Ellerimizin Üzerindeki Dünya ve Lenin İçin Üç Şarkı – Selin Süar

Ellerimizin Üzerindeki Dünya ve Lenin İçin Üç Şarkı* 

 Yazarın Özel Notu: Türkiye’nin geleceği üzerine, geçmişinden kaynak alarak yazmış olduğum yazı, bildik nedenlerden ötürü ne sağ tarafın, ne de KİT’leri, İktisat Kongrelerini, Atatürkçü düşünceyi, ülkeyi kalkındırmak için zamanında yapılmış olanları vs benimseyemeyen sol tarafın işine gelmiş ve her iki taraf da kuyruğunu dikerek kendi dogmatik tavırlarını sergilemiştir. Temel konularda can pazarının yaşandığı ülkemizde çökmüş kavramlara ve yararsız konulara takıntılı olmak ülkemin ne derece vahim durumda olduğunu ve kitlelerin neden sağ ideolojiye kaydığını bir kez daha göstermiştir. İyi okumalar dilerim.

 

Hepimizin bildiği gibi bugünün gelişmiş ülkelerinin belkemiğini oluşturan sosyal, kültürel ve ekonomik düzeyde modernleşme sürecine ayak uyduramayan Osmanlı, son dönemlerinde etkisini iyice belli eden geri kalmışlık ve çağa ayak uyduramama nedenlerinden dolayı parçalanmıştır. İmparatorluk zamanındaki dinsel sınıflanma, kadının ikincil planda oluşu, ataerkil yönetim, minnet etmek ve sadaka toplumu; yeni kurulan ülkede yerini, yurttaşlık bilincine, kendi kendine yeten ve üreten halkçı yapıya, kültürel ve bilimsel olarak tam donanımlı yetişen eşit ve aydınlık bir nesile ve bütün özgüveniyle ayakta durabilen bireylere bırakmıştır. Erdoğan Aydın, Türkiye’deki kitlelerin manzarasını, Osmanlı dönemlerinden kalma bir profili hatırlatarak Osmanlı Gerçeği adlı kitabında  şu  şekilde  aktarıyor:  “Genel  olarak  Divan-ı  Hümayun   tarafından yayınlanan çeşitli belgelerden çıkarılabildiği kadarıyla Osmanlı resmi ideolojisinde ideal reaya;

-ulûl-emre itaatkar,

-kendinde devletin düzen ve yönetimine müdahale hakkı görmeyen,

-devlete ve düzene karşı her ne sebeple olursa olsun tavır almaktan kaçınan,

-mensubu bulunduğu toplumsal kesimden, yaşadığı yerden izinsiz ayrılmayan, kısaca her alanda mutlak anlamda boyun eğen insanlardır”.1

Günümüz insanlarının kendine bırakılan miras çerçevesinde geleceğinden korkmayan, kültürel alanda büyük başarılar gösteren, ekonomik alanda başı çeken ülkelerin vatandaşları kadar iyi konumda olması beklenirdi, ama yaptığı seçimlere bakılırsa Türk insanı bundan neredeyse bir asır öncesine dönmeyi tercih etmiş görünüyor. Yeni kurulan ülkenin manzarasına göz atıldığında, o günlerin üzerinden 88 yıl geçmesine rağmen şu an içinde bulunduğumuz içler acısı durum daha da belirginleşmektedir.

Yeni doğan ülkenin gelişme yolundaki devriminde savaşlardan ağır yara alıp çıkan ve aç kalmış kitleleri tek çatı altında, ayrımcılık yapmadan toplayan, hurafeleri bir kenara itip kalkınma planları tasarlayan, eğitim neferleri  hazırlayan, ülkenin dört bucağındaki insanlara din, dil, ırk ayrımı yapmadan ayrıcalıklı ailelerin elde ettiklerini sevk eden yaratıcılar, yeni doğmuş olan ülkenin kısa sürede toparlanmasına neden olur.

Türkiye’nin refaha kavuşması için yapılanlar bir ülkenin kendine yetmesini sağlayan büyük ve uzun vadeli projelerdir. Henüz yeni kurulacak ülkenin yönetim şekli dahi ilan edilmemişken, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 18 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplanır ve ekonomik alanda kalkınma sağlamak için uygulanacaklar şu şekilde belirtilir:

Zanaatkârlıktan seri üretime, yani fabrikasyona geçilecek, Kalkınma için sermaye yatıran özel teşebbüse kredi sağlayacak bankalar kurulacak, Devletin ekonomik gücü olan bir organ haline gelmesi sağlanacak, Sanayileşme sağlanacak, Yabancı girişimlerin tekellerinden uzak durulacak, İşçilere sendika hakkı verilecek ve her birinin emekçi olduğu anlatılacaktır.

Milli bağımsızlık etrafında şekillenen milli kalkınma projeleri, kısa zamanda ülkenin refahını üst düzeye ulaştırmış, Türkiye, Erken Cumhuriyet döneminde Sovyetler Birliği’nden sonra sanayileşmede ve kalkınmada en hızlı gelişim gösteren ülke haline gelmiştir.

Her ne kadar merhum Cumhurbaşkanımız Özal, yap-işlet-devret modelini kendisi bulmuş gibi göstermiş olsa da aslında Cumhuriyet sonrası Türk tarihinde çok dillendirilmeyen bir gerçek vardır ki o da bu modeli Türkiye’de daha önce Atatürk’ün ilk uygulayanlardan biri olduğudur. Kayseri Sümerbank fabrikası, Nazilli Sümerbank Basma fabrikası, Bursa Merinos fabrikası gibi işletmeler Türk-Sovyet ortak yatırımı olarak kurulmuştur. Örneğin, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, I. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde 9 Ekim 1937’de açılan, Sümerbank’ın kurduğu ve devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.  Bu fabrika da Türk-Sovyet ortak yapımıdır ve makinelerin çoğu Sovyetler Birliği’nden temin edilmiştir. Narenciye karşılığında alınan makinelerin yanı sıra eğitim ve işçi açığını gidermek amacıyla 120 Sovyet eğitmen ile mühendis alınmıştır. Sovyetlerin belirlenen yıllık süre zarfında (örneğin 10 yıl boyunca) fabrikanın kârına ortak oluşunun ardından tüm kârın devlete geçmesinin  yanında,  fabrikaların  içinde  kurulan   tesisler,  bugün   en   iyi  okullarda   dahi göremeyeceğimiz tarzda bir ince düşüncenin ürünü ve gerek gelişmişlik, gerekse insanı insan yapan özelliklerin taçlandırdığı yolda atılan  en  büyük adımlardandır.

Fabrikada sinema salonlarından eğitim verilen halkevlerine, elektrik/su santrallerinden araştırma ve geliştirme yapılacak olan laboratuarlara ve atölyelere kadar birimler oluşturulmuştur. Bunun yanında fabrika işçilerinden oluşan bir müzik korosu, spor kulübü vardır. Fabrikanın ressamları bile bulunmaktadır ve özel günlerde balolar, sergiler, konserler vs. düzenlenmektedir. İşçilerin yararlanacakları sosyal ve mesleki haklara ise büyük önem verilmiş ve çalışanların ailelerinin de eğitimlerine destek olunmuştur.

Venezüella’daki fabrikanın ‘Atatürk Modeli Fabrika’ olarak adlandırılmasına neden olan bu Cumhuriyet mirasının değil vatansever, insan olarak bile adlandıramayacağımız paragöz kişilerin ellerine düşmesi sonucunda kaderi şu şekilde olmuştur: “1950’lerden sonra sürekli kan kaybeden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, son darbeyi 14 Kasım 2002’de yemiştir. Cumhuriyetin dev projelerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Özelleştirme İdaresi’nce bedelsiz olarak Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiştir. Fabrika çalışanları da “gözyaşları” içinde Bursa’ya nakledilmiştir. Kapısına kilit vurulan fabrikanın, üniversitenin kullanımı dışındaki büyük bir bölümü, içindeki tarihi dokuma makineleri, araç ve gereçleriyle çürümeye terk edilmiştir. Dünyanın  başka  bir  yerinde  olsa  en  kötüsü  “müze”  olarak  kullanılacak ve milyonlarca turist çekecek bu dev eser, Cumhuriyetin bu dev projesi, bugün Nazilli’de hayvan ahırından bile kötü bir durumda kaderine terk edilmiştir.”2 Görüldüğü gibi biri DP, diğeri AKP döneminde kendi kendine    yetebilen, hatta ekonomiyi yöneten büyük dünya ülkeleriyle aşık atabilen bir Türkiye’nin önü kapatılmıştır.

Özellikle 1950’lere gelince üzerine iyice çamur atılmaya başlanan Köy Enstitüleri, Türkiye’nin aydınlanma ve ilerleme yolunda attığı en büyük başarılardan biridir. Alev Coşkun’un Hasan Ali Yücel’i anlatan aynı isimli kitabında Köy Enstitüleri’nin neden kapatıldığı şu şekilde kısaca  aktarılmaktadır: …“ ‘Fakat eleştirilerin ve saldırıların asıl nedeni çok daha başkaydı. Köy Enstitüleri’ne bazı çevreler için çok sakıncalı bir kuruluş niteliğini veren asıl neden Köy Enstitüleri sisteminin Türkiye’deki toprak düzeni için  çok  ciddi  bir  tehlike  oluşturmasıydı.’”3   Gençlerin  uygunsuz davranışlar sergilediği, dinin elden gittiği ve komünizm tehlikesinin yükseldiği iftiralarıyla halkın kafası karıştırılmış, Köy Enstitüleri oldu bittiye getirilerek kapatılmıştır.

Erken Cumhuriyet dönemi liderleri ve eğitim neferleri, ekonomik kalkınmanın ve ilerlemenin yanında, aydınlanmanın ve gelişmişliğin birincil işlevleri olan eğitime, sanata, araştırma ve geliştirmeye büyük önem vermişlerdir.  Aydınlanma yolunda halkın köhne düşünceler ve korkularından arındırmak ve devrimi benimsetmek kolay olmadı. Nerede oldu ki? Kabuğundan sıyrılıp eşitlik ve hürriyet üzerine düşünmeye başlayan Avrupa’da bile bedel, ağır ödenmiştir. “Aydınlanma aslında anlaşılması zor bir Avrupa hareketidir; çünkü birçok Aydınlanma vardır. Avrupa Aydınlanmalarının belli noktalarda –gelişme, mutluluk,  din  adamları  sınıfına  karşı  olma,  özgürlük,  bir  biçimde      insana güvenme…- anlaştıkları doğrudur, ama bu noktalardan her biri ülkeden ülkeye farklı biçimde düşünülür.”4 Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilen iktisadi, kamusal, hukuki ve sosyal alandaki yenilenme çabaları; geleceğe dönük olan aydınlanmanın aslında Türkiye’de toplumsal alanla barışık olduğu söylenemez. Ülkenin gelişmişliğe yüzünü çevirmesi ne yazık ki Atatürk gibi liderlerin halkı teşviki, gerekirse zorlaması nedeniyle olmuştur. Bugünse kendini bir birey olarak görmekten aciz, sürekli olarak yönlendirilen; eğitimsiz ve düşünmeyi bilmeyen halk için demokrasi, ırk farklılığı, dinsel kısıtlamalar gibi provoke edilmeye her daim müsait konular araç olarak görülen insanların önyargılarının, fikirlerinin, tutum ve davranışlarının üretilişinde önayak olmaktadır.

Lenin İçin Üç Şarkı

Yazılar Rusça olmasa, Lenin ekranda gözükmese Türk devrimi görüntülerinin tıpatıp aynısı olan Lenin İçin Üç Şarkı belgeseli (Yönetmen: Dziga Vertov) Türkiye’nin geri kalmışlıktan sıyrılmasının Sovyet devrimiyle ne kadar koşut gittiğini gösterir. Film, Vldimir İlyiç Lenin’e ithaf edilmiş; onun, halkları nasıl karanlıktan aydınlığa çıkardığını ustalıklı bir dille anlatmıştır. Filmdeki ilk şarkı (Karanlık Bir Hücreydi Yüzüm), Bolşeviklerin Büyük Ekim Devrimi gerçekleştiğinde ülkenin sağlıkta, eğitimde, ekonomide ve sosyal yaşamda nasıl ilerlediğini anlatır. Lenin’in yol göstericiliği sayesinde hurafelerin, erkek  egemen düşüncenin ezdiği kadının varlığı burkalarını atarak karanlıktan ve hayvandan daha değersiz bir varlık olarak görülmekten kurtulmuş,  fabrikalarda, eğitimde, hastanelerde görev almaya başlamıştır. Ülkenin geleceği olan çocuklar detaylı sağlık taramalarından geçirilmiş, devlet tarafından tam donanımlı okutulmuş, kadınlar ülkenin belkemiği olmuş, köylüler ağalıktan ve feodal yapıdan kurtulup kendi tarlalarını sürmeye başlamış, sanayileşme ve bilimde ilerleme göze çarpar olmuştur. Belgeselin devamında Lenin’in ölümüyle halkların gelip ‘ata’larının başında ağladığını ve ona binlerce şükran duygusu beslediği görülmektedir. Sovyet Devrimini ve Lenin önderliğinde halkların ilerleyişini hüzünlü bir dille anlatan Vertov’un gerek biçimsel gerekse içerik açısından çarpıcı belgeseli devrimin yolundan geçen halkların çerçevelenmesidir aslında.

Türk milletinin ‘devrim’, ‘örgüt’, ‘ilerleme’, ‘evrim’ gibi kelimelerden neden bu denli korktuğu ve bu konulara duyarsız olduğu oldukça anlaşılmaz olsa da açlıktan nefesi kokan adam bilmelidir ki ancak saydığımız kelimeler ve kavramlarla işsizlik, terör, gelecek korkusu, hileler, adaletsizlik bitecektir.

Bundan sonra geri kalmışlığın yolundan dönülebilir mi, batağa saplanan ülkenin ayağa kalkması yeniden nasıl sağlanabilir; bunu konuşmak gerekmektedir. Bugüne dek gerçek sol ideolojiye yalnızca ülkenin kuruluşunda (o da olabildiği kadar) yer verilmiştir; işte o ideoloji de ülkeyi kurmuş, yüceltmiş, aç halkı beslemiş ve herkese iş imkanı verebilmiştir. Bugün ülkesine ve insanlarına gerçek değeri verebilecek olan kişiler iktidara getirilmelidir. Bunun sağlanması için meydanlarda konuşmak hiçbir şeyi düzeltmemektedir. Sermayesi olanın gelişmek için yatırım yapması, eğitime gönül vermesi ve yeni neferler geliştirmesi şarttır (Burda merhum Türkan Saylan ve onun gibi nice güzel insanları anmadan geçemeyeceğim). Bu nedenle kendini solda konumlandıranlar ivedilikle aklını başına toplamalı ve halkın  temel ihtiyaçlarına, gereksinimlerine, hislerine ulaşmalıdır.

Sonuç olarak Türkiye’nin attığı adımların geri kalmışlık kayasına çarpması, kral ölünce çok kişinin ülkeyi yönetme işine soyunması ve pek çoğunun midesini doldurmaya gelmesi nedeniyle gerçekleşmiştir. Seçim kavgasının, ormandaki yaşam kavgasından da beter yaşandığı böyle zamanlarda insanın Ezop ve La Fontaine okuyası geliyor küçüklüğünde yaptığı gibi ve bu manzara, bu  saplantılı duruş halleri, bu geri kalmışlık taç giydiğinde kral olacağını sanan maymunu hatırlatıyor okuyana.

Halkımızın ah vah etmeyi bırakıp planlı olarak geri kalmışlığa, adaletsizliğe ve ezilmeye örgütlü bir şekilde dur demesi gerekmektedir. Aydınlanmanın ve refahın ilk ışığı, işte o an parlamaya başlayacaktır.

*Yazının başlığı Nazım Hikmet’in ‘Yatar Bursa Kalesinde’ isimli kitabında “Ellerinize Ve Yalana Dair” başlıklı şiirinin “Bu dünya öküzün boynuzunda değil, ellerinizin üzerinde duruyor” dizelerinden ilham alınarak yazılmıştır.

1.Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Cumhiriyet Kitapları, İstanbul, 8.Baskı: Nisan 2006, s.290.

2.Sinan Meydan, Cumhuriyetin Dev Projesi: Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, http://www.isteataturk.com, 31Aralık 2010

3.Alev Coşkun, Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2007, s.159.

4.Christian Destain, Aydınlanma, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları,  İstanbul, 2010, s. 83.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimayis2011

Bunu paylaş: