İki Sezonun Ardından Kara Aynayı Doldur(ama)mak – Ozan Özgür Özgün

İki Sezonun Ardından Kara Aynayı Doldur(ama)mak* 

Dünya tarihini etkileyen en önemli buluş olarak yazıyı, matbaayı, buharlı motorları veya elektriği görebiliriz, ama dünya tarihini en hızlı etkileyen buluşlar muhtemelen televizyon, bilgisayar ve bilgisayara bağlı olarak icat edilen cep telefonları ve internettir. İnsanlık tarihi için kısa sayılabilecek yaklaşık yarım asırlık bir süreçte bu buluşların insanları ne denli etkilediğini görmek bile etkileyici. Bu kadar hızlı ve güçlü değişim yanında yepyeni soruları ve sorunları  da getirmek zorunda. Kimliklerin kayboluşu, duyarsızlaşma, bireysellik ikilemi (insanların bir yandan toplumsal yanını törpüleyip bireyciliğini öne çıkarması,  aynı anda bireysel tüm yanlarını ve özelini sanal ortama açması), gerçekliğin kayboluşu hayatımıza giren sorunlardan bazıları. Bir de gerçekliğin kayboluşunu ve duyarsızlaşmayı sistemin yönlendirmesi gerçeği var. 2011 yılında İngiliz Channel 4 için çekilmeye başlanan ‘Black Mirror’ (‘Kara Ayna’) bu sorunları ve soruları irdeliyor. Lakin iki sezonu tamamlayan dizide belki de en önemli sorun eksik bırakılıyor: sorunların kaynağı olan sistem.

Yazıya önce dizi hakkında kısaca  bilgi  vererek  giriş yapıp ardından da bölümler hakkında bir değerlendirmede bulunmak yerinde olacaktır.  Son olarak eleştirilerde karşımıza neyi alacağımızı bilmek konusunda birkaç şey eklemek gereklidir.

Dizi; yönetmenleri, konusu ve oyuncuları birbirinden farklı 6 bölümden (3’er bölümlük 2 sezon)    oluşuyor.    Diziyi   aynı tema üzerine kurulmuş 6 tane orta metrajlı film olarak tanımlamak doğru olacaktır. Dizinin yaratıcısı (yapımcısı ve yazarı) Charlie Brooker, bir röportajında  dizinin  doğuşu ile ilgili olarak: “Teknoloji bir uyuşturucu ise –ki bir uyuşturucu gibi    hissettiriyor – yan etkileri tam olarak nedir?” sorusunu kaynak olarak gösteriyor. Zaten kara aynada televizyonların, bilgisayarların ve akıllı telefonların ekranını ifade ediyor. İlk sezonun üçüncü bölümünün yazarı Jesse Armstrong. Diğer bölümlerin yazarı ise Charlie Brooker. Armstrong’un yazdığı bölüm diğer bölümlerden rahatlıkla ayırt edilebiliyor. Brooker’ın yazdığı bölümlerdeki eleştiri havası Armstrong’un yazdığı bölümde görülemiyor. Bu yüzden bölümleri değerlendirirken bu  bölümün üzerinde durmak gereksiz olacak.

Serinin ilk bölümü ‘The National Anthem’ (Milli Marş) bir politik gerilim. Bir kişi kraliyet ailesinden bir düşesi, Prenses Susannah’yı (Lydia Wilson), rehin alır. Rehineye talebini okuttuğu bir videoyu youtube’a yükler. Kaçıran kişinin tek bir talebi vardır; başbakan Michael Callow’un (Rory Kinnear) televizyonlarda canlı yayınlanacak şekilde, bir domuzla cinsel ilişkiye girmesi. Ajanların tüm müdahalelerine rağmen video  internette  milyonlarca kişiye  ulaşır.

Televizyonlara uygulanan sansür politikası işlemez. Sosyal  medyada insanların  en büyük gündemi bu kaçırılma olayı olmuştur. Henüz izlemeyenler için içeriğe daha fazla değinmeden devam etmek iyi olur. İlk andan itibaren başbakan artık sosyal medyada bir malzemedir. Ailesinin ve kendisinin onuru, hisleri veya düşünceleri yok sayılmakta, insanlar ortaya çıkan durumla eğlenmeye çalışmaktadır. Bu bölümde gösterilen şeylerden biri sosyal medyanın her ne kadar devlet kadar gücü olsa da bu gücün niteliksiz olduğu gerçeğidir. Video sanal ortamda yayınlanmaya başladığı andan itibaren başbakan ne siyasi bir kişilik ne de duyguları olan bir bireydir. O artık insanların sonunu merak ettiği   bir şova dönüşür. Dizinin ilk bölümü Emmy ödülü kazanılmasını  sağlayacak  kadar ses getirmiştir.

Dizi cesur ve sıra dışı ilk bölümünün ardından ‘Fifteen Million Merits’ (15 milyon değer veya 15 milyon mil) adlı bölümle devam etmiştir. İnsanlar dışarıdan kontrol edilen hücrelerde yaşamakta ve gün boyu pedal çevirmektedir. Çevrilen pedal sayıları ise “merit” yani eder kazandırmaktadır.  Kullanılan  diş macunundan ekranlarda izlenecek programlara, otomatlardan alınan yemeklerden,  ekran için oluşturduğunuz avatara kadar her şey  için  bu değerlerle ödeme yapılmaktadır. Tamamen kontrol edilen bir dünyada  en  önemli amaç 15 milyon değeri toplayarak Hot Shot adlı yetenek programında sahne alabilmektir. Burada jüriyi etkileyenler ekranlarda kendilerine yer bulmakta karşılığında ise gerçek evlerde yaşayıp gerçek yiyecekler yiyebilmektedir. Bing adında bir genç (Daniel Kaluuya) âşık olduğu kıza  15  milyon değeri hediye eder ve sahneye çıkmasını sağlar.  Sahneye  çıkarken  içirilen uyum içeceği önemli bir ayrıntıdır. Bing sevdiği kız Abi’nin (Jessica B. Findlay) başına gelenler için yetenek yarışmasından intikam almaya karar verir. Bir saatlik bu bölümün devamını anlatmak diziyi henüz izlemeyenler için hoş olmaz.

Dizinin en etkileyici hikâyesi olarak tanımlayabileceğim bölüm için  en  uygun sıfat muhtemelen ‘vurucu’ olacaktır. Bölüm içinde onlarca tartışmayı, eleştiriyi  ve soruyu beraberinde getiriyor, üstelik hepimizin çok iyi bildiği bir sahnede: yetenek yarışmaları. Bu sebeple bu bölüm hakkında söylenecek çok fazla şey oluyor. Önemli alt metinlerle bezeli bölüm okumaya açık. İlk olarak sınıfsal bağlamda bir şeyler söylemek gerekli. Pedal çeviren kişilerin hepsi emekçiler. Pedalların amacı ise şov dünyasının sahnesini aydınlatmak ve gerçekten yaşayabilenlere enerji sağlamak. Gerçekten yaşayanlar yani burjuvalar, emekçilerin sağladığı enerji ile hayattadır. Emekçilerin aldığı karşılık ise  karınlarını doyurmak ve çok düşük bir ihtimalle burjuvaların sahip  olduğu  şeylere sahip olmak hayalidir. Kapitalist sistemin en büyük masalı olan yeteneğiniz veya aklınız varsa siz de mutlu ve/veya mal  sahibi  olabilirsiniz  masalı yine gözümüzün önündedir. Diğer bir nokta ise etraflarındaki hiçbir şeyin gerçek olmaması durumudur. Ekranlarla kapalı odalarda reklamları izlemek zorunda olan insanlar gerçek olmayan avatarlarına yeni giysiler almak için uğraşmaktadırlar. Ellerinde kalan tek gerçek şeyi; sevgiyi de sahnenin yıldızları ellerinden  alacaklardır.  Psy’nin  “Gangnam  Style”  adlı  şarkısı bize bir şeyi net olarak göstermişti: popüler kültürü popüler kültürle eleştiremezsiniz. Charlie Brooker bu bölümle bunu tekrarlıyor; yetenek yarışmasını eleştirmek için oraya çıkarsanız yetenek yarışmasının malzemesi olursunuz. Unutmadan eklemek gerekiyor; şovun izleyicilerinin sadece avatarlar olması da bir tesadüf değil. İnsanlar gerçek olmayan bir şeyi izliyorlar, duygudan, akıldan ve mantıktan yoksun bir şekilde ekranın karşısındalar hatta o ekranın içindeler. Bu yüzden izleyiciler insanlar değil onların avatarları.

İlk sezonun üçüncü bölümü ‘The Entire History of You’ (Tüm Geçmişin) diğer bölümlerden daha farklı. Bir distopya (anti-ütopya) hikâyesi. Eğer yaşadığınız, gördüğünüz her şeyi beyninize yerleştirilen bir parçacığa kaydedebilseydiniz hayatınız nasıl olurdu? Bölüm ilişkilerin distopik bir  dünyada  teknoloji  tarafından yara alışını anlatma derdinde. Daha önce de belirttiğim üzere yazının başında değinilen sorunlara dokunmadan, eleştiriden uzak bir bilim  kurgu  niteliği taşıyan bölüm hakkında çok fazla detaya inmeye gerek yok. Dizinin bu bölümünü sadece seyirlik olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Belirtmeden geçmek olmaz, Cüneyt Özdemir ilk sezonun ardından dizi hakkında yazdığı  yazıda bölüm hakkında “Unutmak, görmezden gelmek, enayi yerine konulmak, burjuvazinin minik ölümcül yalanları yine can yakıcı bir sona götürüyordu mini dizide” ifadelerini kullandı. Lakin izlerken özdeşleştiğimiz ve/veya acıdığımız sevdiğimiz karakter Liam (Toby Kebbell) bir emekçi olmasına rağmen ne sınıfsal bir göndermeye şahit oluyoruz, ne de Liam’ın bir emekçi olduğunu iddia edebiliyoruz. “Öcü teknoloji” demek dışında bir eleştiri getirmeyen bölüm hakkında sınıfsal çıkarımlar yapmak eksikli veya hatalı olacaktır.

İkinci sezonun öncesinde Brooker, Channel 4 ile yaptığı röportajda ikinci sezon  ile ilk sezon arasındaki benzerliği vurgulamıştır: “İlk sezonda bir politik gerilim (Milli  Marş), bir distopik  veya  apokaliptik bilimkurgu  (15  Milyon  Değer)  ve bir ilişki krizi yer alıyordu. Yeni sezon da bu türler üzerine yazıldı.” Yeni sezonun ilk bölümü ‘Be Right Back’ (Hemen Döneceğim) teknoloji bireysel ilişki bağlamında bir irdeleme. Hikâye sevdiği adam ölen bir kadının dramını anlatıyor.  Ölen  kişinin tüm sosyal ağlar üzerindeki bilgileri, paylaşımları derlenerek oluşturulan bir bot programı, ücret karşılığı ölen kişinin bir  yakınının  hizmetine verilmektedir. Her şeyiyle ölen kişiye benzeyen bu bot ne kadar gerçekçi olursa olsun, sanaldır. Hikâyeyi daha fazla ifşa etmeden öykünün eleştirel yanlarına değinmek istiyorum. Öncelikle vurgulanması gereken nokta sanal sosyal ağlarda kimin gerçek kimin sahte olacağını ayırt etmek pek olası değil. Yazarın özellikle vurgulamak istediği noktalardan birisi bu. İkinci bir husus ise kişilerin sanal ortamda ya da sosyal ağlarda tüm bireyselliğini ortaya dökerek ciddi bir kimlik sorunu yaşaması ve hatta kimlik sorununa yol açması.

Dizinin doğası gereği bölümde verilen mesaj teknoloji insanoğlunu üzeceği, gerçekliğimizi elimizden alacağı üzerine kurulu. Diğer yandan bölüm boyunca teknolojinin sağlayacağı kolaylıklar da bahsi geçmeden gözümüzün önünden geçiriliyor. Hemen Döneceğim’in alt metninde sorduğu sorulardan birini sorarak diğer bölüme geçiyorum: ‘İnsan ne kadarı ile yetinir ya da insan yetinebilir mi?’

Dizinini ilk sezon ortalamasına göre beklentilerin altında geçen  bölümün ardından çok daha etkileyici bir bölüm yayınlandı; ‘White Bear’ (Beyaz Ayı). Bölüm distopik bir hikâye, yani ilk sezondaki 15 Milyon  Değer’in  eşi.  Hikâye diğer bölümlerden farklı olarak grift son üzerine kurulu. Bu yüzden sadece giriş sahnesini anlatarak değerlendirme aşamasına geçeceğim. Kendinizi bir intihar girişimi sahnesinde uyanırken düşünün. İsminizi dahi hatırlayamıyorsunuz, tek tahmininiz bir kızınızın olduğu ve muhtemelen başarısız bir intihar girişiminde bulunduğunuz. Dışarı çıktığınızda herkes telefonlarla sizi videoya kaydediyor. Sonra anlıyorsunuz ki maskeli bazı insanlar maskesiz bazı insanları öldürmeye çalışıyor. Bu esnada telefonlar, video kayıtları yine  durmuyor.

Filmi (Tekrarlamakta fayda var; her ne kadar dizi olsa da bölümlerin her birini film olarak ele almak çok daha uygun) değerlendirirken Otomatik Portakal’ı (A Clockwork Orange – Stanley Kubrick 1971) hatırlamamak elde değil. Kubrick’in filmi hakkında onlarca şey söylenmesine rağmen hep eksikli bırakılan bir nokta vardı. Filmin en önemli mesajlarından birisi bizler, toplum olarak iyilik değil intikam istiyoruz. Bu yüzden cezaevlerimiz kesinlikle ıslahevi  değil, bu  yüzden bir insanın o ya da bu yolla iyi bir insan olması fayda etmez. Bizim istediğimiz insanların yaptıkları kötülüklerin karşılığında en az aynı derecede  kötülük görmesi, en az verdikleri acı kadar acı tatmaları. İşte bu içgüdümüz cehennemi yarattı… Otomatik Portakal’da Alex iyi bir insan olmasına rağmen en yakınları tarafından bile dışlandı, ta ki; çektirdiği acıları kendisi de çekene kadar. Hatırlamamız gereken bir eser de Guy Debord’un Gösteri Toplumudur (La Societe du Spectacle). İlk sezonun ikinci bölümü 15 Milyon Değer’i de tekrar hatırlamanızı rica ederek Ayrıntı Yayınlarının Debord’un eseri için hazırladığı tanıtım bülteninden bir alıntıyı paylaşıyorum: “Gösteri toplumunda kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür, sahteleşir. Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi    oluruz.

…Bu umutsuzluk kitabı, hapishaneye dönüşmüş bir dünyada yaşadığımızı gözler önüne serer…” Teknoloji çılgınlığına dikkat çekerek başlayan bölüm ‘Adalet nedir?’ sorusunu sordurarak son buluyor. Eklemeden  geçemeyeceğim, yönetmen Carl Tibbetts’in yönetmenliğine hayran kaldım. Kimi  seveceğimizi  bize dayatıyor, en azından film boyunca gerçekte yapamadığımızı yapıp doğru olanı yapmamızı sağlıyor.

Dizinin yayınlanan son bölümünün ismi ‘The Waldo Moment’ (Waldo Zamanı). Dizinin eleştirilerine politikayı da katmasını beklediğim bir anda apolitikliği eleştiren bir eser  gelmesi  sevindirici oldu.

Waldo adlı bir televizyon animasyonu işleri büyüterek politikacılarla uğraşmaya başlar. Hatta bölgesel seçimde adaylığını koyar. Bir yandan hiçbir politik söylemi olmayan Waldo’nun peşinden giden binlerin apolitikliği eleştirilirken bir yandan da siyasetin içindeki kokuşmuşluklar gözler önüne serilmektedir. Ama bir anda dizide Waldo ile Waldo’ya hayat veren animatörün kişilik savaşı her şeyin önüne geçer. Önceki yapıtlarının birçoğunda televizyon dünyasına yüklenen yazar bu yapıtında da televizyon dünyasına eleştirilerini devam ettiriyor. Reyting uğruna çalışanının kişilik haklarını gasp eden yapımcının işten atma tehdidiyle çalışanını  sürekli baskı altında tutmasını da vurgulamasa bile gösteriyor.

Tüm bu haklı ve doğru eleştirilere rağmen mini dizide çok ciddi  bir  eksiklik, yarım kalmışlık hissedilebiliyor. Televizyon dünyasının kirlenmişliği, gerçekliğin yok edilişi, emeğin  sömürülmesi,  adalet  anlayışının yozlaşması,  toplumculuğun yerini bireyciliğin alışı gibi birçok çarpıklık hedef tahtasına alınıyor. Lakin o kara aynayı (kara ekran çok daha doğru bir tercüme olurdu)  doldurmak  için  parçalara değil bir bütüne ihtiyaç var. Charlie Brooker, tüm çarpıklıkları tek tek ele alıp bütünlüklü bir saldırıyı es geçince aradığımızı bulamıyoruz. Liberal siyasetin hatta maalesef çoğu zaman sol siyasetin en büyük hatalarından birisi olan bütünlüklü bir kapitalist sistem eleştirisinin eksikliği, tüm eleştirilerin birer birer sindirilmesine, yok edilmesine veya niteliksizleştirilmesine yol  açıyor.  Sağlık sisteminin çürümüşlüğü, eğitimin bambaşka bir rezalet oluşu, gericilik, gıdaların genetiğinin değiştirilmesi, hayvan haklarının ihlali ve hatta trafik  sıkıntısı ortada duruyor. Adama sormazlar mı ‘Eh be arkadaş her şey kötü de sistem mi iyi?’ diye?

Kara aynayı doldurabilmenin tek yolu o aynanın karşısına  sistemin  çarklarını değil sistemin tam da kendisini yerleştirmekten geçiyor. Televizyona dair tüm kara eleştirisini televizyon üzerinden yapan Charlie Brooker’dan çok fazla  ümidim olmasa da umudum bu yeni bölümler için dokuz  ay  beklemeye  değmesi.

Kaynakça

http://www.guardian.co.uk/technology/2011/dec/01/charlie-brooker-dark-side-gadget- addiction-black-mirror

http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikalyazar&articleid=1081384

http://www.channel4.com/programmes/black-mirror/articles/charlie-brooker-interview

*https://issuu.com/azizm/docs/editoredergimayis2013

Bunu paylaş: