Bir Sanat Tarihçisinin Sessiz Çığlıkları – Nur Gözde Yılmaz

Bir Sanat Tarihçisinin Sessiz Çığlıkları* 

İlk kez bu kadar isteksizim. İsteksizliğim konsantrasyonuma yansıyor. Dikkatim sürekli dağılıyor. Elimden geleni yapmak istememe rağmen içimdeki ses bazen çok baskın çıkıyor ve bu isteğimi köreltiyor. “Ben Sanat Tarihi okudum, burada işim ne? Ben televizyoncu olmak istiyordum, Okan Bayülgen-Uğur Dündar- Yılmaz Özdil üçlüsüyle çalışmak en büyük hayalimdi ama şimdi buradayım. Tanrım neden?” Müşterilerin biri gidiyor, diğeri geliyor. Mızmızlık yapmayı kesmem konusunda uyarıyorum kendimi, gülümsüyorum sonra, gözlemlerimden yeni yazılar çıkarır; farklı hayatlar tanırım düşüncesiyle sarılıyorum işe. O zaman siliniyor “neden?” sorusu, yanıt aramaya da uğraşmadan sadece işimi yapıyorum. İlk kez bu kadar siliğim, lafa söze karışmadan sadece söyleneni yapıyor; işi öğrenmeye çalışıyorum. Çünkü biliyorum, başaramamak daha kötü, en kötüsü de bunca işsiz varken haksızlık yaptığını düşünmek zaten. Bu düşünceyle kendimi zorluyorum. “İşsiz de kalabilirdin. Evet, hayallerine geç kaldın, belki bambaşka bir yoldasın, belki hiçbir şey istediğin gibi olamayacak ama en azından kendi ayaklarının üzerinde duruyorsun, paranı kazanıyorsun. Az da olsa, kendin kazanıyorsun. Şimdi hak et onu” diyorum.

Sanat Tarihi bölümünü okuyup da mezun olan çok az arkadaşımla  görüşüyorum. Görüştüklerimin çoğu işsiz, bir kısmı da benim gibi çok farklı sektörlerde çalışıyorlar. Formasyon (bilmeyenler için öğretmen olmak isteyenlerin almak zorunda oldukları form, bu yüzden belirli bir ücret karşılığında bu sertifikayı veren üniversitelerden eğitim almak gerekiyor) deseniz eğitim sisteminin yapboz tahtasına dönmesi yüzünden bu sene önce Ales sınavı ile alınmasına karar verildi artık dönem ortalarında öğrendik ki bundan vazgeçmişler okuyan herkes formasyon alabilecekmiş, ben tek sene ile kaybettim. Umarım bölümde okuyanlar alabilirler ve aldıkları zamanda atanabilirler. KPSS’de sadece iki kişi alıyor bölüm yine. ÖYP, Öğrenci Yerleştirme Programı’nda da, daldan dala konduruveriyorlar sizi. İstanbul’da mı okudunuz, pat Van’dasınız. Ya da tam tersi. Her ülkemizin toprağı ancak bunun için uyumunu sen sağlıyorsun, verdikleri üç kuruş bursla geçinmeye çalışıyorsun. Sadece mezun olarak bir sürü problemle boğuşmuyor sanat tarihçisi. Öğrenci olarak sadece “sınavları geçme odaklı” insanlar var. Ne kadar yüksek alırsa, not kaçırırsa, birilerinin ayağını kaydırır; fikrini çalarsa o kadar çok prim yaptığını düşünen ve birlik olmazsa maalesef birilerinin hakkını her an gasp edeceğini bir türlü görmeyen öğrencilerden bahsediyorum. Azımsanamayacak kadar çoklar  ve her an çoğalıyorlar.

TÜSAK yasa tasarısını da yeni duyuyoruz belki de yeni farkına varıyoruz. Hani İngiliz modelinden (ç)alınma ancak içerik olarak uzaktan yakından bağımsız, tamamen Bakanlar Kurulu’na bağlı- Başbakan’ın atayabileceği kurul üyelerinin olduğu sanatla ilgili olduğu söylenen(!) yeni kanun taslağı. Devlet Tiyatroları’nı yok etmeye (özelleştirmeye) yönelik olduğu düşünen bir çok sanatçının 2013’te yaptığı onca eylem vardı ya, unuttunuz mu? İşte yasa tasarısının içeriğini okuduğunuzda bunu daha net göreceksiniz. Neyi mi? Birçok şeyin maddi ve manevi Başbakana, bakanlar kuruluna bağlandığında özgür bir sanattan uzaklaşacağımızı…

“Ne sanatı be kardeşim? Açız!” diyenleri gördükçe gerçi bu yazıyı yazdığıma utanıyorum, geçenlerde 301 madencimiz “kaderin bir oyunu” sonucu hayatını kaybetti. O yüzden büyük sıkıntı var. Halkın bir kısmını sanata inandirmak da güçlük çekiyoruz, eğitimini alan bizler işimizi yapamıyoruz, bölümde okuyanların büyük bir çoğunluğu sırf üniversite bitirme derdinde. Oradan nasılsa farklı bir sektöre kayacak, yeter ki bitirsin şu bölümü!

Çok az insan da olsa iyi ki tanıyorum, halen idealist, bir şeyler yapabilme gücünü buluyor sevdiklerinden, içinden, yaşama azminden, hayat sevgisinden. Halen didiniyor, direniyor onca olumsuzluğa rağmen işte. Talim ediyor bazısı da benim gibi, çalışmak zorunda olduğundan, böyle düşününce utanıp işe sımsıkı sarılırken de diyor ki kendi kendisine: “daha kötüsü de olabilirdi, hadi kızım  biraz daha!” Aslında o yüzden yazamıyorum kendi sorunlarımız o kadar büyük ki. Gençliğin en azından, tek bir fakültede dört sene boyunca okuyan 200 öğrencisini düşünün, bir kısmı bu dertlerle boğuşuyor. Ekmek elden su gölden de değil. Bence sanat tarihi stajları zorunlu olmalı çünkü mezun olduğunda nereye başvurursan başvur sana sordukları soru: “Deneyimin var mı?”

Evet, bir çok yetenekli sanatçı var, açılan galeri var, yapılan müzayedeler ve sergiler var. Ama Sanat Tarihçileri bu trenin herhangi bir lokomotifi çok nadir olabiliyor. “Deneyim” kazanmak istese de tam tersine karşı tarafından denenen insanlar oluyorlar. Durum vahim, gerçekten. Canınızı sıkmak gerçekten istemedim. Ama çoğu mezunun, okuyan insanın  hali bu.

Bu yazıyı aslında utanarak yazdım, parmaklarımdan saç diplerime kadar terledim, utandım, sıkıldım, gerildim. Ama yazmam gerekiyordu. Bir şekilde demek gerekiyordu “buradayız” diye. Susmak doğru değildi. Ölen 301 madencimizin çalışma koşullarını düşündüm de sanırım ben mızmızlık  ediyorum, vicdanım hiç rahat değil. Öte yandan şurası bir gerçek ki eğer sussaydım sanat tarihçilerinin görünmeyen, görünmek de istenmeyen hayatına kimse girmeyecekti. Gazetelerin arka sayfalarında, bazı televizyon programlarının son dakikalarında dillendiren bunca sorun, her şey gibi, unutulacak ve “hayat karanlık, yoz, renksiz, anlamsız” devam edecekti. Ben bunların olmasını istemedim ve yazdım. Yazmaya da devam edeceğim…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2014son

Bunu paylaş: