İslami Terörün “Labirent”inde – Onur Keşaplı

İslami Terörün “Labirent”inde* 

Amerika’da sinema eğitimi gören ve doğal olarak bu ekolün anlatı yapısına hâkim bir sanatçı olan Tolga Örnek, yönetmenliğe belgesel sinemayla başlamış, belgecilik olarak yenilikçi olmasa da anlatım olarak dikkat çeken “Atatürk” belgeselinden sonra yapım ve sanat gücü yüksek “Hititler“i, ardından belgecilik açısından önem arz etmesine karşın anlatı yapısı olarak kusurlu fakat yapım olarak üst düzey bir belgesel olan “Gelibolu“yla belgesel dönemini(şimdilik) noktalamıştı. Üç belgeselin ardından yönetmen, zengin oyuncu kadrosuyla “Devrim Arabaları“nı çekerek gerçek bir olaydan yola çıkıp kurmaca oluşturmada ne denli yetkin olduğunu gözler önüne serdi. Her ne kadar başlı başına  bir  destan  olan  Devrim  Arabalarının  akıbetini  gerçekçilikten uzak, destansı bir anlatıyla verse de, 50 yılı aşkın süredir göz ardı edilen bir dönemi ve devrimlerini anlatması bakımından önemli bir film olarak öne çıktı. İkinci kurmacasında yine bir gerçek hikayeyi, bu kez 90ların unutulmaz radyo programı “Kaybedenler Kulübü“nü anlatan yönetmen, her ne kadar kadın karakterleri bayağılaştıran bir senaryoya imza atsada kendine özgü görselliği, ritmi ve anlatım yapısı olan başarılı bir filmi bizlere kazandırdı. Tolga Örnek’in son filmi “Labirent” yine zengin oyuncu kadrosuyla göz dolduran, geçtiğimiz yıllarda İstanbul’u 4 ayrı saldırıyla kana bulayan İslami terör olaylarına yaslanan ve yeni bir saldırı hazırlığında olan örgüte karşı mücadele veren Türk istihbaratçılarının savaşını konu ediniyor. Özellikle son on yılda, sinemamızda pek alışık olmadığımız şekilde İslami terörü ele alma cesaretini gösteren, yapım olarak da üst düzey olan film, ne yazık ki bu cesaretini senaryosu ve siyasal yapısında gösteremiyor.

“Labirent”, hareketli kamera kullanımına, izleyicide gözetleme/gözetlenme hissi uyandıran keskin zoomları ve farklı bakış açılarını ekleyerek süratli kurgusuna paralel giden bir görüntü yönetimiyle göz dolduruyor. Ancak filmin renk tonlaması sinematografik açıdan ortalama bir dizi tadında gözükerek atmosfer yaratma konusunda eksik kalıyor. Dizi tadının alındığı bir diğer nokta ise böylesine büyük bir yapıma ve sürükleyici olabilme amacına yakışmayan müzik kullanımı. Yönetmenin önceki filmi “Kaybedenler Kulübü”nün müzikleri ne kadar başarılıysa “Labirent”in  müzikleri aynı oranda kötü. Filmin artılara ek olarak başta Altan Gördüm olmak üzere özellikle yan rollerdeki karakterlerin yönetimindeki başarıya dikkat çekmek gerek. Öyle ki filmin ana karakterlerinin ayakları yere basmayan geçmişleri ve filmlik zamandaki hikâyeleri, yan rollerin inandırıcılığı sayesinde fazla göze batmıyor. Filmin kuşkusuz en zayıf halkası senaryosu. Yönetmenin birnevi ustası olduğu ana akım anlatılarında senaryo içinde cevapsız bırakılan soru olamaz, fakat “Labirent”te Timuçin Esen‘in şefini oynayan istihbarat görevlisinin kimi, ne zaman, nasıl ele verdiği, Timuçin Esen’in Yemen’de kaybolan dostunun niçin yıllarca kayıp kaldığı, Meltem Cumbul‘un canlandırdığı ajanın istihbahratta hem yeniymiş hem de yıllardır bu işi yapıyormuş izlenimini nasıl verebildiği merak konusu. İkili oynayan ne olduğu belirsiz şahsın koskoca istihbarat şefini parmağında oynatabiliyorken Timuçin Esen karşısında anında çözülmesi gözden kaçmayan sıkıntılar. Bir de bunların üstüne Filistinli olup Rum aksanıyla Türkçe konuşan muhbiri, yumruk, tokat ve elektirik yüklü işkencelere saatlerce maruz kaldıktan sonraki sahnede tek bir uçukla beliren kadın ajanı, tam yirmi yıldır fotoğrafının bile çekilmesine engel olacak kadar zeki bir teröristin en büyük eylem gününde o an için alacağı önemli bir bilgi olmamasına rağmen saatlerini ajan kızımıza yapılan işkenceyi izleyerek geçirmesini eklerseniz, filmin biraz özenli bir izleyici için özensiz bir senaryoya sahip olduğunu farketmenin zor olmayacağını anlayabilirsiniz.

Tüm bu eleştirilere rağmen filmin İslami tek parti tarafından yönetildiğimiz şu günlere göre cesur bir girişimle İslami teröre odaklanması takdire değer. Ancak bunun siyasi açıdan yeterli olmadığını görüyoruz. İster 70lerin “Milli Sinema Akımı”na bakalım, ister 90’ların “Beyaz Sinema”sına, İslami konulu filmler  her daim tarafını açık açık belli eden, sözünü asla sakınmayan, kimi zaman örtülü kimi zaman açıkça mesajını kitlelere ileten cesur bir tarzı seçti. Son yılda yerden bitercesine türeyen Said Nursi filmleri yine aynı doğrultuda kartlarını açık oynayan filmler. Tolga Örnek’in, yönetmenliğini yaptığı eserlerine bakacak olursak Cumhuriyetçi, Atatürkçü bir izlenim almak mümkün. Bu film de benzer niyetlerle çekilmiş, Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin İslami teröre karşı verdiği mücadeleye eğilmesiyle benzerleri arasından sıyrılıyor. Fakat film, tüm bu yaşanan siyasi olayların nedenlerine de sonuçlarına da eğilmeden tarafların yerine herhangi bir şeyi koyabileceğimiz siyaset üstü bir polisiye havasına bürünüyor. Ne yazık ki İngiliz ajana sürekli ayar veren yerlilerimiz ve Atatürk portrelerine yapılan dramatik aydınlatmalar “Labirent”i durması gerektiği yere, dinsel bağnazlık ve emperyalizm karşısında Kemalizme çekemiyor. Bu noktada ister istemez neden sözünü sakınma gereği duyanın, siyasi kaygılarını törpüleyenin, ideolojik olarak tavrını keskin çizgilerle belli etmek istemeyenin hep bu “taraf”tan çıktığını sorguluyoruz. Oysa örnek aldığımız ve çıta olarak belirlediğimiz Amerikan sineması, Ortadoğu, terör, enerji politikaları, siyasi oyunlar, ajanlar, militanlar gibi Tolga Örnek’in “Labirent”te değinmeye çalıştığı konuları “Akbana’nın Üç Günü” ve “Syriana” gibi cesaretini hem konu hem senaryo hem de sinematografik açıdan ortaya koyan filmlere sahip.

Türk filmlerini eleştirirken, onların sürekliğini sağlayan seyircilere yönelik eleştiriyi de ihmal etmemeliyiz. Nasıl ki Çağan Irmak filmlerini “ağladım- ağlayamadım” çıtasına göre yorumlayan izleyiciyi eleştiriyorsak, “Labirent”i de “Amerikan  tipi  aksiyon”, “tıpkı  Hollywood”, “bizim onlardan eksiğimiz yok, artık biz de yapabiliyoruz” şeklinde beğenmelerin ne denli tehlikeli olduğuna dikkat çekmeliyiz. Birincisi bu görüşün, Hollywood ve elbette Batı karşısında anlamsızca süregelen aşağılık hissiyatımızdan kaynaklandığı için sinemasal bir değeri yok. Muhtemelen dünyada bizden başka hiçbir ülkenin  seyircisi,  “ne güzel Amerikalı gibi film çektik” gibisinden bir coşkuya kapılmaz, kapılırsa da bizim gibi yanlış yapar. Daha önce de yinelediğimiz gibi sinematografik açıdan “Türk Sineması” diye birşey yoktur zira belli başlı kodları, anlatım biçimleri olan, yabancı izleyicilere “tam bir Türk filmi” dedirtecek bir tarzımız yok. Olmamasının başlıca sebeplerinden biri de işte bu “Hollywood’a karşı Hollywood” anlayışı. Neden bizim kendimize özgü aksiyon sinemamız olmasın? Aksiyon yalnızca Hollywood tarzında mı yapılıyor? Öyle olsaydı Fransız aksiyonu olmazdı herhalde veya Yeni Hollywood akımının ilerici yönetmeni Martin Scorsese tek Oscarını bir uzakdoğu aksiyonun yeniden çevriminden kazanamazdı. Sinemamızın daha parlak bir geleceğe sahip olması konusunda yönetmenler kadar izlediği yapıtları eleştirebilecek, yönetmenleri daha iyiye zorlayacak seyircilere de acilen ihtiyacımız var. Yoksa Çağan Irmak ve Tolga Örnek gibi usta yönetmenlerin sinemalarının geriye gidişine hiçbir şey engel olamaz.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2012

Bunu paylaş: