Yirmilik Diş – Selin Süar

Yirmilik Diş* 

Derler ki ki torunlar anne babalarından önce gelen kuşakla pek anlaşamaz, onları eski kafalı bulurlar. Anne ve babaları yetiştiren kuşak, serttir, kuralcıdır; gerektiğinde acımasızlaşıp bir şamar indiriverirler kırmızı yanaklara… Derler ki, torunlar anne ve babalarından önce gelen kuşakla çok daha iyi anlaşırlar. Anne ve babalarını yetiştiren kuşak, sadece anne ve babalara serttir, kuralcıdır; gerektiğinde bir şamar mutlaka indirivermişlerdir kırmızı yanaklara. Ama torunlar… Hayatın vazgeçilmezidir, en değerli varlıktır büyükanne ve büyükbabalara.

Onların arasındaki bağ ne birinci söylentiye ne de ikincisine dâhil oldu torunun yirmi iki sene boyunca süren yaşantısına, büyükannenin torunuyla beraber harcadığı yirmi iki senelik hayatının kıyısına. Torun, zamanın en anlaşılmaz, en özgürlükçü, en asi ve her şeyden çarçabuk vazgeçebilen kısmında şımartılarak, her istediği daha o istemeden yapılarak büyütüldü anne ve babanın iş hayatlarından arta kalan zamanında. Büyükanne ve büyükbabanın eline de düştü çoğu kez ama onların yanı, uslu uslu oturulacak bir mekândı torun için. Oysa kimden ne geleceğini çok küçük yaşında fark etmiş, büyükbabayı kıskıvrakele geçirmişti bitmez tükenmez isteklerini yaptırabilmek amacıyla. O küçücük evde casusluk oyunları oynandı yıllar boyu. Büyükbaba, verdiği paraların haberinin büyükanneye gitmemesi için sıkı sıkı tembihledi torununu. Bazen de büyükanne temizlik ve ev ihtiyaçları için ayırdığı paranın bir kısmını torununa hibe  ettiğinde fısıldadı, “Aman dedenin kulağına gitmesin…” diye. Yine de büyükannenin ördüğü mesafe duvarı torunun ruhuna, her zaman hazır asker duruşunda kalmasını aşıladı. Zaman geçip torun büyümeye başladıkça, işin içine bir de erkek arkadaşlar girince; büyükannenin eski korumacılık hissi kanına dalga dalga yayıldı ve çalan her telefonun ardından bir ya da en fazla iki hafta aralıklarla değiştirilen, kimi zaman üçü beşi idare edilen sevgili konusu evin pür-i pak duvarlarında pinpon topu gibi çarpıp bir başka duvara geçen bağırışlı çağırışlı tartışmalara dönüştü. Ta ki, torun üniversiteyi kazanıp başka şehre gidene kadar…

Çok sıcaktı. İzmir her zaman sıcaktı. Her yaz insan, hayvan demeden dilleri dışarıda bırakan yapışkan bir sıcak musallat olurdu İzmir halkının başına. İşleri olanlar bu şehre hava durumunda yazılana göre otuz sekiz, şehir halkına göre kırk küsur derecede olan bulutsuz gökyüzünün ardından gelen güneş ışıklarına tahammül etmek zorunda kalırlardı. Çalışanların, her yaz olduğu gibi İzmir’in kurak mevsiminde geçen günlük konuşmaları da aynı olurdu. Meteoroloji özellikle    yalan    söylüyor,    iş    yerleri    tatil    olmasın    diye    ibareyi kırka vurdurmuyordu. Cuma akşamı gelip de tatil başladı mı yazlıklara kaçarcasına giderler, harala gürele geçen iki günün ardından akşamları şehre geri dönerlerdi. İşte tam da imbatın sıcak asfaltı yalayıp geçtiği, insanın tenine çarpınca da tazecik bir his bıraktığı o pazar akşamında; Çeşme otobanının kilitlendiği saatlerde bu kez üç kuşak tek arabaya sıkışmış biçimde eve dönüyordu. Büyükannenin ve torunun nedendir bilinmez, aynı gün aman vermez bir diş ağrısı tutmuştu. İkisi de sol yanağını tutuyor, en kuvvetli ağrı kesiciler bile işe yaramıyordu. Ertesi günü bekleyeceklerdi doktora gitmek için.

Eve vardıklarında aile, büyükanne ve büyükbabayı bırakmak istemedi. Geç bir vakitti ne de olsa. Sabah uyandıkları gibi dişçiye gideceklerdi büyükanne ve torun ikilisi. Deniz, kum, güneş üçlüsünün bedenlerinde bıraktığı yorgunluktan anne ve baba sızıp kaldılar. Büyükbaba ise gazetedeki satırlardan kalan son kırıntıları da tüketip bir iki bulmaca çözdükten sonra uyudu. Büyükanne her zaman yaptığı gibi, balkona çıkıp herkese birer dua yollamak için dedeyi uyandırmadan yavaşça süzüldü yataktan. Gerçi yavaşça süzülmesinin nedeni eşini uyandırmamak mı yoksa ağrıyan bacaklarının bir türlü gençliğindeki gibi hızlı hareket etmemesinden mi kaynaklanıyordu; onu bilemedi, bilmek istemedi… Dişinin ağrısı çok şiddetli değildi artık, üst üste içtiği ağrı kesiciler birlik  olup   rahatsızlığı   maskelemişlerdi.  Biraz  topallayarak, biraz  da başı dönünce yol ihlali yaparak balkon kapısının önüne geldiğinde torununu orada buldu. Gizli gizli sigara içiyor, bir yandan da yanaklarından süzülen gözyaşları birer ikişer çenesinde toplanıp, ardından tek bir gözyaşı olup yere düşüyorlardı. Torununu son bıraktığında gayet iyi biliyordu ki yine sigara içiyordu, ama daha serbestti, giyimleri daha garipti; hele saçları… Bir gün pembe, ertesi gün maviydi. Oysa şimdi kendine ne yakışacağını biliyor, büyükannesinin zevkini ve asilliğini taşıyordu, hem davranışlarında hem de kıyafetlerinin ince detaylarında. Kapıyı özellikle tıkırdatarak açtı. Açtığı gibi torun, sigarayı elinden attı; elleriyle özensizce yüzünü sildi. Bir iki arkasına bakar gibi yaptı ve ıhlamur kokularının buram buram yayıldığı caddeye doğru bakmayı sürdürdü. Büyükanne sigara konusunda hiç oralı olmadı. Onu daha çok canından çok sevdiği varlığının akan gözyaşları ilgilendiriyordu.

Büyükanne: “Ağladın mı sen bakayım?”

Torun ses vermedi ya, bir yandan da yanağını tuttu. Konuşmaya başlarsa yeniden ağlayacağını gayet iyi biliyordu, hem sesi de titrerdi o zaman. Büyükanne cevap alamayacağını bildiğinden yumurtasının üzerine oturan tavuk gibi özenlice balkonda duran sandalyeye bıraktı kendini.

Büyükanne: “Diş ağrısı… Ah… Bir diş ağrısı bir de doğum sancısı kabir  azabına benzermiş derler. Benim yirmilik dişim ağrıyor, zaten gerisi yapma; sen de biliyorsun…”

Torun gülecek gibi olduysa da vazgeçti, “Benim de… Ama yirmilik diş hakkında. Yoksa diğerleri sapasağlam.”

Büyükanne yüzüne doğru gelen kokuyu içine bir daha çekemeyecekmiş gibi derin derin soludu, “Diyeceksin ki bu dişi niye çektirmedin? Ben on altı yaşındaydım o zamanlar… Yeni yeni büyümeye başlamıştım. Öyle şimdiki gibi rahat rahat dolaşmak, biri gider öbürü gelir demek; heyhat nerde?.. Sizin yaşınızdakiler şimdi bir lokmada her şeyi tüketir oldular. Birini seversen tam severdin, başka biriyle evlenmek zorunda bilse bırakılsan kalbinde izi kalırdı, yer ederdi içinde.”

Torun yüzünü buruşturdu. Aklını kurcalayan, içini sıkıştıran garip hüzün dalgasında boğuşurken yine büyükannenin bitmez tükenmez uyarılarından birini dinleyecekti. Dirseklerini dayadığı balkon demirlerinden kendini geri çekip içeri gitmeye karar vermişken büyükanne devam etti konuşmasına, “Bizim mahallede Yahudi bir genç vardı, herkes ona hayrandı…”

Torun, son sözü duyar duymaz bakışlarını büyükannenin bakışlarına    kenetledi hızlıca.  Küçükken  de  çok  Kurtuluş  Savaşı,  Cumhuriyet  öyküleri dinlerdi büyükanne ve büyükbabasından ama bu belli ki ilk kez anlatılacaktı, bu gece burada anlatılacaktı, farklı olacaktı ve yine o imbata asılı kalıp, o balkonda her şey sonlanacaktı. Bu kez aşağı düşecekmiş gibi demirlere sıkıca tutundu.

Büyükanne: “Bizler beraber kurduk bu ülkeyi. Şimdi burada sizler bu kadar rahat yaşıyorsanız bil ki hepimizin sayesindedir. Eskiden de şimdiki gibi araya düşmanlık sokanlar; yalan yanlış sözler söyleyenler vardı ama bizler kenetlenmiştik o zaman. Toktu karnımız bu laf salatalarına. Herkes kimin ne olduğunu bilirdi.”

Büyükannenin dişi yine sızlamaya başlamış olacak ki, dişlerini gıcırdatıp yanağını tuttu, “Şimdikilere çok kızıyorum ben. Rahat battı hepsine. Kavga edecek, düşmanlık çıkaracak yer arıyorlar. Çekselerdi çektiğimizi, görselerdi o günleri yurdumuz çok farklı bir yer olurdu.”

Torun merakla büyükannesini izliyordu. Bir şeyler söyleyecekti, asıl konuya gelecekti ve her zaman yaptığı gibi önce konuyu karıştırıyor, özle genelin arasını açıyordu.

Büyükanne: “Bak bu aramızda kalsın; bunu kimse bilmez ama ben de en az mahalledeki kızlar gibi kara sevdayla tutulmuştum o gence. Ne zaman onların dükkânının önünden geçsem o da bana bakıyordu, anlamıştı gari ona  baktığımı.

Sonra tam iki kez buluştuk gizlice. Kimseler görmesin diye en kuytu köşelerde sarıldık birbirimize.”

Cadde başından başlayan ve arttıkça artan bir gürültü doldurdu binaların soğuk duvarlarını, pencerelerin tozlanmış kenarlarını. Konu, caddenin tam ortasından geçen motosikletli birinin yolun sonuna doğru gitmesiyle ve kulak parçalayıcı sesin kesilmesiyle yarılandı. Bir kedi, kuyruğuna basılmış gibi acıyla bağırarak çöp tenekesinden aşağı atladı. Onu bekleyen aşağıdaki, kuyruğunu havaya dikip asil bir at edasıyla can havliyle koşturanın peşinden süzüldü. İzmir’di burası. Kediler hiçbir zaman Mart ayını beklemezdi.

Büyükanne: “Bunlarda da hiç edep yok!”

Torun, büyükannesinin bu sözü kedilere mi yoksa motosikletliye mi söylediğini bilemedi. Çok da önemsemedi zaten. Anlatılacak konuyu, paylaşılacak sırrı bekliyordu dört gözle.

Torun: “Sonra?”

Büyükanne: “Bir gece, işte aynı böyle sıcak bir gece, ıhlamur ve narenciye kokulu bir gece cama attığı taşla uyandırdı beni. Anamdan babamdan gizlice aşağı indiğimde birilerinin görmesine aldırış etmeden sarıldı bana. ‘Gidiyorum’ dedi,   ‘Yıllar   boyu   yaşadığımız   vatanı   kurduk,   şimdi   sıra   asıl olanda, bizimkinde.’… Çok duyardık o zamanlar gizlice İsrail’e kaçanları, kaç insan  gitti buralardan, kaç ev boş kaldı bir bilsen… Yapayalnız kaldık koca İzmir’de. Bazen takışırdı halklar birbirine ya, bunlar tatlı sert atışmalar olurdu. Biz severmişiz meğer onları, dünyamızı doldururlarmış bizim.”

Torun. “Gitti yani?”

Büyükannenin gözleri doldu birden. Kurulduğu yerden balkon demirlerine  sıkıca tutunarak ayağa kalktı, şehir ışıklarının kızıllaştırdığı gökyüzüne çevirdi yüzünü, “Gitti. O da pek çok diğerleri gibi ailesine bile haber vermeden gitti. Gidişini bir ben bildim, bir bizim evin bahçesindeki limon ağaçları,  bir  de sadece yemek yemek için bahçeye uğrayan kedimiz Mestan. Gitme diyemedim; deseydim ne olacaktı ki? Aradan beş yıl geçti, ben dedenle evlendim tabii… Bir gün mahalleye acı haber geldi. O gün nasıl da dişim ağrıyor, işte artık iyice çürümüş olan bu yirmilik… Konuşulanlar Hızır gibi yayıldı etrafa. Çatışmada ölmüş, vurmuşlar onu. O gün bu gündür bu yirmilik dişi dokundurmadım kimseye. O sızladıkça varlığını hatırlayayım diye, o sızladıkça içimde açılan büyük yarayı unutmayayım diye.”

Torun, burnunu çekti. İkisi de bir zamanlar bu sokaklarda volta atan adımları arıyor gibiydiler.

Büyükanne: “İşte ben her gece bizlere ve ona dua ederim. Belki bulunduğum yerden sesimi duyar. Duyar mı dersin?”

Gece, sabahın ilk ışıklarına kadar bitmeyecekti besbelli. Torun, hiç anlatmadı büyükannesine okulda tanıyıp âşık olduğu Yahudi genci, aynı ülkede yaşadıkları halde aradaki engelin büyüklüğünü ve tam da o gece bir kısa mesajla ayrıldıklarını. Büyükanne yaşadıklarının her ayrıntısını hafızasına kazımış olduğu kadarıyla aktardı geceye. Konular, kişiler,  yaşananlar,  hikâyeler, hatıralar ve devlet sorunları birbirine karışıp ıhlamur ağaçlarının yapraklarının, denize ve birbirlerine bakan beton binaların arkalarına gizlenseler de İzmir; yaşadığı her olaya yeniden kavuşuyordu dudaklardan sıyrılan kelimelerle.

Büyükanne: “Ver bakayım bana da bir cigara. Yıllar oldu içmedim ama bir iki çekeyim içime.”

Torun: “Aman babaanne, bir şey olmasın?”

Büyükanne: “Olmaz olmaz, sen ver içelim karşılıklı. Ama söz ver kısa zamanda bırakacaksın bu illeti!”

Ertesi sabah ikisi de dişçinin karanfil esansı karışmış ilaç kokulu duvarlarına bakıp sıralarını beklerken yirmilik dişleri çektirmeye karar verdiler. Son teknoloji, insanı sinir eden sesler dışında ikisinin de acı duymasına meydan vermedi. Sol yanağın en gerisinde kalan boşluk hatırlatacaktı eskileri. Boşluk bir süre durup rahatsızlık verecekti ama zamanla iyileşecek, belki ara  sıra sızlayacak, yine de o kadar dişin arasında hiçbir zaman kapanmayacaktı; oradaki boşluğu dolduran diş gitse bile…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul09

Bunu paylaş: