Yakın Dönem Türk Sinemasında Ümit Ünal – Selin Süar

Yakın Dönem Türk Sinemasında Ümit Ünal 

 

Ümit Ünal, 14 Nisan 1965 yılında İzmir’de dünyaya geldi. Anne ve babası öğretmen olan Ümit Ünal’ın hayatı da kitaplarla, ansiklopedilerle, resim yapmakla geçmiş ve sevdiği yazarlar arasında, topluma tarafsız bir bakış açısıyla bakabilen, toplum sorunlarını irdeleyen, Türkiye’nin iç dinamiklerine kimi zaman sertçe kimi zaman esprili çıkışlar yapan Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sait Faik gibi yazarlar bulunmuştur. Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV bölümünü 1985 yılında bitirdi ve okula devam ederken yaptığı kısa filmler çeşitli ödüller aldı. İlk senaryosu Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi.

Okul yıllarındaki başarıları ve kaleminin mükemmel oluşu, her sinema öğrencisini heyecanlandırıp hayallere sürükleyecek olsa da Ümit Ünal da tabiri caizse sürünerek ve ne yazık ki diğerlerinden farklı olarak hak ettiği yere çok da geç gelen biri –ki hâlâ hak ettiği yerde olduğu söylenemez-. Mezun olduktan sonra İstanbul’a ilk kez gittiğinde cebinde kısıtlı parasının oluşunu belki de kimse tahmin edemeyecekti, kendisi açıklamasa ve İzmir’de, içindeki potansiyeline göre koskoca bir sıfır olacağını bildiği için bir tek akrabası bile olmadığı İstanbul’a geldiğinde arkadaşının evinde kalışını… Sinemaya atıldığı ilk zamanlarda Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi önemli yönetmenlere asistanlık yapmıştır. İlk işi Atıf Yılmaz’ın “Adı Vasfiye” filminde üstlendiği 4. Asistanlıktır.

 Senaryoları:

1 Ekim 1986 tarihinde gösterime giren film, yeğeninin gözünden anlatılan bir teyzeyi konu alır. Umur’un anne ve babası siyasi görüşleri yüzünden polisçe arandığından yurt dışına kaçmaya karar verirler ve oğulları Umur’u yanlarında belirsiz bir akıbete sürüklemektense anneannesi ( Tomris Oğuzalp) ile dedesinin (Mehmet Akan) evine bırakırlar. Evde Umur’un teyzesi Üftade (Müjde Ar) de vardır, anne ve babasıyla yaşamaktadır Anneannesi ile dedesinden göremediği sıcaklığı teyzesinden gören Umur, bu süre içinde teyzesine çok alışır ve  bağlanır, ancak teyzesinin hayatı Umur’un tahmin edemeyeceği kadar trajiktir  ve yine trajik bir sonla biter.

Teyzem’in senaryosuna okuldayken başlayan Ünal, uzun süre o senaryoyu yazmak için uğraşır ve gerçekten de teyzesini, onunla ilişkisini ve onun hastalığını anlatır bu senaryosunda. Ardından tek amacı bu senaryoyu bir şekilde satarak vücuda getirmek olur. Senaryo, 1986 yılında ‘1 milyon Lira’ para ödülü getirince Ünal için ilk umutlar pekişmiş olur.

1986 yılında çekilen, yönetmenliğini Kartal Tibet’in üstlendiği Milyarder adlı filmin senaryosunu Ertem Eğilmez’le paylaşan Ümit Ünal, burada da trajikomik bir hikâyeyi anlatarak Türk insanının profiline dikkat çekmek istemiştir. Mesudiye’de istasyon şefi olarak görev yapan Mesut adlı karakter, yılbaşı piyangosunda büyük ikramiyeyi tutturur. Ölümlere bile sebep olan piyango gecesinden sonra Mesut’un hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Kurduğu mutluluk hayalleri ve paranın getireceği mutluluktan tamamen uzakta kalacak olan Mesut’un her taraftan hiç tanımadığı, hayatı boyunca onu bir kere bile arayıp sormayan akrabaları türemiştir ve Mesut ne yapacağını bilemez. Kâbuslarla, rüyalarla, hayallerle ve masallardaki/mitlerdeki kahramanları burada da görürüz. Piyangodan ikramiye çıkınca dostlar değişiyor, çevre değişiyor ve gerçek dostluklar ortaya çıkıyor. Böylelikle Mesut, başına iyi bir şey geldiğini düşünürken aslında çok kötü bir gerçekle yüz yüze kalıyor ve ortamı terk ediyor. Şener Şen’in başarılı oyunculuğuyla canlandırılan Mesut karakteri, bugün bile pek çok kişinin hafızasından silinmemiştir.

1987 yılında Hayallerim, Aşkım ve Sen adlı senaryoyu küçüklüğünden beri âşık olduğu o ulaşılmaz kadına yazar; Türkan Şoray. Bir yetimhanede büyüyen Çoşkun (Oğuz Tunç), çocukluk yıllarından beri herkesin sevdiği, ünlü bir sinema yıldızı olan Derya Altınay’a (Türkan Şoray) tutku dolu bir hayranlık duymaktadır. Küçücük yaşlarda başlayan bu düşsel hayranlık uğruna, yetimhanedeki çocukluk aşkı Rukiye’yi bile dışlayacak kadar gözü karadır. Derya Altınay, bir gün okula ziyarete geldiğinde, Coşkun, beyaz perdeden tanıdığı ünlü yıldızı büyük bir hayranlıkla izler. Unuttuğu ilk aşkı Rukiye’yi, Derya Altınay evlâtlık olarak alıp götürecektir. Ünlü yıldızın hayalleriyle büyüyen Çoşkun’un artık tek amacı, Derya Altınay için bir senaryo yazmaktır.

Coşkun büyür ve genç bir delikanlı olur. Genç adam bu senaryo konusunu, komşuları  olan  emekli  edebiyat  öğretmeni  Hayati  Bey  ile  (Müşfik Kenter), konsomatris olan Hülya’yla (Fatoş Sezer) paylaştığında, ona ünlü yıldızla tanışmasını önerirler.

Bu arada, biri daha anne tavrıyla yaklaşan, diğeri daha hayata bağlı ve aşk oyunları sergileyen iki kadın karakterle kendi içinde savaşmaktadır. Coşkun, işte bu iki karakteri tek bir kişide toplar: Derya. Senaryonun yazılmaması için her iki hayali kadın da ellerinden geleni yaparlar, çünkü kendileri birer hayaldir ve Derya’yı tanıdıktan sonra Coşkun’un kalbinden silinip gideceklerini bilmektedirler.

Çoşkun, bunu yapacaktır ancak onu büyük bir sürpriz beklemektedir. Derya Altınay’ın evini bulduğunda yetimhanedeki çocukluk aşkı Rukiye ile karşılaşır. Rukiye de büyümüş, genç bir kız olmuştur artık. Onun yardımıyla, o güne dek sadece sinema perdelerinden ve bir de okula ziyarete geldiğinde izlediği ve hayran olduğu kadınla tanışır. Oysa Derya, hayallerinde büyüttüğü ve bir “efsane” gibi gördüğü kadın değildir. Tüm sıcaklığına ve çekiciliğine karşılık genç kadın, sanat dünyasının kurtları arasında yalnız ve mutsuzdur. Çoşkun, bu tanışmanın ardından onun için yazdığı senaryosunu bitirir ve Derya’ya gösterir. Derya, o güne dek kendisine sunulan ve oynamasını istedikleri klişe kadın kimliğinden çok farklı olan yeni bir kadın kişiliğiyle karşılaştığı senaryoyu çok beğenir ve böylece de filmin çekimine başlanır. Ancak Coşkun’un senaryosu filme farklı bir biçimde aktarılırken, Derya Altınay da eski filmlerinde olduğu gibi klişe bir kadın tipini tekrarlamak zorunda kalır. Böyle yozlaşmış bir sinema dünyasında, tutkunu olduğu yıldızın kişiliksiz teslimiyeti, Coşkun’u acı bir düş kırıklığına uğratır ve Coşkun, ne yazık ki bunu beyaz perdede her şey olup bittikten sonra izler.

Hayali öğelerle, kadının iki haliyle ve aynı zamanda toplumsal açıdan bakıldığında o ışıltılı sanat dünyasının aslında oldukça acımasız, soğuk ve kalpleri taşlaştıran dünyasına ışık tutan film, bu açıdan da güzel bir eleştiri sunmuştur. Hayal ve toplum ile var olup yeniden topluma yansıyan sanat, hayal kuran bir gencin hayalinin alt üst edilmesinden başka bir şeye dönüşememektedir. Ve bunun nedeni de bellidir: Para. Hayallerim, Aşkım Ve Sen’in yönetmenliğini Atıf Yılmaz üstlenmiş, 24. Antalya Film Festivali’nde (1987) ‘en başarılı 3. Film (bronz portakal)’ seçilmiştir. Türkan Şoray ‘en iyi kadın oyuncu’, Çetin Tunca ‘en iyi görüntü yönetmeni’, Sinefekt ‘en iyi film stüdyosu’ ödüllerini kazanmıştır.

 Atıf  Yılmaz’ın  yönettiği  ve  senaryosunu  Ümit  Ünal’ın  yazdığı  1988    yapımı  Arkadaşım Şeytan‘da mesleğinde başarılı olmak isteyen, hırslı bir müzisyen olan Fatih’in ruhunu şeytana satması anlatılır. Fatih, bir akşam, çalıştığı barın çıkışında gelinlikçi vitrinindeki bir mankenle konuşmaya başlar ve mankene, mesleğinde başarılı olabilmek için gerekirse ruhunu şeytana bile satabileceğini söyler. İşte bu anda karşısında şeytanı bulur. Şeytan, tüm hünerlerini gösterir. Fatih’e eşlik etmesi için bir orkestra yaratır, gelinlikçi vitrinindeki  mankene hayat verir ve bunların sonucunda şeytan, Fatih’in ruhunu satın alıp bir yumurtaya hapseder. Ancak insanlar artık pabucunu şeytana bile ters giydirmektedirler. Fatih, içindeki hırsın gereksiz olduğu düşüncesiyle düş kırıklığına uğrarken, şeytan insanlara yenik düşecektir. Ümit Ünal senaryosunda olmazsa olmazlardan olan toplumsal ve sosyal taşlamalar bu filmde de kendini hissettirir. Filmde, aslında hiçbir şeyin değişmediği, hatta pek çok şeyin daha da artarak büyüdüğü gösterilmektedir.

1989 yapımı Tunç Başaran filmi olan Piano Piano Bacaksız’da bir toplumu oluşturan kişileri, bir çocuğun içsel yaşamıyla keşfetmekteyiz. Artık, bir yetişkin olan Kemal’in, geçmişi hatırlayıp kendisini, toplumu ve geçmiş dönemleri sorguladığı bir film olarak karşımıza çıkar bir kez daha bir Ümit Ünal hikâyesi. Olaylar 1940’lı yıllarda eski ahşap bir konakta geçer. Her odasında bir ailenin oturduğu konakta yaşanılanlar, bugünün acımasız dünyasında kopup giden dostluklar 8 yaşındaki bir çocuğun gözüyle anlatılır. Filmin fonuna  yerleştirilen 2.Dünya Savaşı yılları ve Hitler’in yol açtığı yıkım ile birlikte, tüm sıcaklığıyla ve donukluğuyla ev, bu evde yaşam mücadelesi verenlerin halleri; savaşa, yıkıma, aç gözlü olan diktatör liderlere karşı bir başkaldırı, bir duruş niteliğinde verilir.

Senaryonun çalıntı olduğu iddialarıyla uzun süre gündemden düşmese de Ümit Ünal ve Sinan Çetin’in senaryosunu yazdığı ve Sinan Çetin’in yönettiği 1992 yapımı Berlin In Berlin, Berlin’de bir inşaatta ustabaşı olarak çalışan Mehmet,  üç kuşaktır Almanya’da bulunan ailesiyle birlikte yaşamaktadır. Öğle paydoslarında sefertasıyla kocasına yemek getiren Dilber’e, dayanılmaz bir ilgi duyan Alman Mühendis Thomas, genç kadının gizlice fotoğraflarını çeker. Thomas’ın şantiyedeki odasında duvara asılmış fotoğrafları gören Mehmet, birden çılgına döner ve Dilber’i dövmeye başlar. Aralarına girip onları ayırmaya çalışan mühendisin, bu itişme sırasında duvara ittiği Mehmet, kafasına bir inşaat çivisi saplanarak ölür. Olaydan sonra vicdan azabı duyan Thomas, özür dilemek için Mehmet’in ailesine gider, fakat o ânâ kadar abisinin ölüm nedenini kaza sanan en büyük kardeşi Mürtüz, Thomas’ı öldürmeye kalkar, ama araya girip töreleri hatırlatan büyükanne olayı yumuşatmaya çalışır. Törelere göre özür dilemeye gelip evlerine sığınan Tanrı misafiri öldürülemez. Ailesine ve törelerine başkaldırmayan Mürtüz, silahıyla Thomas’ın evden çıkmasını bekler. Günlerce süren bir tutsaklık sonucu Thomas bir yolunu bulup evden kaçmayı başarır. Özgürlüğüne kavuşan Thomas artık mutludur, çünkü yalnız değildir. Ailesini terk eden Dilber de onun yanındadır. Giderek daha da gözünü karartan Mürtüz’ün gözleri önünde Berlin sokaklarında Alman Thomas’la Türk Dilber el ele yürümektedirler. Berlin In Berlin’de Alman gözüyle Türk veya göç  nedeniyle  uyum  yaşayamayan  insanların  sıkıntısından  çok,  başka  bir  bireye dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Dişi’nin içinde bulunduğu zor durumu anlatmaya çalışan Berlin In Berlin, uyum ve göçle ilgili bir başka soruna ışık tuttuğundan oldukça önemlidir. Ama bundan daha çok Hülya Avşar’ın sahneleri nedeniyle akılda kalabilmiştir.

Şerif Gören’in yönetmenliğini yaptığı 1993 yapımı Amerikalı ve Tomris Giritlioğlu’nun Yaz Yağmuru adlı filmlerinin senaryo yazarlığında da bulunan Ümit Ünal’ın aynı zamanda, yayımlanmış üç kitabı da bulunmaktadır:

  • 1993 Amerikan        Güzeli        (Hikayeler,        Oğlak        Yayınları)
  • 1996 Aşkın       Alfabesi       (Roman,       İyi       Şeyler       Yayıncılık)
  • 2001 Kuyruk (Roman, Oğlak Yayınları)

Ancak Ümit Ünal asıl istediği işi bağımsız bir yönetmen olarak, hiçbir kurum veya kuruluşun sözünü dinlemek zorunda olmadan 9 filmiyle beraber yapacak  ve burada yönetmen koltuğuna oturacaktır.

Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ gibi önemli yönetmenlerin yanında çıraklık dönemini geride bırakan Ünal, 9 ile beraber Türkiye’yi rahatsız edebilecek bir filme imza atıyordu. İşin ticari boyutunda yetişen  yönetmen, yavaş yavaş popüler olmayan sinemaya doğru kayıyor, yeni teknikler deniyordu.

Bunun nedenini, aslında çok iyi bir kadro yetiştirmiş olmasına rağmen yerinde sayan Türk sinemasının en büyük çıkmazına; yani para hırsına bağlayan Ünal, para kaybetmekten çekinmeyip 9’u beyazperdeye taşımıştır.

Ümit Ünal 9 için ‘Türkiye’ye yönelik sert bir yorum’ mesajını veriyor. 1970’lerden beri Türkiye’nin tarihiyle ilgili bir sürü gönderme olsa da, aslında insanlık açısından dünyanın her yerinde geçebilecek bir hikâye, çünkü filmdeki karakterlerin hepsi her ne kadar aynı mahallede büyük bir özveri ve mutluluk içinde yaşıyorlarmış gibi görünseler de birbirlerinin hayatını doğrudan veya dolaylı olarak mahvetmiş durumdalar. Türkiye’yi anlatırken Türkiye’nin içine sinen klasik alaturka anlayıştan uzak durmaya ama aynı zamanda yabancı gibi  de olmamaya dikkat eden Ümit Ünal, 9 filmiyle aynı zamanda bir ilki gerçekleştirip, reklâmdan aldığı tekniği tamamen dijital kameralar ile çekilmesi açısından filme uyguluyor. Bunun nedeni bir diğer taraftan, sorgu odasındaki bireylerin polis kamerasından sorgulanışının kayıt edilmesinin akıllıca bir biçimde aktarımıdır.

Film, Türkiye’nin bugüne dek kurtulamadığı sansür belasından nasibini    alarak 21. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümünde yarıştığı sırada sansürlenmek istenmiş, ancak tepkiler ve üst kurulun incelemesi sonucunda film işletme belgesi almış ve bundan vazgeçilmiştir. 2002 İstanbul Film Festivali (En İyi Türk Filmi, En İyi Kadın Oyuncu-Serra Yılmaz), 2002 Ankara Film Festivali (En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu-Fikret Kuşkan) ödüllerini alan 9, aynı zamanda, Türkiye’nin 2003 yılı Oscar ödüllerine gönderdiği İstanbul’un eski semtlerinden birinde her mahalle gibi ‘kendi halinde’ ve mutlu bir görünümde olan bir mahallede işlenen bir cinayet sonrasında, mahallede yaşayan bazı şüpheli bireylerin sorgu odasına alınması ve burada her birinin polise ifade vermesidir filmde geçenler. Oysa sorgu devam ettikçe o çok mutlu mahallelilerin geçmişinde neler yaşadıkları, itirafları, özlemleri, yanlışları, doğruları birer birer gözler önüne serilecek ve aslında o karakterlerden kimsenin işlemediği suç, “EMNİYET” teşkilatının genelde yaptığı gibi, kendi suçunu bir günah keçisine havale etmesiyle örtbas edilecektir. Saçları yüzünden mahallelinin ‘Kirpi’ dedikleri, boynunda Davut Yıldızı kolyesi bulunan aklını yitirmiş İsrailli Yahudi bir kız (Esin Pervane) sorguya alınanların oturduğu mahallede yaşamaya, oradaki sokakta yatıp kalkmaya başlar. Ölü bulunan Kirpi’nin tecavüze de uğradığı anlaşılmıştır ve bir cinayete kurban gitmiştir. Sorguya alınanlarsa, mahallede yaşayıp olayla ilgisi olabilecek, Kirpi’yle bire  bir iletişimde bulunabilecek kişilerdir:

  • Aşırı milliyetçi delikanlı Tunç (Fikret Kuşkan)
  • Mahallenin fotoğrafçısı Firuz (Ali Poyrazoğlu)
  • Eski solculardan olan kırtasiyeci Salim (Cezmi Baskın)
  • Mahalledekilerin ‘buranın delisi’ dedikleri Amerikalı lakaplı yaşlı adam (Rafa Radomisli)
  • Mahallenin tutucu sakinlerinden Saliha/Kaya’nın annesi (Serra Yılmaz)
  • Olayın sorumlusu olarak aranan Kaya (Ozan Güven)

Sorgunun başlangıcında her birinin mahalleyi savunması ve insanlarını mükemmel insanlar olarak anlatmalarına rağmen, ilerleyen saatlerde  polisin daha da sıkıştırmasıyla gizlenen gerçekler gün ışığına çıkmaya başlayacaktır.

Oldukça kendi halindeki sakin ve sessiz bir mahallenin, görünenin dışında, bir cadı kazanı olduğu sorgu boyunca anlatılanlar sayesinde ortaya çıkar. Katil ise gizli kalmış gerçeklerin su yüzüne çıkmasını sağlar ve karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmeleri sonucunu doğurur ve sonunda bir kurban seçip suçu onun üzerine yığar.

6’nın metafor olarak kullanılması, kızın boynundaki kolyenin 6 köşeli olması, sorguya çekilenlerin 6 kişi olması, sorgu odasının 6 numaralı yer olması ve kapı kapanınca 6’nın çivisinin sökülüp kaymasıyla 9 haline gelmesi insanı bütün bu sorgunun sonunda ürpertmektedir. Davut Yıldızı da Davut Peygamber’in kılıcında bulunan bir simgedir ve Tanrı’nın koruyuculuğunu ifade eder. Bu koruyuculuğun altında başka bir anlam olması ve emniyet teşkilatının örtbas ettiği olayların, her ne kadar Ümit Ünal reddetse de benzerliği açısından önem taşır. Kılıcın koruyuculuğu kim içindir?

9, monologlara dayalı olması nedeniyle tehlikeli bir yapıyı barındırır, ancak o kadar ustaca işlenmiş bir diyalog akışı vardır ki, o ritmiklik içinde, soluksuz roman okur gibi seyirciyi kendine hapseder.

9, polise kendi yaptıklarını göstermesi açısından ve Türkiye’nin mükemmel bir panoramasını çizdiğinden dolayı ayakta alkışlanacak bir filmdir. Ne yazık ki  bazı kesimler bunu kaldıramadığından o da sansüre takılmış, sonra geri adım atılsa da gişelerdeki en büyük engelden sıyrılamamıştır ve Ümit Ünal, 9’dan sonra bir röportajında şunu diyecektir: “Battım. Ama olsun, yaptım!

 İstanbul‘da yaşayan insanların hikâyelerini 5 farklı yönetmenle alan Anlat İstanbul’da hikâyeleri masallara, masallardaki kahramanları da filmlerdeki karakterlere dönüştürerek anlatım mevcuttur. Ümit Ünal, yazıp yönettiği  Fareli Köyün Kavalcısı ile bu filmde yerini alır. Karısına son derece âşık olan ve onu çok seven klarnetçi Hilmi (Altan Erkekli), karısının (Özgü Namal) kendisini aldattığını öğrenince klarnetini alıp ortadan kaybolmasıyla ve kimsenin ondan haber alamamasıyla devam eder. Film, 2005 İstanbul Film Festivali – En İyi Türk Filmi, En İyi Kadın Oyuncu-Yelda Reynaud, 2005 Altın Koza Film Festivali – En İyi Film, En İyi Kurgu, En İyi Görüntü Yönetmeni, 2005 Med  Film Festival-Roma – Artistic Expression (Original Idea) Ödülü ve 2006 Bangkok Uluslararasi Film Festivali- Jüri Özel Ödüllerine layık görülmüştür.

2007 yapımı olan Ara’nın senaryosu ve yönetmenliği Ümit Ünal’a aittir. “Birbirini seven ama aldatan, ölesiye kıran ama bırakamayan dört kişinin hikâyesi…”olarak kısaca özetleyebileceğimiz filmin içerdiği ve göstermek istediği arka fon, özeti kadar kısa olmayacaktır kesinlikle. Geçmişleri,  huzursuz ilişkileri, İstanbul ve dönemedikleri toprakları çıkmazında, itiraf edemedikleri sırları ve zorunlu olarak söylenen yalanları arasında, arada kalmış insanların açık uçlu hikâyesi sunulur bize. Ünal’ın asıl söylemek istediği, zenginleşen ve sonra da büyük bir boşluğa, iç huzursuzluğa, amaçsızlığa düşen insanlara bakmak. Geçmiş yıllarda para sıkıntısı çeken insanların, maddiyata bu denli değer vermeyen düşüncelerin ve bireylerin birbiri arasında daha insancıl ve gerçek ilişkiler kurduklarını, ancak günümüzde maddiyata önem verilmesi ve insanların ceplerine daha fazla para girmesiyle her şeyin para hesabı üzerinden döndüğünü, insan ilişkilerinin günlük olduğunu ve her geçen gün depresyona, batağa saplanan insanların sayısının artışını anlatır yönetmen. Bu toplumsal değişme onu üzmektedir. Ara da bu şekilde meydana gelmiştir.

Son  olarak  Şubat  2009’da  gösterime  giren   Hasan  Ali  Toptaş’ın yazdığı Gölgesizler, Ünal tarafından senaryolaştırılıp çekilen son Ümit Ünal filmidir.

Köyün eski berberi Cıngıl Nuri yıllar önce ortadan kaybolmuştur. Yeni berber onun dükkânını kiralar, işletmeye başlar. Muhtar, tuhaf kayıplarla uğraşıp durmaktadır. Köyün en güzel kızı Güvercin de, hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur. Durduk yerde Cıngıl Nuri çıkıp geliverir. O gelir gelmesine ama bu kez de yıllarca sabırla Nurinin yolunu bekleyen karısı kaybolur ortadan. Anlaşılmayan olaylar Muhtar ve köylülerin telaşlanmasına neden olur. Köyün muhtarının önemli bir yeri ve büyük bir saygınlığı vardır köyde. Ancak tuhaf şekilde kaybolan insanlara daha fazla tahammül edemeyen muhtar, bundan rahatsız olup, devletten yardım istemek için ilçeye gitmek niyetiyle hazırlanır. Köyden gideli uzun zaman olan muhtardan ses seda yoktur. Muhtar da tuhaf bir biçimde kaybolmuştur. Berber tüm olan biteni izlerken, aslında kendisi de izlenmektedir. Bütün bu kayboluşlar köyü daha gizemli ve gergin bir yer haline getirmeye başlar.

Ünal tarafından aynı adlı romandan senaryoya çevrilen Gölgesizler, normalde farklı bir sıçrama (ileri geri atlama) şeklinde işliyor. Metaforları, roman kurgusunu, göstergeleri ve romanda yazan anlatımı sinema diline dökerken oldukça acı çektiğini ve bu işte zorlandığını söyler Ümit Ünal. Roman, zaten Türk okuyucusu için ağırdır, bir de şimdi görüntü diline aktarılacaktır. “Kar, neden yağar kar!” diye bağıran, toplumdan hesap soran köyün okuryazar genç delisi (Ertan Saban), romanda kar yağdığı halde filmde bu gerçekleştirilmediğinden farklı ve daha yüklü bir anlam katıyor konuya. Yine de Ümit Ünal’a ait olan konular ve senaryo çizgisi burada biraz şaştığından ve sekanslarda bazı boşluklar, anlaşılmayan göstergeler olduğundan yönetmenin tanıdığımız çizgisinden sanki biraz sapmış gibi bir özellik göstermiştir.

 Sonuç:

Her filminde “Asla tek suçlu yoktur. Herkes eşit ölçüde suçludur veya suçsuzdur” diyebilen ve bunu seyircinin gözüne sokmadan, merak öğesini sonuna kadar ayakta tutarak yapmayı başaran Ümit Ünal, kendi minimalist çizgisinde dilini ve tarzını yakalayabilen ve popülerliğin esiri olmayan nadir yönetmenlerimizden. Her filmi ve her senaryosu farklı bir çizgiye, farklı bir türe sıçramış gibi görünse de Ümit Ünal kaleminin usta çizgilerini taşıyan olay kurguları, filmlerinde araya mutlaka kattığı rüya/hayal/serap âlemleri, kendini belli eder ölçüde yönetmene aitliğini kanıtlıyor.

Toplum sorunlarından, haksızlıklardan ve çarpıklıklardan asla uzak  durmayacağa benzeyen ve ne pahasına olursa olsun halka anlatmak istediği bir şeyleri olduğu sürece bunu yapabilecek karakterde ve birikimde olan bir sanatçı, yönetmendir Ümit Ünal.

Bunu paylaş: