Unutulanların “Görünmeyen” Yüzleri – Selin Süar

Unutulanların “Görünmeyen” Yüzleri* 

Aleksey Maksimoviç Peşkov veya hepimizin bildiği ismiyle Maksim Gorki’nin bir öyküsünde şu söz yer alır: “Deha, halktan bağımsızdır.” Öyküde Rus Edebiyatı’nın kurucusu olarak kabul edilen Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Arap, 1783-1850 yılları arasında yaşayan büyük Rus şairi Vasili Jukovski’nin Türk ve yine önemli Rus yazar ve şairlerinden Mihail Yuryeviç Lermontov’un neredeyse yarı yarıya İskoçyalı olduğu belirtilerek dehaların ve kahramanların uluslardan, ırktan, halktan ve ülkeden bağımsız, daha dışta, daha üstte olduğu vurgulanır. İnsanlık tarihine bakıldığında ulusalı veya yereli evrensele; yani yine insanlığın genel karakteristiğine, beğenisine, algısına ve doğasına çevirebilen  her türlü kişinin sınırlarötesine mâl olduğu, yine tüm insanlığa mâl olan Sovyet / Rus yaziar Maksim Gorki tarafından vurgulanır.

İnsanlık tarihinin her döneminde var olan, her çağda ve her toplumda farklı görünümlerde ortaya çıkan; belli kalıplar içine konulamayan ve estetik olan  insan duygularının dışa vurumu olarak adlandırabileceğimiz sanat da gücünü içinde bulunduğu koşullardan ve toplumdan alarak evrensele yayılır. Sanatçı, kendi kültüründen ve çevresinden yansıyanı yapıtlarına aktarırken sınırlarötesine geçen bir hitap kullanarak genele ulaşmaya çalışır. Bu nedenle farklı toplumlardan gelen kişiler birer deha olarak isimleriyle ve eserleriyle dünyanın diğer ucuna kadar gittiği gibi zamana da meydan okur.

İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen Ali Özgentürk, son filmi Görünmeyen ile yeniden seyirci karşısına çıktığında, adını tarihe yazdıran müzisyenlerden biri olan Béla Bartók’u filminin  eksenine  oturtur.  Béla  Bartók (Béla Viktor János Bartók) 25 Mart 1881 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda dünyaya gelir. Müziği kültürel yapılarına göre inceleyen bilim dalı olan Etnomüzikolojinin önde gelen isimlerinden olur. Macar köy halk müziği  ile  tanışmasından  sonra,  halk  müziğini  kendi  yapıtlarında kullanır.

Macaristan’da kalarak burada Kraliyet Akademisi’nde Piyano Profesörlüğüne yükselmesinin ve piyano dersleri vermesinin yanında Strauss gibi büyük müzisyenlerden etkilenerek halk müziği ezgilerini, bu müzisyenlerin yapıtlarındaki   biçimlere    yedirip    yepyeni    kompozisyonlar    yaratır. Bartok, 1936’da Türkiye’ye gelir Ahmed Adnan Saygun ile birlikte tüm yurdu dolaşarak halk türkülerini kaydeder, ezgileri notalara döker. Ülkeye geri dönmesinin ardından daha da yükselen Nazi hâkimiyetine karşı durarak Amerika’ya geçer, ancak burada kanser nedeniyle 1945 yılında hayata gözlerini yumar.

Geleneklere, kemikleşen örf ve âdetlere çokça vurgu yapılan filmin hikâyesi, Recep’in (Hakan Eratik), nişanlısı Ebru’yu (Sezen Aray) ailesiyle tanıştırmak için İstanbul’dan köye getirmesiyle başlıyor. Mantıksal hataların çokça olduğu filmde ilk absürtlük, çiftin trendeki yatak sahnesinde karşımıza çıkıyor. Yataklı vagonlarından çıktıklarında birlikte oldukları her hallerinden anlaşılan çiftin elinde tuttukları beyaz çarşaf, adeta horoz kurban etmişler veya yatakta  kanamalı hasta yatırmışlarcasına kan gölüne dönmüş halde seyircinin gözüne sokuluyor. Filmin devamında şehirli modern kızın özgür ama ilgisiz ve ‘gıcık’ ailesi ile oğlanın insanüstü neşeye sahip ailesinin geleneklere ters bir durum ortaya çıktığı an buz kesmesini de hesaba katacak olursak, trendeki birlikteliğin ilk birleşmeye yorulabileceğini, ama doğum gerçekleşmediği takdirde metabolizmaya ve insan doğasına aykırı miktardaki ilk birleşmeden kaynaklanan beyaz çarşaftaki ‘kan’ sahnesi ile bunun ardından o beyaz çarşafın açık pencereden kız tarafından bırakılmasını ve çarşafın rüzgârla beraber yaylalara doğru salına salına gitmesini hiçbir mantıksal yoruma iliştirememekteyim. Lafı çok uzatmadan hikâyeye dönecek olursak, köy halkının, Brecht estetiğinin bile gerçekleştiremeyeceği   kadar  sahte   ötesi  bir   mutluluk   ve   neşeyle kızımızı karşılamasıyla örülen film öyküsü, kızımızın dedesinin vakti zamanında oğlanın dedesini öldürmüş olmasını köylülerin anlamasıyla ‘Vurun Kahpeye’ filmine döner. Kimsenin ağzını bıçak açmaz, herkes, kızın yüzüne kapılarını kapatır, kız bu davranışlara karşın nadiren ‘ben size ne yaptım?’ sorularının dışında hiçbir şey sormaz, çocuklar kızı taşlar vs., ama kızın aklına asla oradan gitmek gelmez. Bu sırada oğlan ne yapar? O güne dek babası ve dedesi hakkında her şeyi öğrenmek isteyip kılını kıpırdatmayan gencimiz, o günden sonra olayı açığa çıkarmak için araştırmalara başlar. Kıza uzak ve sert davranır. Filmin sonunda, dizilerde ve filmlerde sıkça görmeye alışık olduğumuz Doğu despotizmine benzer şekilde dile getirilen ‘ne yapalım, töre böyle’ sözü bu kez oğlanın annesinden gelir; “Ne yapalım, âdet böyle…” Ve iki genç, onca sevgiye rağmen âdet öyle diye evlenemezler… Frametale stilinde (Hikâye İçinde Hikâye) günümüze ve geçmişe dönüşlerle anlatılan filmde geçmişteki hikâyenin arasına bolca serpiştirilen günümüz hikayesi olmasaydı film, bazı karakterlerin yine mantıkdışı ve gerçeklikten oldukça uzak canavarlaştırılmalarına rağmen dört dörtlük olabilirdi, ancak geçmişteki karakterler üzerinden günümüze gelindiğinde yapılan ‘yaş’ hesaplama konusundaki, karakterlerin zayıflığı konusundaki, özellikle de senaryonun tamamen sakat olan günümüz kısmındaki gelişim çizgisinde kolayca fark edilir ve rahatsız edici hatalar, filmin tüm güzelliğini bozmuş.

Gelelim geçmişin hikâyesine…

Udo Kier (Béla Bartók), Gürgen Öz (Erol Soykan / kızın dedesi) ve Muhammet Uzuner’in (Ekrem Kıraç / oğlanın dedesi) profesyonel oyunculuk sergilediği filmin arka sahnesinde yeni kurulan devletin Cumhuriyet değerlerini yayma çabası, Sovyet korkusu ve dünyada yükselişe geçen Nazi tehlikesi bulunuyor. Fransa’da katıldığı bir davette tesadüf eseri Türkçe bir türkü işiten ve bu ezginin peşinden giden Bartok, kendisini Anadolu’da bulur. Hâlâ tam olarak kendine güveni gelememiş ve yabancıdan ürken, fakir Anadolu köylülerinden türkü kaydı toplayan Bartók’a, köyde öğretmenlik yapan ve piyano çalan,  idealist Ekrem Kıraç yoldaşlık eder, ancak Almanları sevmeyen ve bu nedenle her an Türkiye’nin de başını derde sokabilme ihtimali olan bu müzisyen, dolayısıyla bazı kişilerin hoşuna gitmez ve istihbarat olarak Erol Soykan da onların arasına yollanır. Kendisi de aslında bir müzisyen olan Soykan, Bartok’un bu gezideki ‘danışmanı’ konumundadır, fakat olaylar ‘komünist’ damgası vurularak ortadan kaldırılan Ekrem Kıraç’ın cinayetiyle hüzünlü bir hale bürünür. Dedesinin günlüğündeki bir yazıdan yola çıkarak filmin geçmiş zamandaki hikâyesi için ustalıklı bir kompozisyon ve olay örgüsü oluşturan Özgentürk, Cumhuriyet önderlerinin zor durumda kalan bilimadamlarına verdiği değere, yine eşitlikçi yapının ve Cumhuriyet’in ürünü olan dönemin Köy Enstitülerine, Anadolu halkının gelenek ve göreneklerine ve Türkülerimize eğilirken diğer yandan çizdiği vali tiplemesiyle halkın dilinden anlamayan, yerel halkı aşağılayan ve müziğin yalnızca Batı müziğinden oluştuğunu sanan  Jakoben Cumhuriyetçileri de eleştirmiş.

Özgentürk, yukarıda da yazıldığı gibi Macar asıllı müzisyen Béla Bartók’un ‘Anadolu seferini’ film öyküsünün eksenine yerleştirdiği halde, bu seferde ona eşlik eden bir başka dehaya; Ahmed Adnan Saygun’a filminde yer vermez. Oysa Ekrem Kıraç karakteri Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapması ve piyano çalmasıyla Ahmed Adnan Saygun’un ta kendisidir…

7 Eylül 1907 İzmir doğumlu olan Ahmed Adnan Saygun, henüz 13 yaşındayken sanata ağırlık veren İttihat ve Terakki Numune Sultanisi adlı okulda önemli isimler tarafından yetiştirilir. Müziğe duyduğu ilgiyle beraber yabancı dil bilgisi yetisini de kullanarak ilerleyen yıllarda müziği ele alan makaleleri de çevirir. Okulun ardından harçlığını çıkarabilmek için vasıfsız işlerde çalışmak zorunda kalan Saygun, daha sonra müzik öğretmenliği yapar ve en nihayetinde devletin, yetenekli ve başarılı gençler için açtığı sınavda başarılı olup Paris’te burslu olarak okumaya gönderilir. Hayatı boyunca önemli eserlere imzasını atan ve Cumhuriyet tarihinde eşsiz bir yeri olan Saygun; Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses gibi, müzik tarihinde ‘Türk Beşleri’ olarak anılan bestecilerden olmakla berber ilk Türk operasının bestecisidir ve ‘Devlet Sanatçısı’ ünvanını alan ilk sanatçı olma özelliğine de sahip olan Ahmed Adnan Saygun, Cumhuriyet dönemi Türk musikisinin en çok seslendirilen  eserlerinden  olan  ‘Yunus  Emre  Oratoryosu’nun  da yaratıcısıdır.

1942’de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu, 1946’da Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde seslendirilir ve büyük başarı kazanır. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris’te, Birleşmiş Milletler’in kuruluş yıldönümü adına New York’ta seslendirilir. “Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı’nın Dervişler Caddesi’nde (bugünkü Anafartalar Caddesi) Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika’ya, Birleşmiş  Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile  taşımış oluyordu.”1   1936 yılında Halkevleri’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelen Macar asıllı Etnomüzikolog Béla Bartók’un Anadolu gezisinde eşlik eden Saygun, Bartók ile birlikte özellikle Osmaniye yöresinden derledikleri türküleri notaya dökerler. Çalışmalar, ” Béla Bartók’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında İngilizce olarak bastırılır. Bartók’la aynı kaderi paylaşan büyük müzisyen, 6 Ocak 1991’de kanser nedeniyle İstanbul’da hayatını kaybeder ve ardında yetmişten fazla yapıt, birçok kitap ve çeviri eserler bırakır.

Tarihten yapılan alıntılarla kurgulanan film mantıksal hatalara, ‘günümüzde geçen’ senaryo bölümleriyle inandırıcılıktan oldukça uzak ve sahte çizgisine, kimi karikatürize tiplemelerine rağmen Görünmeyen, eleştirmenlerin aforoz edeceği ve pekçok sinema salonunda yer bulamayacak kadar düşük kalitede bir film değil, aksine haftalarca beyaz perdede dönen ve akla zarar yapımların yanında ayakta alkışlanacak bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Ne yapılırsa yapılsın bir halk asla özünden kopamaz dercesine âdetlere sarılan ve bunu türkülerle yoğuran Özgentürk’ü, Dehaların Görünmeyen Yüzü’nü  hatırlattığı için ayrıca tebrik etmeliyiz.

  1. http://www.wikipedia.org/, “Ahmet Adnan Saygun”

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2012

Bunu paylaş: