gökyüzünden yeraltına düşen çamur damlası – Işık Cem Özok

gökyüzünden yeraltına düşen çamur damlası* 

Hastalık kokan bir kasım akşamı, dondurucu soğuğun eşlik ettiği yağmurla beraber, caddede hızlı adımlarla yürüyen iki çift ayak sesi yankılanıyordu. Ayaklardan büyük olanı ıslak yatağının gazabından ürküyormuşçasına basarak kuru bir zemin ararken diğerinin hiç niyeti yoktu. “bırak da yağmurla ettiğim dansı yağmur ölene kadar sürdüreyim” diyordu bu yıkanmış ayaklar. gökyüzünün senfonisi kaldırımdaki bütün gürültüyü bastırdı. Parkeden araçlar hırsızların tecavüz ettiği arabalardan daha güçlü ötüyürodu şimdi.

“işte ben de böyleyim zihnimle tecavüz ediyorum bütün sokaklara kadınlar, çocuklar ve hatta lağım fareleri hepsi birer delikten ibaret” diye fısıldadı kendine. Elinden tutan babasının adımlarını çabuklaştırmasıyla zihnindeki renkler bir anda kanalizasyonun pisliğine dönüştü. Gözlerindeki çapaklar silinirken yaklaşmakta olduğunu anladı. Babası oğlunu kafesine tıkılmak istemeyen bir kedi gibi ayağından zincirlemiş, sağ eline itaat etsin diye sürüklüyordu. Oğlunun cinsellik hastalığı için hastaneye gelmişti. Geldikleri şehrin mendireği bu hastane civarının en kapsamlı binasıydı. 4 yıl önce göç ettikleri bu şehir oğlunun müzmin hastalığını ıslah edebilirdi. Tarlasını keçisini ve gönülden bağlandığı komşularını terkedip şehre yerleşen baba endişeliydi. Pokerde rest çeken bir kumarbazın plastik paralarının elinden kaymasına eşdeğer bir korku… Paranın büyük bir kısmını yol ve ev masrafları için harcamıştı. Bunca zamandır yedirdiği ve içirdiği oğlunun tedavisi için parasının geri kalan kısmını kullanmaya hazır hissediyordu. “ya iyileşmezse” “ya aç kalırsa” iki sorunun bir mızrak haline gelip zihninin bereketli topraklarına saplanmasına engel olamıyordu. Oğluydu. Ötesi var mıydı?

Hastane ve kafe, biri buzdolabı öteki kilidi bozuk bir tuvalet kapısı. Ortak paydada buluştukları adres ise esaret. Oysa ki birbirlerine öylesiyle benziyorlar… Kafeste bakım ve klima yok, hastahanede o parlak ve çelik parmaklıklar aslında eksilen bedenimizden bir parça değil, ruhun parlak odalarıdır. Hatta hücre yemekleri pek benzerdir. Tabağın içindekini gördüğümüz an paslı bir yemek musluğunun vanasından damlayan ve tabakta şlop yankısı yaratan barbunyalar gelir aklımıza. Ya asla havalandırılmayan hücrelerin kokuları? Hasta havalandırılmayan nefesinin bütün hastaneyi sardığı o aseton kokusu? Pek bir fark yok diyor. İşte birine para veriyorsun boklu patates yerine boklu karides koyuyorlar önüne, fiks! Lağım kokuları arasında tedaviyi bulmak ne kadar mantıklıysa kelepçenin olmayan anahtarının aramak o kadar gerçektir. Bir şizofren için kafes cehennemden bile daha sıcaktır.

Bulutların üstünden yeryüzünü seyrederken işte böyle düşünüyordu Eros. Beyaz tütüsünün üzerine oturmuş, kucağındaki yaya bakıyordu. Geyik boynuzundan yapılmış yayın işlemelerine göz gezdirdi. Paha biçilmez bir kutsallık diye düşündü. Sol eliyle yayın aşınmış lastiğine dokunduğunda geçmişte aşklarını körüklediği çiftleri hatırladı. Tonlarca acıya karşılık az sayıdaki güzelliğin yaratıcısı benimbelki de bu dünyada en ağır çalışan en ağır çöpçatanım. Buna rağmen vadilerde tek başımayım. Yanlızım ama kıskanmıyorum.

Son zamanlarda okların temrenini buluşmayı bekleyen kalplere saplarken eski tadı damağında hissedemediğini düşündü. Taze aşkların büyüsü eskisi kadar ilgisini çekmiyordu. Yıllanmış şarapların bedeninde bıraktığı gevşek tat gibi yıllanmış aşkları arzuluyordu ruhu. Çünkü “aşk” bedenlerin panzehiri, ruhun eşlik ettiği en sıradışı yolculuktu, Eros’a göre. Bu yüzden hiç mola vermeden çalışırdı, balçığa saplanmış dünyaya güneşi tanıtabilmek için.

Aşkla..

Hastahanenin otomatik kapısı arkalarında kapandığında baba acele adımlarıyla oğlunu çekiştiriyor, oğlu buna karşılık çevresinde ilgisini çekecek bir obje arıyordu. Baba oğlunun bu kirli merakının üzerine kum dökmek için iyice hareketlendi. kolundan yakaladığı ilk hemşireye sordu:

-afedersiniz dr Alper bey’in odası ne tarafta? Kendisinden randevu almıştık.

-birinci katta solda.

-çok teşekkürler.

-haydi oğlum doktorun odasına gidiyoruz.

-hayır ben burada oturup hemşirelerin bacaklarını seyrederken hindistancevizli hayaller kuracağım.

-gel dedim!

Babasının sert tavrından çekinen çocuk birden uysallaştı ve onun sözüne uydu. Zamanında işte bu sebepten dolayı karnına yediği tekme sızısının alevlenmesinden korkuyordu. Baba, oğluyla doktorun odasından içeriye adım attığında gereksiz bir emrivaki tavırla karşılaştı daha derdini detaylandıramamışken:

-siz çıkın seçkin bey bir saate görüşürüz.

“Şifayı yeni nesil doktorların buyurganlığında şuursuzca arıyorum” diye düşündü, ağır adımlarla merdivenlerden inerek gözden kayboldu.

Oğul kendini aşan özgüvenini ortaya koymuş doktorun soracağı ilk soruyu bekliyordu.
“her ihtimal benim ve kendi dünyamda sadece ben kazanırım.”

-merhaba benim adım Alper bugün niye buraya geldin, anlat bana.

“babam benim cinsellik sapkınlığı olan bir kurbağa zannediyor hepsi bu. Prenses beni öpeceğine ben prensese dil atıyorum, sizin dilinizde erotomani olan yaşamımı sizden öğrenecek değilim.

-siz hasta olduğunuzu düşünmüyorsanız, babanız sizi niye buraya getirdi?

-bilmiyorum birkaç yıl uzak kaldığım kokuşmuş hastahaneleri bana hatırlatmak istemiştir. Belki de Cehennem azabını bana yaşatmak istemiştir kimbilir?

-hmm bu kadınlara düşkünlüğünüz nereden geliyor?

– sizli bizli konuşanlardan nefret ederim. Bana birazdan köpek maması ikram edeceğini bildiğimden, başımın okşanıp karnımın doyduğunu düşünmek beni tiksindiriyor. 13 yaşındaydım. Huysuzdum ve cinsel açlığımı bastırmak istiyordum. Okuldan yeni tanıştığım bir kızla parka gitmiştik. O bana kendini anlatırken ben dilimi göğüslerinde gezdirdiğimi hayal ediyordum. Ne söylediği umrumda değildi. Sadece ses tonu ve dolgun tamponlarıydı beni ilgilendiren. Daha fazla dayanamadım kendimi uçuruma bıraktım, aslan olup ceylanın boynuna yapıştım. Pençelerimle eteğinin altını çizdim. Kanattığım çaresiz beden acı bir çığlık attı. Ben de korkudan hızla oradan kaçtım. Hayatımın en nefis on dakikasıydı. Kendimden geçtiğim o zaman diliminin kişiliğime etkisi büyüktür.

-kendine seçtiğin bu hayat dışında başka hayatlar da olduğunu düşünmedin mi? Çevrendeki insanları üzmek yerine kendine bir hobi bulmalıydın.

“asla anlamayacak orospu çocuğu” diye düşündü ve boğazını temizleyerek sözcüklerini kusmaya başladı:

-anlamıyorsun değil mi? Dünya üzerindeki hiçbir hobi beni ilgilendirmiyor. Oldum olası spordan da nefret ettim, biri hariç. O da seks. Dünyanın en yüce sporu, çünkü her iki taraf da kazanır! Dünya ters dönmüş bir arabanın arka tekerleği kadar boşuna dönüyor. Varlığımızı anlamlandıran şey ise sekstir. Eğer bir yaratıcı vasa bu dünyayı insanları rahatlatmak için yaratmadı, ne bir ağaç ne bir hayvan, ne de gökyüzü hepsi bizi sıkıntıya sokmak için var edildi. Yağmurun ıslaklığı sonucu kulübeler inşa ettik, hayvanların vahşi içgüdülerine yem olduk, ağaçlardan ise hep nefret ettik, çakmağımızla her fırsatta doğa anaya kafa tuttuk, şimdi ormanın zemininde kozalaklar yerine saatli napalm bombaları olan bira şişeleri var. Beyin krizi geçirmeden önce dünyadaki bütün kadınları düzmek istiyorum. Düzüşmek.. sonra deliksiz bir uyku…

“yeter, müdahale etmeliyim” diye düşündü. Psikiyatr’a özel çelik halattan sinirlerine hakim oldu ve sordu:

-peki ya aşk? Hiç aşık oldun mu?

-hayır olmadım. Aşk.. dünyanın en büyük üç harfli yalanı.. seksin prangalı hizmetkarı aşk. Erkeklerin sevgililerine söylediği en büyük yalandır. Aşk at semeniyle yıkanmış bir kalp kadar kirlidir.

Doktor dayanamadı ve bağırdı:

-yeter! Bugünlük yeter. Yarıki seans altı buçukta.

Eve geldiklerinde baba oğlunun hiç olmadığı kadar stresli olduğunu hissediyordu. Doktor oğlunu iyileştireceğine bütün şalterleri kapatmıştı. Umutsuzluğa sürüklenen kalbinin ağlamasına ramak kalmışken aklına bir fikir geldi. Birkaç günlüğüne kıyı kasabalarından birinde tatil oğluna iyi gelebilirdi. Hiç vakit kaybetmeden baba ikisinin bavulunu hazırlamaya başladı.

-ben biraz dolaşmaya çıkıyorum gelmek ister misin?” demişti. Babası kaldıkları pansiyonda dinlenmeyi tercih ettiğinden oğluna izin vermişti. Oğlu yavaş adımlarla merdivenlerden aşağı doğru süzüldü.

Kumsalda amaçsızca yürüyordu şimdi. Zihnini kaplayan boşluğu sindirmek için denize bakıyordu. Gözleri zihnindeki boşluğu biraz sindirsin diye deniz üzerinde yolculuk yapıyordu. Tenine çarpan rüzgarı hissettiğinde kumlar üzerinde kaydığını hissetti. Etrafta kimsecikler yoktu, deniz ve kum… derken gözünden kaçırdığı bir kız gördü. Düz ipek saçları, pürüzsüz yüzüne eşlik eden bir çift yeşil göz, kırmızı dudakları ve zerif bedeniyle bir meleği andırıyordu. Bakışlarını yeryüzü meleğine kilitledi. Göz göze geldiler. Bir süre birbirlerine baktılar.

Eros Pembe bulutların üzerinden ikisini seyrediyordu. Haberi almış ve hemen aşk mahaline uçmuştu. “zamanı geldi” diye düşündü. Sadağında ok kalmadığından cebine sakladığı son okunu sağ eline aldı. Sol eliyle yayı olabildiğince gerdi ve sağ elindeki oku yayın yuvasına yerleştirdi. Tanrılar yarattığı mucizeye tanıklık ediyordu şimdi. Görünmez ok yaydan fırladı, güneşin aydınlattığı gökyüzünü deldi, kalplerin tam ortasında kocaman görünmez bir delik açtı.

işte…

Bir çift yürek deniz ve kuma hakimdi olağanca büyüklüğüyle.

Oğul gözlerinden kumsala akan gözyaşları eşliğinde kendine fısıldadı:

-aşka yenildim, teslim oluyorum.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2012

Bunu paylaş: