek miydi canı sokakta akordeon çalmayı? Öğrenebilecek miydi sanki? Öğrenmeye yeltenecek miydi hatta! Vazgeçti onun çook uzun zamandır çalmayı bıraktığı bir enstrümanı vardı zaten. Sahi, özlemişti. Neyse. Sandalyesine oturdu battaniyesine sarıldı. Cam hala açıktı perde bir içeride bir dışarıdaydı. O da başlamıştı oyuna. Bir çatal aldı yemeğinden ve bir yudum kahve…  ve kalemine atlayıp yola çıktı yazdığı hikayeye doğru ve orada kendi kabuğa çekildi. İşte bir tek bu saate ve orada görünmezdi… ne kadar başkaydı gündüz hali ve gece hali. olsun, mutluydu ve seviyordu her iki halini de. Birkaç saat geçti, alışıldık bir vaziyette masasının üzerinde, yazarken uyuya kalmıştı yine. Bilgisayarını masaya koydu battaniyesini sandalyede bıraktı ve ayaklarını sürüyerek yatağa doğru üç adım attı. Kafasını yastığa koyar koymaz uyudu. Kahve soğumuştu. O güzel hava hala içerideydi ama o da, oda da soğumuştu. Üşüyordu. Umursamadı uyumaya devam etti…

Elif

2.  Çoğul

02.01.2014/02:42

Selamsız     bir     girişle     başlamak     isterdim.     Lakin     ellerim     varmadı    sözlerine dokunmamaya. Selam!

İşte o kelimelerine dökülen hayali aşkın devamı. Belki beğenmezsin. Ama yine de söyleme böyle şeyleri.

“Uyandığını sandığı bir an öylece yastığın ucuna gelmişti kafası. Ağzının kenarından sızan incecik bir salyayı hissetti önce. İç çekti uzunca hemen. Sonra yarı açık  gözleriyle odasını izlemeye başladı. Saate takıldı gözleri. Bu kadar uyumuş muydu ki? Zaman ne de çabuk uyuşmuştu bu karanlık zihninde.

“Her halükarda, düşündüğü veya düşlediği hiçbir şey olmuyordu. Vazgeçmek istedi, belki dedi bir an sonra her şeyi unuturum.” Ama olmadı yazmaya yeltendiği bu satırlar şu an sadece zihninde sisli bir görüntü gibiydi. Tüm nesnelerini kaybediyordu algı dünyasının. Belki, dedi. Bu uzun uykunun ardından gördüğüm o büyüklü küçüklü rüyaları eklersem uç uca, belki dedi. Belki, bunları yazarsam. İşte o zaman bir an da olsa, işte o zaman rahatlarım. Durdu. Zaten durduğunu hissetti bu fikrinden sonra. Zaten uyku yüklü yorganının hissettirdiği sıcaklığı bir türlü atamıyordu üzerinden. Çok geçmemişti. Ağırca, kırıldığını sandığı kemiklerini tekrardan bir araya getireni düşündü. “Ne kadar da uzağız şimdi… Ne kadar da ayrı…” İçerlense bile artık hissetmemeye çalışıyordu.

Masasına oturduğunda geceden kalan soğumuş kahvesine baktı. Üzeri su olmuştu. Kahvenin hepsi dibe çökmüştü. Çok uzun zaman uyuduğunu saat yalan söylese de nesneler işaret ediyordu. Telvesi dibe çökmüş kahve, kurumuş yemek… Hepsi zamanın çocukları ve alemetiydi onun için. Madde durmadan değişiyordu. Madde, zamana   nispet   edilenden daha acımasızdı. Uzuyor, kısalıyordu   saçları. Elleri eskiyordu. Gözlerinin etrafındakiler… büyüyor…susuyor…acıkıyor…ölüy…or!

Bu son kelimeyi söylerken titremişti. Bazen sözler cisimsiz çıkmazlar vücuttan. Dil onu söylerken kalp tastik mühürünü basarsa, damarlardaki kanların hepsi hücum eder onun uğurlanacağı alana. Ve birden bir ateş basar insanın yüzünü. Birden kalbi sıkışır anlamsız. Elveda diyemezsin ya sevdiğine. Annenin mezarına bakıp da son bir kez dönemezsin ya geriye. İşte bu anlattıklarım o kadarcık zamanda olur. Daha fazlasında değil. “Ölüy…or”. Bu haliyle ayrışması anlamca saçmalaşan bir kelime olmuş olsa da hissettiğinde kemiklerin üşüyorsa, susuyorsan en konuşulacak zamanda veyahut da en olmadık zamanda ağlıyorsan…işte hepsi bu kelimenin ne şekilde söylendiğinin önemi olmayışındandır. Ben “öl..ü..yo..r” desem de bunları hissedecektim. Esasen tefrikalar bazen ittifakın yapamadığını yapar. Bin bölünmüşlük, bir tek tam olmayı geride bırakır. Zihnimde “dur be arkadaşım nereye gidiyorsun?”dediğim ama umursanmadığım o kadar çok harf var ki. Bilsen normalde bunlar bir ittifak içerisindeler. Ama büyük bir tefrikanın kurbanıyız. “Ölüm”yazdığımda oradaki  “ö” harfi hep itildi. Bu kelimenin başını çektiği için. Ve hiçbir zaman “aşk” kelimenin arasına giremedi. Bilir misin ki neden aşk diye yazılır? Neden “a” harfidir oradaki? Bir aşinalıktır bu. Tamamen bir aşinalık… yoksa “ö” ile yazılacaktı “aşk”. Ama önce  “ölüm” kesfedildi. Bir çiçeği ezdi Adem babamız ki o an Havva annemize aşık değildi belki. İlk ölümü öğrendik. İlk öldükten sonra tekrar ölmeyi. Sonra aşkı öğrendik. O yüzden “öşk” denmez. “aşk” denir. Aşk diye okunur.

“susun! Yeter. Bu kadar gürültü yeter. Şimdi kahvenin soğukluğuna, odanın üşütücü tavrına ve yemeğin kiremitleşen donukluğuna aldırmadan, neyin nerede olduğunu düşünmeden tekrar yazmalıyım. Sen, ucunda duruyorken ellerimin o kadar daraldı ki madde ve zaman, ve sen o kadar uzadın ki gökyüzüne…şimdi sadece gülüşünün  sisleri arasından bakıyorum hayallerime. Rüyalarımı onun kuytusuna itiyorum. Maddede varolamayanı manada uzatıyorum. Senin hakkında gevezelik yaparak  seni varmışsın gibi hissetmeye çalışıyorum. Susmuyorum.”

Bu yazdıklarını, bulanık bir su gibi titreyen bakışlarını diktiği, bilgisayarının ekranında görmeyi arzuladı. Sonra içinden geçen harf ve kelime cümbüşüne aldırmadan pencereyi açtı. Dün geceki hava yoktu. Mutfağa koştu. O kilim oradan sarkmıyordu artık. duvarın kenarında, üç gün önce çıkarıp attığı çorabına baktı. Giydi onu. Kapıyı içeriden kilitleyip sanki uzak bir memlekete gidiyormuş gibi yaptı. Uzun bir yolculuğa çıkacakmış gibi bavul hazırladı. Giydiği pardösüsünün kırışıp kırışmayacağını düşünmeden yatağa uzandı. Öylece uyuduğunda hissi bir şekilde onun yanına gittiğini düşündü. Bir ses duydu.

-hoşgeldin!

Tebessüm etti. Sonra onun duyamacağı bir şekilde fısıldadı.

-biliyordum.” Rıdvan

1.Tekil

04.01.2014/20:59

“Dönüp baktı sese ve içinde bulunduğu mekana. Oradaydı işte, onun toprağında. Onun bastığı yere basmıştı, daha önce baktığı yere bakmıştı. Aynı kokuyu almıştı onunla. Ama tek bir farkla, aynı şeyleri hissetmiş miydi? Bastığı yer böyle güven vermiş miydi mesela? Baktığı yer böyle güzel miydi ve aldığı o koku… bu kadar taze miydi? Bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu. Çünkü bilmek tam bir karmaşa.

Bildiğinden uzak duramaz insan ve bilmediğin de… bilmediğini çok sever. Üzerine gider devamlı. Kaşır onu içten içe, kaşıdıkça derinleştirir. Ve bildiği… öyle onun ki,  öyle içinde… o kadar çok sahiplenmiş ki, adını söylerken endişelenir. Düşünmeden edemez kimin kulağına gidiyor diye, gittiği kulakta hangi manalara bürünecek diye. Bilmek istemiyordu bu yüzden hiçbir şeyi hatta hiç kimseyi. Bildikçe alışıyordu çünkü. Alıştıkça seviyordu. Ve alıştıkça, daha çok seviyordu. Sevince alınıyordu. Kırılıyordu.

Onun yanına gittiğinde bıraktığı son hali geldi aklına. Yarım bıraktığı bir cümlesi vardı. Sözlerini mırıldanamadığı bir şarkı. Ve yaşayamadığı bir an. Alamadığı bir sözü vardı. Nasıl eksikti içi… eksikmiş… hissetmemiş. İçinde bir yerde ince ince kanamış durmuş  o eksik. Birikmiş kuytu bir köşesinde. Fısıldamış duymamış, çığlık atmış duymamış… yok saymış alışabilmek için onsuzluğa ama anlaşılamamış. Kanatmış içini ama kabuk bağlamamış hiç. Her yok sayışında bir adım daha derinine inmiş, biraz daha hızlı akmış. Öyle eksikmiş ki… o şarkı hala kulağındaymış meğer. O cümleyi hep söylemiş durmuş da hiç duymamış ne dediğini. Gülümseyişiyle sarmış yarasını. Gülümseyişi tuz olmuş yarasına. Karşısında durup gözlerinin içine bakarken sebebini kavrayamadığı o sızı buymuş işte. Nasıl içindeymiş, nasıl derininde ve nasıl sinsiymiş… Buradaydı işte, gelmişti. Kaçıp gelmişti. İnsan kendinden kendine kaçar mıydı? Kaçmıştı işte. İnsan en çok kendine yalan söylermiş meğer. İnsan en çok kendini tanıdığını sanırmış. İnsan en çok kendi canını yakarmış…

Tam karşısında durduğu ta kendisiydi. Bir yüzleşmeydi bu. Kendi kalemiyle kendi yanına gelmişti… dimdik duruyordu içindeki. Ama kendisinin omuzları düşmüş, gözleri ağlamaktan şişmiş. nefesi yorulmuştu. Ve saçları… kaptırmışlar kendilerini bir sakin melteme. Sanki o başta değillermiş gibi. Öyle huzurlu öyle rahat ve öyle ferah savruluyorlardı ki…bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi haklı bir isyan sonucu. Çünkü yazdığı ya da yaptığı ya da düşündüğü her şey başındaydı her şeyden önce. O beyin o başın içindeydi. Ve o saçlar o baştan geliyorlardı ve bu kadar kasvet artık fazlaydı onlara. İçeride ki o huzuru özlemişlerdi. O geniş yeşili ve altlı üstlü derin maviyi… Nasıl  bu  hale  gelmişlerdi?  Hangi  darbe  sonucu  bu  kadar  derinleşmişti  bu ayrılık.

Ayrılık zamanla nasıl böyle bir aykırılığa dönüşmüştü. Ama işte kaçınılmaz son. Kendinden kaçtığı bir gün farkına varmadan kendini yazmaya başlamıştı. Kelimeleri yol kalemi araç olmuştu içine gitmesi için. Ve olmuştu sonunda… kaçınılmaz son gerçekleşmişti. Şimdi kimseyle değildi kavgası bir şeyle değildi. Kendineydi. Kendisiyleydi. Ve zaten aslında kılıfıydı diğer kişiler ve şeyler… kendinden kaçmak için uydurduğu bir kılıf…

Bugüne kadar hep görünmez olmayı istemişti. Görünmez olmalıydı ki rahat olsun.  İşte şimdi görünmezdi. Eee? Ne yapıyordu? Hadi yapsaydı ya? Yapamadı. Bütün o dert saydıkları bütün o kızdıkları, ağladıkları yalandı şimdi. Karşısında dimdik duran birisi varken üç günlük çoraplarıyla kırışmış pardösüsü ve yorulmuş saçlarıyla neyi nasıl ispat edebilirdi ki?

Tüm bunları düşünürken yürüdüğünün farkına varmadı. O orada dururken yürüyormuş meğer. Yine yapmıştı işte. Bırakıp gitmişti, yine yarım bırakmıştı! Nasıl fark edemiyordu. Edemiyordu işte… Etrafına bakındı. Geldiği yer değildi burası. Arkasına baktı. Çok mu yürümüştü? Bir ağrı hissetti vücudunda yürüdüğü için ayaklarında değildi. Gerçeğe ilk defa bu kadar çok kafa yorduğu için beyni ağrımıştı… ama saçlarının umurunda değildi. Rüzgarla oynamaya devam ediyorlardı. Aynısını evde de yapmışlardı. Bir ağaç gördü. Bir iki adım attı ve ağacın yanına geldi. Gölgesinde oturdu. Gözlerini kapattı. Yaprakların hışırtısını dinledi. Kuşların şarkılarını. Yüzüne vuran rüzgarın fısıltılarını… ve bir yağmur başladı sonra… her damlası ona değdiğinde biraz daha tanıdık geliyordu burası… tanıdık geliyordu çünkü kaybettiği kendisinin dünyasıydı… ama hayır düşünmek istemiyordu. Tek derdi biraz dinlenmekti. Biraz soluklanmak. Canı acıyordu. Sızlıyordu içi. Hayır… böyle değildi hayali. Bu değildi. Kendisinde bu kadar uzaklaşmış olamazdı. Oysa sadece onu arıyordu. Kaybettiğini… bu kadar uzağa mı gitmişti de onu ararken kendini kaybetmişti? Derin bir nefes aldı. Bir iç çekiş. Büyük bir pişmanlık… derin bir özlem.

Hayır. Hasret… ne farkı vardı. Muhakkak ki vardı yoksa “hasret” bu kadar yakmazdı insanın canını “h” bu kadar içten gelemezdi nefesi gibi… ama özlem… o “ö” “ölüm”ün “ö”sü müydü? Özlemden ölür müydü insan? Bilemedi. İnsan özlemden ölür müydü ama özlemden kaybolurdu. Bin tane soru aklında dolaşıp dururken oradan oraya, bir işin peşinden koşarken “bak nasıl koşuyorum?” diye soramayınca tabi… neyse senin de… bilmek işte… böyle… yaralı, kırık biraz, biraz da buruk, azıcık da tanıdık… Gözlerini açtı o sesin sahibi burada olmalıydı. Ama eee? Yoktu. ama hayır, bırakıp onu orada kendisi gelmişti buraya. Etrafına bakındı. Yine bir yanılsama mıydı bu?”

Elif

2.Çoğul

10.01.2014 / 02:44

“Hakikat” diye yazıverdi kağıdına. Hakikat sahi neydi? Bir gün uzun bir yolculuğa çıkmış bir yığın insan düşündü önce. Sonra tekrar bertaraf etti zihnini. Ona yakışık almayan ithamlarda bulunmuştu zamanında. Çok söylenmiş, çok dırdır etmişti. Peki neden şimdi o ince çizgiyi geçtikten sonra ardına dönüp dönüp bakma ihtiyacı hissediyor ki? Ne bu yaptığı? Olmayacak bir duanın amini olmaya çalışıyordu göz yaşları. Boşa aktığını bile bile, ağlıyordu. Tebessüm ediyordu ona kaderi, olmayacak, biliyorsun diyordu. Duyuyor muydu? Kesinlikle hayır.

Yağmur ne ara başlamıştı ki? Şimdi bu terliklerle nereye kadar yürüyebilirdi? Hem ne zaman çıkmıştı dışarıya? Birden gözüne büyükçe bir market belirdi. İçeriye zor attı kendini. Zor zahmet bir araba aldı. Gezinmeye başladı. Etrafına bakınıyordu ürkek ürkek. Sessiz sedasız, bomboş marketi geziniyordu. Arabanın tekerlek seslerini işittikçe geriliyordu. Tüm tedirginliğini üstlenen kulakları kızardıkça hızlanıyor, hızlandıkça bir kaç müşterisi olan bu ucuz marketin duvarları üşüyordu. Gitme diye yalvaran deterjanları gördü önce. Sonra bir tane sütlü kahve kutusu aldı eline. derken yarım kilo kıyma almak için öndeki kel adamı beklerken buldu kendini. İçinden, “şşş… elleme. Devam etsin hayallerin uçuşmaya. Devam etsin zihnin harmanlanmaya…”dedi. ve dindi dişindeki ağrı. Meğersem hayalleri ağrıtıyormuş dişini. Meğersem bu arabanın tekerinin tıkırtısı değilmiş onu geren. Demek ki… demek…ki. bir an göz göze geldi gözleriyle. Buğulu bir camın ardında kasa işlerini halletmeye çalışan aceleci bir kızın saçlarını savruşunu gördü. Önüne döndü.

Yürüdükçe, ve doldukça arabası tedirginliği artıyordu. Evet, sanki onunla evliymişim gibi hayal edeceğim. Sadece o varmış gibi. Evdeymiş beni bekliyormuş gibi. Tüpü söylemiştim, evet. Tüpçü neredeyse gelmiştir. Yemek ocaktan iner inmez yoğurdun evde olması lazım…dedi. ve usulca bir yoğurt aldı. Yoğurt kabına uzanırken tebessüm ediyordu. İşte. Şuradaki kabın içerisindeki bembeyaz, sütten bozma bir kalıp yoğurttu onu heyecanlandıran. Ne evde oluşu… ne onunla evli oluşuydu… sadece o ufacık bir kap yoğurttu.

Arabası doldukça evi düşünüyor. Acaba yemek pişmiş midir diye içinden geçiriyordu. Hayal ettikçe seviniyor, mutluluğu arttıkça da hayal etmeye devam ediyordu. Hatta bir randevu aldıklarını bile hatırladı. Doktordan… yani doktorlarından. Eşim… hamile… mi? Eşim hamile dedi. Ve bu elmayı da o yüzden istemişti diyerek manav reyonundaki yeşil elmaya uzandı elleri. Gözleri öylesine gülüyordu ki yemyeşil bir elmanın aksinde buldu kendisini. Uzunca elmanın üzerindeki noktaları saymaya çalıştı. Bir yerde durdu. Ve   ( J devamı sende….)”

Rıdvan

1.Tekil

13.01.2014 /01:10

“Binlerce  noktadan  sadece  on tanesini sayabilmişti. Saymaya çalıştığı ilk şey bu değildi. Gösteri salonundaki spotları -ki daha çok gösteriden sıkıldığı zamanlarda sayardı onları-, kendisini evine götüren merdivenin basamakları, apartmanın kapısında kendi zillerinin kaçıncı sırada olduğunu, evden çıkıp durağa giderken kaç sokak geçtiğini… mutfak duvarlarında kaç tane fayans olduğunu biliyordu mesela, hatta markete girdiğinde yerde kaç tane fayans olduğunu da saymıştı ve diş ağrısı geçene kadar yirmi kadar saymış olacaktı.

Mükemmel bir hayali vardı. Kendi dünyası için daha mükemmelini kendi zihniyle  hayal edemiyordu. Ama içinde yüreğini ince ince sızlatan bir korku vardı. Acaba bu hayali yaşamaya hazır mıydı? Üç günlük çoraplarıyla yanılsama mı yoksa gerçek olup olmadığını bilmediği bir yolculuğa çıkıyordu. Terliklerle markete giriyordu. Hemen her şeyi saymaya çalışıyordu. Kendi içinde verdiği bir savaş vardı ve henüz kazanabilmiş değildi. Önce onu kazanmalıydı. Daha düşüncelerini bile koruyamazken eşini ve bebeğini nasıl koruyacaktı? Yine kasvet sarmıştı varlığını. Ve aydınlık market birden kapkara olmuştu. Derin bir nefes almaya çalıştı önce. Beceremeyince “sadece nefes alsam bile yeter” diye düşünüp kesik kesik nefes alıp vermeye başladı. Su. Sular neredeydi. Hemen bir tane su aldı. Alır almaz içmeye başladı ve içerken “ nasıl olsa kasadan geçireceğim” diye düşündü. Suyunu içtikten sonra sakinleştiğini fark etti. Karanlık yavaş yavaş dağılıyordu. Eşi yağmurdan sonra camda ki kurumuş su damlacıklarını silerken de cam böyle görünüyordu. Eşi… Yüzü geldi gözünün önüne. Gülümsüyordu… Huzuru hissetti ve hemen ardından kendine kızmaya başladı. Uzun zamandır ilk kez bir hayalle bu kadar mutlu oluyordu üstelik gerçekleşmesi yakın bir hayal… Ne yapıyordu kendine? Neydi bu karamsarlık? Kendi elleriyle mahvediyordu her şeyi.

Kasaya doğru gitti. Önünde dört kişi vardı. Aldıklarına baktı. Şu anda işlemini yaptıran bayanın temizlik günüydü herhalde ki bir sürü temizlik malzemesi almıştı. Ya da canı çok sıkkındı evi dip köşe temizleme kararı almıştı. Canını sıkan ne varsa dipte kalmış toz yumakları gibi yok edecekti ve bu işi yüzey temizleyicisiyle yapma kararı almıştı. İkinci sıradaki yaşlı amca konserve yaprak sarması, dondurulmuş köfte ve bir paket makarna almıştı. Yalnızdı muhtemelen ve neşeliydi. Az sonra telefonu çaldı. Arayan torunuydu akşam ona gelecekti birlikte maç izleyeceklerdi. Eşi ölmüş müydü acaba? Yoksa amca akşama torunu gelecek diye yemeği kendisi mi  hazırlamak  istemişti. İkinci seçeneği daha sıcak buldu ve öyle yaşlanmak istedi ama o köfteyi torununa kendisi yapacaktı. Bu sırada eşi çayı demlese olurdu.

Hemen önünde ki genç adam sadece gofret almıştı. Sadece gofret… neden expres kasaya geçmemişti ki? Ama sonra boş ver dedi kendi kendine, bırak nerede istiyorsa orada dursun, karışma çocuğa.

O önündekileri düşünürken sıra kendisine gelmişti. Boş bir su şişesi, büyük boy yoğurt ve bir yeşil elma. Sadece bir tek elma… tek bir tane… kasiyer şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Sadece bir tane almışsınız dedi. Muhtemelen sesli düşünmüştü ama cevap vermemek için bir nedeni yoktu. “Gayet basit” dedi. “Çünkü bir tane almak istedim.” Aldıklarının parasını ödedi poşeti sonunda açmayı başarmıştı. Aldıklarını poşete doldururken kendinden sonra gelen insanları gördü. O az önce önündeki insanlar hakkında fikir yürütmüştü. Düşündü, acaba kendinden sonra gelen bu teyze onun için ne düşünmüştü? Sorsa mıydı? Hayır. Yeteri kadar düşünceleri arasında kalmıştı zaten bir başkasının karmaşık düşüncelerine ihtiyacı yoktu. Vardı ama  yoktu… eve doğru giderken terlikleri ilişti gözüne ve sıcak hayaline devam etti bilinçsizce. Kapıdan içeriye girdiğinde eşi elindeki poşeti alacaktı. Yoğurdu açıp  kaseye kayacaktı ve sofradaki yerine koyacaktı sonra. Boş şişeyi üzerinde düşünmeden çöpe atacaktı çünkü yine çok susamış olduğunu tahmin edecekti. onu böyle en ince detayına kadar bilmesi ne güzeldi… en çok elmaya sevinecekti hemen yıkayıp yemekten sonra yemek üzere meyve tabağına koyacaktı ve “neden sadece bir tane aldın” diye  sormayacaktı.   Daha   sonra   yüzüne   bakıp   alaycı   bir    şekilde gülümseyerek “ terliklerinle çıkmışsın yine… üstelik ayağında kalın çorap var bir daha terlikle sokağa çıkmaya niyet edersen ince çorap giy bari. Ama üşürsün haberin olsun” gülümseyecekti o da eşine. Boş yere soru sormamıştı, o şekilde dışarıya çıktığı için söylenmemişti ama öyle çıkmamasını istediğini söylemişti. Çünkü üşürdü. Sadece üşürdü. Aslında öyle çıkmasından hoşlanmıyordu ama daha önemli bir şey vardı. Ayakları üşürdü. Ne güzeldi… üstelik yakında bebekleri olacaktı… apartmana girdi zile bastı. Açan olmayınca birden gerçek dünyaya fırlatıldı. Hayalini çarpmıştı. Çatlamış mıydı ne? Terliklerini kapının önünde çıkarıp içeriye aldı. Mutfağa gitti. Yoğurdu kaseye koydu. Elmayı yıkadı üç beş tane mandalinanın olduğu tabağa koydu. Boş şişeyi çöpe attı. Buzdolabının üzerinde ki radyoyu açtı. Yemeğini tabağına koydu ve yemeye başladı. Tek başına. Bir de sayılırsa kahve içtiği geceden kalma kağıtları vardı. Bir de müziği…”

Elif

2 .Çoğul

13.01.2014/23:14

“İçini titreten bu yalnızlık değildi aslında. Aslında herşey daha yakışık alırdı. Daha masmavi olurdu aslında. Gece böylesine acıtmazdı. Kurşun da olsa değen cesedine, böylesine öldürmezdi. Az öldürürdü. Hayallerinden kopup, basana kadar yere…

Dipsiz bir kuyu gibi sırtüstü uzandığı cesedinden, usulca çıkıvereceği güne kadar yüreğini kamaştıran bu hissiliğe çatacaktı. Büyük konuşmuştu çünkü. “Ben” demişti. Ben, demesi yeterdi ona. Ben’den sonra söylenen hangi cümle olsa da ben’in etkisini azaltıp çoğaltamaz. “Ben” demişti oysa. Ben dememesi gereken yerde. Sonra sustu. Yoğurda çaldığı kaşığını masasının üzerindeki peçeteye silip bir kenara bıraktı. Odasının ışığını kapattı. Sonra yakıp herşey yerli yerinde mi diye bakındı. Evet, herşey yerli yerindeydi.  Şimdi gelirdi A.  A, kapıdan içeri girince sarılırdı boynuna.  Yok yok.

Sarılmazdı. Önce hasretle bakardı ona. Saçlarının, kapı aralığında esen rüzgardaki, savruluşunu seyrederdi. İçin için ağlardı. Sorardı. Sormazdı hiçbirşey ya da. Sadece bakardı. A, uzunca bir yolda geldi diye onu karşılar ve sonra ona”bebeğimiz nasıl” diye sorardı. Evet, soracağını bulmuştu. Bunu sorardı tabi.

Odaya girdiğinde içeride oturduğunu hayal etti. İçeriden ona seslenmişti ya az evvel. Şimdi herşeyi odasında bırakıp tabağındaki elmayı ona götürüyordu. Karısına, biricik sevdiğine.

Odaya girmişti. Işık yanık değildi. Oda karanlıktı. Az güneş gören bir  pencerenin dibine çizivermişlerdi bu evi de. Ne yapsındı. Parası az, ucuz yollu bulmalıydı evi. İlkinde karısı A da çok diretmişti burası olmasın diye ama. Mecburlardı. Herşeyi silip, gerilerinde koca bir isyan bayrağını dalgalandırarak gelmişlerdi buraya. Hatırlamadın mı? Dedi içinden… kendi kendine…

Odaya girdiğinde ışığı yakmaya yeltendi. Olmadı. Elektrikler kesilmişti işte. “Verdiğin parayı, köşenin birinde oturan bir çocuğa gocuk aldım A. Sakın kızma. Ben senin sevineceğini umdum bu hareketimle. Ne de olsa…” dedi ve sustu. Odada sessizliğin yüzü gülüyordu kelimelerin göçüyle. Harfler birden sökün etti kalabalık gruplar halinde. Şimdi haykırırcasına bağırıyordu şair. “A, diyordu. Ben seni çok özledim. A, ne olur susma. Susma. Susma. Susma. Sus..ma. sus! Sus!sss…ss.s.s.s… .”

Kelimeler, göçe zorlanmış bir köylü gibi yıkık dökük dil kasabasını terkediyordu. Bir mübadele yaşanıyordu zihin cumhuriyetinde. Bir yıkım…bir sürgün…

Oda ıpıssızdı. Karanlık, hayallerin rahmidir. Ona tutunan fikir; uzar, süner… Sündükçe sündü ruhu. Sündükçe sündü kelimeleri. Şair ağlıyordu. Oturduğu kanepede karısı A’nın  dizlerine  değsin  diye  elini  attığı  yerde  bir  çarşafın  üst  üste yoğrulduğunu hissetti.”

Rıdvan

1.Tekil

14.01.2014/00:13

“Yoktu işte, yanında değildi… ne kadar hayal ederse etsin ne kadar yanındaymış gibi davranırsa davransın, yoktu… etrafı kocaman, kalın duvarlarla kaplı daracık bir alandaydı ilk “ben” dediği günden beri… o günden hatta o andan beri o duvarların arkasındaydı. Sıkışmış. eksilmiş. Zaten ne zaman tamam olabilmişti ki? sadece bir an tamam olmaya yaklaştığını hissetmişti. A ile tanışıp mavi yeşil bir yolculuğa çıkmaya karar verdikleri o zaman dilimi. O incecik dilim… ama yine mahvetmişti her şeyi. Tüm mavilikleri, tüm yeşillikleri ve A’yı duvarın gerisinde kalmaya mecbur etmişti. Kendi elleriyle uzaklaştırmıştı o’nu ve işte şimdi yoktu….

Karanlık odada elinde meyve tabağıyla otururken elektrikler geldi. Kapattı gözlerini hemen. Karanlığa alışmıştı ya, aydınlık rahatsız etmişti. Hep öyle olmaz mıydı? Hep öyle olurdu. İnsan bir kez alışmaya görsün karanlığa, nasıl dokunur aydınlık nasıl rahatsız eder ve nasıl yanlış gelir. Aydınlığı yanlış sayarak en büyük yanlışın içinde çırpınıyordur oysa…. Ama bilmiyor ki işte. Niyet de etmiyor bilmeye. Korkuyor. Hayır, korkmak değil bu, bu başka bir şey…. Oturduğu yerden elini uzatıp perdeyi çekti. Işık yanıyordu ya içeride, görünmesin dışarıdan. Perdeyi tek hamlede çekerken düğmelerin kornişteki yolculuğunu izledi. Yol bitmişti ve hepsi teker teker kavuşmuşlardı birbirlerine. Özlemişlerdir. Gülümsedi. Ve bir damla gözyaşı. O da özlemişti. A’yı özlemişti. Gözlerini kapattı ve bir iki damla daha gözyaşı aktı. İç çekti. Yutkundu. Canı acımıştı. Hayal kurmak yetmiyordu artık. Elini uzatınca dokunmak istiyordu. Elmayı yanında yesin istiyordu. Burada olsaydı ya, tabağında bir elma daha olsaydı.  Elmayı  kesip  verseydi   ona  ama  muhakkak  soymalıydı  kabuğunu çünkü kabuklu yediğinde midesi ağrıyordu A’nın. Telefona ilişti gözü. Arasa mıydı? Arasa açar mıydı telefonu? Açarsa ne derdi? “özledim…” hayır. “merhaba”… belki. “merak ettim iyi misin grip oluyormuş herkes?” ı ıh… mesaj mı atsaydı yoksa? Ama sevmezdi mesajları ikisi de. Vazgeçti. Gözünden akan yaşları silip mutfağa gitti. Çaydanlığa su koydu. Tekrar oturdu kanepesine. Hep aynı yere oturuyordu, ezilmişti orası… tekrar telefonu gördü. Bu kadar yakındı sesine. Karar verdi arayacaktı onu. Ve diyecekti ki “ nasılsın?” cevap verir miydi? Verirdi belki. “İyiyim” derdi ama sen nasılsın diye sormazdı. Kızgındır hala. Haklı. Susarlardı karşılıklı… yutkunurdu ve ağlamaya başlardı birden. Hıçkırmadan ama sessiz sessiz. Sadece derin iç çekişler duyardı A ve anlardı ağladığını… “ağlama” derdi hafifçe. “susma” derdi o da gözyaşlarının arasında. “öyle uzun susma… bağır ama susma…” “bağırılacak bir şey yok” derdi A. “ ama susulacak çok şey var…” uzun süre susarlardı. Sonra A “susacakların bittiyse kapatıyorum” derdi ve A öyle deyince eksik bir “özledim…” çıkardı dilinden… Yutkunduğunu duyardı telefonda ve sonra o sonsuz sinyal… dıııt…. dıttttt. dıııtttttttt. Sanki her şeyi daha  bilen sinir bozucu “dıt.” Birden acı bir koku aldı, mutfağa doğru çevirdi başını. Çaydanlık! Meçhul telefon konuşmasını düşünürken ocağın üzerinde öyle bırakmıştı çaydanlığı ve kaynayarak bitmişti dibinde ki su… kireçler yanmıştı. Ne iyi gelirdi buna? tuz ruhu muydu adı limon tozu mu? Kireç çözücü mü kullansa yoksa? A olsaydı bilirdi. A olsaydı unutmazdı suyu. A olsaydı çayı o demlerdi. Çay demlemeyi bile beceremiyordu.”

Elif

1. Tekil

31.01.2014/00:55

Bunca zaman yazamayışını neye dayandırmalıydım ki? Öldüğünü hissedemedim. O yüzden kusuruma bakmazsın umarım. Ölen şairi şiirle guslederlemiş. Senin kelimelerini israf etmek istemem açıkçası. Bir iki mısrası yeter tüm kabrine.

Boşlu….k!

“Ölümün, fokurdayan suları dindirdi. İçimden, menzilini henüz hissedemediğim bir iklime yürüme ihtimalini düşündüm. Sonra bir sağa bir sola seğirttim. A yoktu! Olmayacaktı. Olmasındı. Zaten şimdiden sonra olabilme ihtimali çıldırtıyordu beni. Ağır ağır yaklaştırıyordu intiharın eşiğine.”

Elif

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2014

Bunu paylaş: