Artist’in Değeri Üzerine – Onur Keşaplı

Artist’in Değeri Üzerine* 

Yönetmenliğini Michel Hazanavicius‘un yaptığı, 2011 yapımı “Artist” filmi, başta eleştirmenler olmak üzere kalburüstü sinema izleyicileri tarafından da büyük bir beğeni toplayarak, başrolünde yıldızlaşan Jean Dujardin‘in başarılı oyunculuğuyla Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldıktan sonra bu yılki Oscar ödüllerinde tam 10 dalda aday olup, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dalları başta olmak üzere 5 dalda heykeli kucaklayarak yılın en dikkat çekici filmi olma özelliğini gösterdi. Peki hemen her kesimin beğenisini kazanan “Artist”in sırrı neydi? “Artist”, konu  olarak sessiz sinema döneminin gözde oyuncusu George Valentin’in, sesin sinemaya girişine direnmesiyle bir anda gözden düşmesi ve kapitalizmin 1929 yılında girdiği  büyük  ekonomik  krizle  de  iflas  etmesinin  ardından,  kendisinin  ünlü yaptığı sesli sinemanın yeni şöhreti Peppy Miller’la yaşadıkları aşk sayesinde kötü sondan kurtulmasını anlatıyor. Buraya kadar filmde “yeni” veya bu denli övgüyü haklı çıkartacak bir sinemasal yapı yok. Tam da bu noktada filmi, “değerli” hale getiren anlatım tekniği ortaya çıkıyor. İzleyiciyi gerçekten o dönemin sessiz, diyalogsuz, ara yazılı, siyah beyaz ve günümüzde alıştığımız saniyede 24 kare yerine 22 kareyle filme alınmış bir “nostalji” yapıtla karşı karşıya. Konusunun naifliği ve günümüz dünyasının hem toplumsal hem  kültürel anlamda yaşadığı erozyona karşı duran sıcak ve samimi tavrıyla özellikle orta yaş ve üzeri izleyicide(ve elbette eleştirmenlerde) olumlu bir etki bırakmamasına imkân yok “Artist”in. Filmin, dönemin ruhunu özellikle teknik açıdan birebir denilebilecek kadar ustaca yansıttığına hiç şüphe yok ve oyunculuklarda bu noktada dikkat çekici ölçüde başarılı. Kısacası eli yüzü düzgün olan bu filmin değeri, sinema tarihinde yüzlerce hatta binlerce örneği olan bir biçimi yeniden çekmekten geliyor. Peki, bu oldukça “muhafazakâr” gözüken durumun sanatsal açıdan bir değeri var mı?

Özellikle Hollywood’un başı çektiği dünya ana akım sinemasında uzunca bir süredir eski filmlerin yeniden çevrimleri(örnekleri o kadar çok ki sıralamaya hiç başlamayalım), başka ülkelerin filmlerinin daha üzerlerinden 5 yıl bile geçmemişken tekrar çekilmeleri(Scorsese‘ye nasıl olduysa Oscar kazandıran “Departed” filmi), kitapların, çizgiromanların tekrar tekrar beyazperdeye uyarlanmaları(X-Men, Batman ve nihayet Spiderman) artık alışık olduğumuz durumlar. Ancak “Artist”, tüm bunları aşarak yeniden çevrimini yaptığı tarzın hem konu hem de biçim olarak birebirini yapıyor ve ne ilginçtir ki alkışı da bu yüzden alıyor. Filmin, yukarıda sözünü ettiğimiz konusu itibarıyla, dönemin sıradan sessiz film örneklerinin aksiyonunu, dramını, aşkını, entrikasını, senaryo yapısı açısından giriş gelişme ve olmazsa olmaz “mutlu son”unu tüm o kalıplaşmış yöntemlerle uyguladığı görülüyor. Teknik olarak sessiz sinemanın aynısını yaptığını söylemiştik, buna ek olarak “Artist”in sessiz sinema döneminin tekniği aştığını zira o dönem kamera hareketlerinin bu kadar “kusursuz” olamadığını da özellikle belirtmeliyiz. Peki, bunca övgüye boğulmuş bir filmin yenilikçi bir yanı yok mu? Var elbette. Valentin’in sinemadaki ses devrimini alaya aldıktan sonra gördüğü “sesli” kâbus filmin ele aldığı dönemin solmakta olan bir yıldızının bunalımlarına yaratıcı bir görsellik getirdiği kesin. Fakat bunun ötesinde film baştan sona, tepeden tırnağa bir yeniden çevrim olmaktan öteye gitmiyor.

Eskiye duyulan özlem, insanlık tarihinde her daim olagelmiştir, hatta melankoliye merak salan büyük düşünürler de bu noktaya parmak basmışlardır. Sinemada ise geçmişe, eskiye duyulan özlemin her kuşağın ve çağın olmazsa olmaz duygu bunalımı olduğunu Woddy Allen‘ın 2011 yapımı “Paris’te Geceyarısı” filmiyle sade ancak keyifli bir anlatıyla görmüştük. Bu filmde Allen, eskiye duyulan melankolik ve nostaljik özlemin sonunun olmadığını anlatmıştı izleyiciye. Peki, eskiye özlem duymak, eski değerleri aramak kötü bir şey mi? Elbette değil, burada sorun, özlemi dile getirirken hangi anlatım  biçimini tercih ettiğimizdir. Örneğin Angelopoulos, eski  değerlere, kaybedilmişliklere özlem duyan ve bunlara kamerasıyla adeta şiirsel bir ağıt yakan bir yönetmendi. Fakat bunu yaparken bambaşka bir kamera kullanımı, müzik ve ses tercihi ortaya koyarak sinematografik açıdan bir devrime erişebilmişti. “Artist” filmi belli ki bir döneme ve hatta sinemanın birçoklarına göre en naif olduğu sessiz sinema dönemine saygı duruşunda bulunan ve bunda elbette art niyet taşımayarak oldukça samimi olan bir film. İzleyicinin  tavlanması da burada yatıyor. Ancak eleştirmenlerin, akademi üyelerinin, jüri üyelerinin örnekleri binlerce kez filme alınmış bir konunun ve anlatım biçimini bu denli överek ödüllere boğmaları günümüzde sinemanın ve Batının öykülerinin, masallarının, anlatılarının tükendiğinin en büyük kanıtı. Bir yapıtın aynısını, hem de birebir aynısını yaptığınızda biz ona “sanat” mı diyoruz yoksa “kopya” mı? Peki, kopya dediğimizin iyi yapılmış olması hatta özgün yapıtından bile daha iyi kopyalanmış olması ona sanatsal bir değer kazandırır mı? Olsa olsa “zanaat” olacak bir formdan söz ediyoruz. Bu tıpkı bizdeki minyatür ve ebru formlarına benziyor. Nedense ebru yöntemiyle çiçeklerden başka bir biçimin denendiğine, farklı, özgün bir yaratımın peşinde koşulduğunu görmedik. Keza minyatürde sultanların, paşaların, şahların seyahatlerinin veya başlarından geçenlerin 2 boyutlu bir çizgi roman edasıyla sunulmasının ötesinde, örneğin soyut figürler taşıyan minyatür seçkilerini görmedik(hem minyatürde hem ebruda ilerici biçimler deneyen tek sanatçı ne ilginçtir ki bu zanaatleri yapan bir usta değil, bir sinema yönetmen Derviş Zaim‘dir). Tam da bu yüzden sanat biçimi olabilecekken bu yöntemler, zanaatten öteye geçemiyorlar. İşte burada “Artist” gibi, başarıyla kotarılmış bir zanaatın övgüye, beğeniye,  ödüle boğulması hem de bunun izleyiciden öte sinema uzmanlarınca yapılması ya sinemanın ve genel olarak sanatın içinde bulunduğu çıkmazın, bunalımın ve gerilemenin tahmin edilenin de ötesinde boyutlara ulaştığını kanıtlıyor ya da kültür/sanat efendilerinin çağdaş ve ilerici örnekleri göz ardı etme gelenekleriyle görülmemiş derecede muhafazakâr bir bağları olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, Nuri Bilge Ceylan‘ın “Bir Zamanlar Anadolu“da gibi bir başyapıtı aday bile göstermeyen, Angelopoulos gibi olağanüstü bir yönetmene tarihinde tek bir ödül vermeyen hatta bu yılki törenlerde Whitney’i hatırlayıp Angelopoulos’un adını bile anmayan öye yandan “Artist”e en önemli dallarda tam 5 ödül veren Oscarları ve Hollywood’u artık ciddiye almak için mazeret bulmak güçleşeceğe benziyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2012

Bunu paylaş: