Yaratmak: Din, Sanat ve Sinema – Selin Süar

Yaratmak: Din, Sanat ve Sinema* 

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana, görüp anlamlandırdığı olaylar ve  varlıklar dışında kalan açıklanamazları soyut kavramlara yüklemiş, bunları soyuttan somuta indirgemiş, maneviyat duygusunun dışavurumunu kimi kez doğadaki herhangi bir şeye, kimi kez de kendi yaptığı putlara, ikonlara taparak gerçekleştirmiştir. Görünenin dışında sığınabileceği başka varlık/lar arayışı insani özelliklerin vücut bulduğu Politeist inanç anlayışını ve Şamanizm’i bir köşede bırakmış, tek tanrılı ilk dinin çıkışıyla beraber görünmeyen, ancak  bireyin benliğinde, çevresinde var olan tek yaratıcı kavramı kitleleri peşinden sürüklemiştir.

“Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi: Işık olsun; ve ışık oldu.

Böyle başlar Tevrat’ın ilk sayfasının ilk bölümü. Önce mekânla açılış yapılır, ardından soyut kavramlar devreye sokulur ve en nihayetinde canlıların en  yüksek mertebesine ulaştığı söylenen insanoğlu, onun çoğalması ve birbirleri arasındaki ilişkiler konu edilir. Her üç kitap incelendiğinde insan aklının kavrayamayacağı bir tasvir ekseninde yükselir bütün tanımlamalar. Bireyin etrafında dolaşan melekler (iyiler) kadar şeytanlar(kötüler) da vardır. Bir de üçüncü kuşak iyi-kötü ayrımı, ancak farklı âlemlere konu olan insanlar ve cinler bulunur yeryüzünde. İyiler ve kötüler kadar keskin hatlarla çizilmez hiçbirinin sureti; her ikisinin de mantığı, farklı inancı ve davranışları vardır. Genel olarak bakıldığında masallar, efsaneler, kahramanlar, destanlar vb. zamanın ilerleyişi çerçevesinde; neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirleyen bir üst güç sayesinde zemine oturtulur. Karl Marx, “Din toplumların afyonudur” derken çok  da doğru söylemiştir aslında; çünkü dinde, öğretiye biraz olsun yönelen her birey büyük bir iştahla ödülünü bekleyip durmaktadır.

Her din, kendi emekleme ve çocukluk zamanını geride bıraktığında etkisini yitirmeye başlamış, bir yere ait olmak; inancın ötesine geçip zorunluluğa dönüşmüştür. Bütün değerlerin alt üst edildiği ve bu yüzden değerlerin bile  yok olduğu günümüzde pek çok kişi manevi boşluk çekmekte ve sarılacak yeni bir inanç, yeni bir afyon aramaktadır. Kitleler materyalist ve rekabetçi ortamın yalnızlığından sıyrılıp yeniden dine yönelmektedirler ama inancın ve Tanrının içi boşaltılmıştır artık, eski değerler yitip gitmiştir ve din, insan eliyle yoğrulmuş farklı değerler dizisiyle karşımıza çıkmaktadır.

“Tanrı dinozorları yarattı, Tanrı dinozorları yok etti. Tanrı insanı yarattı, insan Tanrı’yı yok etti.”

F.Nietzsche

İnsanlığın, inanç ve maneviyat konusunda, bir yaratıcı olgusu var olduğundan beri içinde kıvranıp durduğu en büyük kısırdöngü de kimin kimi yarattığı sorusundan ileri gelir. Yaratmak, yoktan var etmek anlamına geldiği için insanoğlu, kendi içindekileri farklı bir biçimde yansıtabilmek amacıyla sanatı; yaratmayı keşfetmiştir. Melodik bir tınıyla veya kayaların/kumların üzerine gördüklerini resmetmeye çalışarak başlayan sanat serüveninde yıllar geçtikçe sanatın ana hatlarında dolaşan kolları resim, heykel, müzik, edebiyat, tiyatro ve diğer pek çok sanat dalı alanının kendine özgü kuralları, biçimleri, biçemleri ve akımları oluşmaya başlamıştır.

“Hafızadaki görüntüler görsel verilerin dönüştürülmesine katkıda bulundukları gibi, bu veriler olmaksızın yeni görüntüler, kurgular yaratılmasına da neden olurlar. Hayal ya da düş görürken, kitap okurken, müzik dinlerken kafamızda görüntüler üretiriz. Herkesin kafasında tanıdığı insanlara, yaşadığı olaylara, mekânlara ait farklı görüntüler bulunmaktadır. Yaşanılanlara bağlı olarak bu görüntüler farklı anlamlar taşırlar. Örneğin kötü deneyimlere sahip biri için, başkasına cennetten bir köşe gibi görünen bir şehir cehennemi tasvir edebilir. Görüntü ve onun anlamı ayrılmaz bir bütündür. Görsel sanatlar işte bu kaynaktan beslenirler. Sanatçılar öznel görüntülerini çeşitli sanat türleriyle maddileştirerek başkalarına göstermeyi denerler.”1

Yaratım” kelimesi de sanatla beraber kullanılagelmiştir, çünkü belli biçimler üzerinden bile olsa, her kişi aynı konuyu işlese dahi farklı yapıtları sunmakta; ortaya çıkardığı yapıtında, sanatçıya özgü olan görme-duyma-temsil etme-tasvir etme şekilleri sanatçının kendi odak açısından, düşüncelerinden,  hislerinden izler taşımaktadır.

Bilimsel çalışmalar hız kazanıyor…

Bununla beraber din olgusunun sunduğu kurallara tam bağlılıkla kabul edilen/ettirilen kişi ve Tanrı arasındaki inanç olgusu çağlar boyu yeni yaratımların gelişine engel oldu. Doğayı, Tanrı tekelinden çıkarmaya çalışan pek çok seçkin, dine karşı çıkıldığı gerekçesiyle idama götürüldüğü halde gizli saklı yapılan keşifler hiç durmadı. Ortaçağ’ın dogmatik düşüncesine karşı Avrupa’da doğup gelişen felsefe, bilim ve sanat görüşü, insanlık sevgisini, yani hümanizmayı temel almış ve “yeniden doğuş” tarihe damgasını vurmuştur. Deney ve gözleme dayalı bir hareket olan Rönesans, sanatta sıçrama yarattığı gibi, bilimsel alanda keşiflerin ve yeni buluşların ortaya çıkmasına, reformlara ve insanı odak alan bir hareketin başlamasına neden oldu. İlerleyen dönemlerde insanlığa büyük katkı sağlayacak buluşların yapılması, optik lenslerin ve merceklerin keşfiyle beraber yeni bir sanatın doğuşu haber veriliyordu: Fotoğraf.

Fotoğraf, ilk etapta yöneldiği varlığı, olduğu gibi resmetmeye/kopyalamaya dayalı ve bu konuda bütün kitlelerin hayretle karşıladığı, kimilerinin korktuğu yeni bir buluş olmuştur. Teknolojik ilerlemeler devam ettikçe fotoğrafın icadı, toplumları daha büyük hayrete düşürecek; yeni bir bilim ve sanatın doğuşuna öncelik etmiş, yine fotoğrafın serüveni gibi başlayan “ânı” kaydetme özelliği, kitleleri peşinden sürükleyebilecek kadar kuvvetli bir propaganda, bir eğlence, bir anlatı, bir belge niteliği taşıyan sinemanın ortaya çıkışına tanıklık etmiştir. Çıktığı ilk zamanlarda hareketli fotoğraflar olarak tanımlanan sinemanın mucitleri, bu söze karşı çıkmakla beraber, sinemanın fotoğrafların hareketli biçimde yan yana dizilmesinden ibaret olmadığı konusunda ne kadar da haklı olduklarını ispatlamış oldular. O güne değin var olan bütün sanat dallarını bünyesinde toplayan, insana ait olan insani özelliklerle, yaşamı; senaryo yazarının ve yönetmenin bakış açısından sergileyen sinema, yeni bir inanç,  yeni bir dünya, yeni bir yaratım şekli haline geldi. Seyirci için her şeyden sıyrılarak üçüncü göz olmanın verdiği ayrıcalıklı konum, filmde konu edilen  plot yapısının arka metinlerinde yer alan uyarılar, anlatılar, özlü sözler, sebep- sonuç ilişkileri, karakterlerin sahip olduğu içsel yapıları ve buna uygun davranışları; sinemada yaratılan ayrı bir dünyanın ve bu dünyaya paralel giden kutsal söylemlerin eşliğinde izleyicinin, bir kul gibi Tanrı’nın söylemlerinden kendine bir pay çıkarmasına neden olmaktadır.

Bireyin ilgisini çekmeyen ve onun düşüncesinden farklı olan bir karakterin yaşamı, bir inancın aktarılması veya bir olay bile kişiyi ister istemez, karanlık salondan çıkışında düşünmeye, sorgulamaya veya telkin etmeye itmiştir. Bu, günümüzde de böyledir. ‘Sinemada Anlam ve Anlatım’ adlı kitabında Oğuz Adanır konuyu şöyle özetler, “Eğer kültür, insan deliliğini kontrol etme sanatıysa, düşünüp konuşmaya ve yazmaya başladığından bugüne insanoğlunun ‘anlam’ yaratma ve üretmekten başka bir şey yapmadığı söylenebilir. Çünkü dinler ve inançlar, yasalar ve kurumlar, gelenek ve göreneklerinin tümünün kökeninde anlam sorunu yatmaktadır. Tüm mitolojinin amacı, evrende yapayalnız olduğunu düşünen insanı rahatlatıp, çıldırmasını engellemek ve ölüme (aynı zamanda kadere) boyun eğerek yaşamasını sürdürmesini sağlamaktır.2

Sinemanın dine benzetilmesi elbette ki yeni bir kavram değil. Oluşturulan mekânlar ve karakterler, konunun geçeceği tarihe göre bildiğimiz görüntülerden oluşabileceği gibi somut varlıklardan ve mekân anlayışından kopup, geleceği veya başka bir dünyayı tasvir eden görsel şölenler de özellikle bilim-kurgu dünyasına eklenmiş bulunmakta. Ancak 1970’lerden beri gözle görünür ölçüde yaşanan hızlı değişimler ve rekabet piyasasının yükselişi dünyanın her alanını olduğu gibi özelde sinemayı, genelde sanatı etkilemiş bulunmaktadır. Görüntü dünyasını işgal eden, kalıpları yeniden yaratan bu kargaşada, kişi kendinin de sömürüldüğünün farkında olmamakta, bir an için durup nefes alamamakta, düşünmeye, kendini dışarıdan gözlemlemeye bile vakit bulamamaktadır ve en tuhaf olanı da birey yeniden dinine sarılmış bulunmaktadır; ama din, artık o eski din değildir. Birey, medya ve diğer göstergeler tarafından görsel bir  şenlik içinde sürekli olarak bir bilgi bombardımanına tutulup, eski değerler, eski baskılar parmakla gösterilerek kişinin ne kadar şanslı olduğu söylenmektedir, ancak günümüzde milyarlarca kalabalık içinde bireyin kendini yapayalnız hissetmesi de bundandır. Artık her birey sistem içinde kendinin yaratıcısı, kendi çevresinin yaratıcısı ve kendi kaderinin yaratıcısıdır. Benliğin bu süreçten kopması yalnızca reklamların veya medyanın ortadan kaldırılmasıyla mümkün olmayacaktır çünkü artık herkes bu işin bir ortağıdır.

Konuyu çok dağıtmadan, sanatın ölümüne ve sinemanın işlevine ve ikisi paralelinde dinin yok edildiğine dair söylemlere yeniden bakacak olursak eğer, sanatın (ve hatta pek çok insani değerin) öldüğünü söyleyen eleştirmenler özetle, bunun, emek sürecinden, estetik değerler üzerinden ve sanatçının sürü içinden çıkılamaz bir halde bulunduğundan dolayı olduğunu belirtmektedirler. Baudrillard, espriyle karışık verdiği bir örnekte bunu, değerlerin sürekli olarak değişiminden kurulan paralellikle güncel olanın da her an değiştiğini ve eğer bir ressamın şu an resim yapması gerekiyorsa, bırakın bu yapıt için yıllarını harcamasını, tuvale fırçayla boya püskürtmek için bile az vakti olduğunu vurgular. Gerçek olanın varlığı bir yana dursun, illüzyonun bile bittiği, gerçekle karıştırıldığı zamanımızda illüzyondan esin alan, var olanı eleştiren, sorgulayan ve estetik olan bir sanatın –ki sanat en genel anlamıyla bunlara dayanır- varlığından bahsetmenin mümkün olamayacağını söyler. Çünkü artık her şey estetiktir, her şey eleştirilmektedir, her şey gerçektir/yalandır. Birey, tam anlamıyla bu özgürlük, yenilik ve güncellik ortamında daha en başından beri kendisine sunulan milyonlarca yolun ortasında şaşkın şaşkın bakınmaktadır. Amaçlar bitmiştir, yeni amaç günü yaşamaktır, paçayı kurtarmaktır. Ama işte zaten sistemin istediği de bu yol/lar ayrımında bireyin durup gökyüzüne, yani Tanrı olan sistemin söylemlerine bakıp ondan yardım dilemesidir.

Burada iki karşıt devinimle karşı karşıya kalmış olduğumuz söylenebilir: Biri, Bütünsel Gerçeklik, yani bütün dünyayı tek bir şemsiye altına toplama olarak adlandırılabilecek tersine çevrilmesi olanaksız girişim. Diğeri İkili Biçim, yani gerçeğe özgü tersine çevrilmesi olanaksız gidişata özgü içsel bir tersine çevrilebilirlik. Bütünsel bir evrene doğru gelişme/gidişatın (ya da için için gerilemenin) önünde durabilmek olanaksız görünüyor. Buna karşın ikili biçimi yok etmek de olanaksız görünüyor. Bu çelişkili ikili devinimden oluşan çözüm üzerinde her nedense spekülasyon yapılamıyor. İkili biçim ve herkesin içinde yer aldığı tek bir bütün oluşturma gibi içinden çıkılması mümkün görünmeyen bir karşılaştırma yapma durumuyla karşı karşıya kalınmaktadır. Bu, görünüşten ibaret bir karşılaştırmadır, zira her an için gizli bir çözülme, kendini içten içe kemiren bir çekişme süreci içine girilebilir. Bütünsel dünya adlı sisteme içkin şu küresel şiddete, simgesel meydan okuma adlı en saf meydan okuma biçimi, içten içe karşı durmaktadır. Bu ikisi arasında bir uzlaşma olasılığı yok gibi. Olaya olabilecek en nesnel düzeyde baktığımızda bu iki güçten hangisinin kazanabileceği konusunda bahse tutuşmaktan kaçınıyoruz. Bunu tarafsız kalmak istediğimiz için yapmıyoruz, çünkü dolaylı denilebilecek bir şekilde hangi  tarafı tuttuğumuz belli. Bunun nedeni bu çözümü olanaksız karşıtlık, bu sonsuza dek süreceğe benzeyen görüş ayrılığının yazgısal bir şeye benzediğini anlamış olmamızdandır.”3

Sistem, Baudrillard’ın söylemiş olduğu her iki devinimi de kendine özgü kullanmakta, bireye bir yandan “içine dönmeyi”, “farklı olmayı”, “kendisini keşfetmeyi” aşılarken diğer yandan küresellik, bütünsellik ve evrensellik iddialarıyla bireyi genele, evrensele, her insanın hakkı olan kavramlara atıflar yaparak bu zıtlıkta kendini yaşatmaktadır. İletişim sürecindeki sürekli olma,  kitle iletişim araçlarının sunduğu göstergeler ve ilettikleri mesajlar arasındaki dayanışma, güncel olmayanın dışındakini ve tüketmeyeni iteleme, zamanın- kavramların cinayetinden başka bir şey değildir. Sanatın ilgilendiği kavramlar olan iyi-kötü, belli bir süre zarfında sanat felsefesine kaymış, ancak sanat felsefesi bile neyi nasıl açıklayacağını bilemez hale gelmiştir çünkü nesnenin sahip olduğu görüntüsüne dair bir açıklama yapamamaktadır. Evet,  anlatılar belki bu noktada bitmiştir, ama nesnelerin varlığı hâlâ devam etmektedir. Ters bir yanılsama yaratıldığı açıklaması aslında entelektüel maskesi altına gizlenmiş, felsefi açıklamalarla süslenmiş para araklama olayından başka bir şey değildir. Öyleyse estetiği yansıtmaya çalışan sanat, estetik olmayan şeydir artık ve bu noktada çöpleri müzeye döküp sanat diye göstermek, altına da “içinde bulunduğumuz kargaşayı anlatmak istedim” diye yazmak (yani sanat felsefesi yapmak) çok da anlaşılmaz bir şey değildir. Sanata dair bir ayrıntı daha böylece ihlal edilir; ahlak. Bugün neyin ahlaki neyin ahlaksızlık olduğu görecelidir. Çünkü emekten, biçimlerinden, söyleminden, bugüne kadar getirdiği tinsel özelliğinden yoksun olan sanat, bir çöp kamyonuyla halledilebileceği gibi, bir dışkı veya kulak kiri bile sanat olarak satılabilir hale gelmiştir.

Ama…

İnançtan, değerlerden, tarihsel çizgilerin kısa özetlerinden sonra kendi düşüncemi açıklamam gerekirse, asıl olarak sanatın ölmediğini savunmak isterim. İnsan mantığı belli kurnazlıklar çerçevesinde dünyayı içinden çıkılamaz bir döngüye sürüklemiş olabilir, ancak sanatın bir kolu olan sinema, tüm yapıları yineleyip içselleştirebilme özelliğine sahip olduğu gibi bir karşı duruş olarak da özgün  söylemiyle  beyaz  perdede  yerini  korumaktadır.  Sinemada  hiçbir  şey, müzeye konulan çöpler gibi rasgele değildir ve üzerine getirildiği felsefi sanat söylemlerinin dediği gibi kişiye bir açıklama getirilmesini gerektirmez. Sinema eleştirmenlerinin bugün öznel bakış açıları ve muhalefet tarzı yalnızca bir filmin konu aldığı söylemin anlatılış şekline, oyuncuların performansına veya filmi oluşturan parçaların bazılarınadır. Teknolojinin sürekli olarak değişimi ve gelişiminin beraberinde getirdiği olanaklar, beyaz perdede daha inanılmaz görsel şölenler sunarak yönetmenin bakış açısını ve senaryo yazarının ideolojisini ve her ikisinin bileşkesini ortaya koyan art metinlerdeki söylemlerini, sinema izleyicisine aktarmaktadır. Her izleyicinin kendine ait yorumları, itirazları, kabullenişleri bulunmakla birlikte sinema var olduğu günden bu yana işlevini korumakta ve aynı konulara farklı bakış açıları sunarak kendini yenilemektedir. Sinema, bir sanat olarak insanlık yok olana dek ölmeyecektir. İnsanlık yok olana dek inanç da kaybolmayacaktır. İnancın manevi boyutundaki Tanrı’nın öldürüldüğü söylense de var olduğundan bugüne manevi boyutta bir bağlanma arayan kişi paradan, güncelden, kaderden bağımsız olarak ‘kendi Tanrısı’na bağlılığını öyle veya böyle sürdürecektir. Sistemin koyduğu hiçbir yenilik anlamları değiştirilmiş olsa da eski inançların yerine kitleler biçiminde geçişi sağlayamayacak, daha küçük gruplar ve tamamıyla sanayi toplumuna veya materyalist sürülere dönüşmemiş ülkeler olduğu sürece sistem yarı eksik olarak işlemeye devam edecektir. Bir gün Picasso’nun bütün biçimlere karşı çıktığı ve zencilerin aşağılandığı bir çağda ilk eserine bir zenciyi yerleştirdiği gibi, bir kişi çıkacak ve gidişata dur deyip sanatın herhangi bir alanında yeni bir akım çıkaracaktır. Bir gün insanlık sinemada farklı bir dünya kurduğu gibi, ölüleri canlandıracak teknolojiyi bulabilse de kim kimi yarattı sorusu şeytanın sonsuza dek bireyi dürttüğü bir soru olarak kalacak ve bu soru var oldukça sanatın temeli olan yaratıcılık ve yaratıcılığın beraberinde getirdiği sanat da hiç bitmeyecektir. Günümüz dünyasının yaratıcılıkta tavan yaptığı söylemleri geçmişini unutan, geleceğe dair hiçbir öngörüsü olmayan kitleleri bireyselleştirip yalnızlaştırdıkça, kendi özüne dönmek isteyen insan durağanlık dönemine giren sanatı yeniden yapılandıracak ve sisteme karşı duruşunu sanat felsefesi üzerinden değil, sanatın kendisi üzerinden, açıklanmasına gerek olmayan görünümlerle gözler önüne serecektir.

 Kaynakça:

1.GÜNGÖR, Şefik, “Görüntüler Evreni”, Sinemasal Dergisi, DEÜ Yayınları, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:1, sf:23

2.ADANIR, Oğuz, “Sinemada Anlam ve Anlatım”, Kitle Yayınları, Şubat 1994, 2. Basım, sf:43

3.BAUDRILLARD, Jean, “Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği”, Çeviri: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, Ekim 2005, 1. Basım, sf: 18-19

 

Bunu paylaş: