Söyleşi: Adnan Binyazar

Söyleşi: Adnan Binyazar*

“Aydınlanma Yuvalarıydı Köy Enstitüleri…”

Adnan Binyazar

Köy Enstitüleri, 2007 yılında manifestomuzu yazıp Azizm’i kurarken bize ilham kaynaklığı etmiş sanatın, kültürün, üretimin toplumun her kesimine yayılmasını amaçlamış eğitim devriminin adıydı. Gericilerin yok ettiği ve daha da acısı yok saymayı başardığı Enstitüler yıllar sonra bile bizleri aydınlatmakta ve sanat- toplum arasında köprü görevini yürütmeyi hedefleyen örgütümüzü ateşlemektedir. Geçtiğimiz yıl iletişime geçtiğimiz ve bizden önce  davranıp teklif etmemize fırsat tanımadan çalışmalarıyla bizi destekleme kararı alan değerli aydınımız, yazarımız Adnan Binyazar kendisinin “aydınlanma yuvaları” olarak tanımladığı Köy Enstitüsünden mezundur. Sanat yaşamı boyunca Orhan Kemal Edebiyat Ödülü başta olmak üzere birçok ödülün sahibi, öykü-deneme- eleştiri türlerindeki gücünün yanı sıra romanda da yetkin olduğunu kanıtlayan, her hafta Cumhuriyet’te, bunun yanısıra çeşitli dergilerde ve elbette aylık yayın organımız www.azizmsanat.org da yazıları yayınlanan Adnan Binyazar, manifestomuzdaki “her daim genç” tanımının vücut bulmuş hali adeta. Kendisiyle yaptığımız kısa ancak öğretici söyleşiden dilerim sizler de en  az bizim kadar keyif alırsınız…

Öncelikle Dicle Köy Enstitüsüne başlama sürecinizi öğrenebilir miyiz?  Aileniz, köyünüz enstitüyü nasıl karşıladı? İlk gün hissettiklerinizi okurlarımızla paylaşabilir misiniz?

Masalını Yitiren Dev adlı anı romanımda yer alan “Köy Enstitüsü” bölümünde ayrıntılı bilgi var. Yine de, özetle anlatayım: Anam Elazığ’ın Ağın ilçesindendir. İlkokulu o yıl bitirmiştim. Köy Enstitüsüne öğrenci aradıklarını duydum. İlçenin meydanında bizi bir arabaya doldurup Diyarbakır’ın Ergani ilçesinin güneyindeki tren istasyonuna yakın bir yere kurulan Dicle Köy Enstitüsü’ne götürdüler. Ertesi gün sınava girdim. Sınavı kazandım. Ama doğum yerim kent (Diyarbakır) olduğundan kaydımı yapamayacaklarını söylediler. Bir öğretmen aracılık etti. Ergani’ye 30 km uzaklıktaki bir köye gittim, eski deyimle nakl-i mekân yaparak (yer değiştirerek ) bir gecede köyde oturuyor görünmeye başladım.

O zamanlar aileler pek bir şey düşünmezdi. Enstitü, okuyacağım tek seçenek. Enstitüde okumak da, öğretmen olup maaşa bağlanmak anlamına geliyor. Komşu kadınlar, daha okula girmeden, “Öğretmen olup ilk maaşınla bana entari alacaksın mısın?” demeye bile başladılar.

İlk gün, toprağımdan, arkadaşlarımdan, ayrılmanın hüznünü duydum. Geldiğim yere nasıl bir özlem duymuş olmalıyım ki, bir hafta boyunca, bizim oraların beyaz toprağıyla tozlanmış ayakkabılarımı silemedim. Kısa sürede yeni arkadaşlarla kaynaşınca her şey yoluna girdi.

Enstitüdeki eğitimin bizlerin alışık olduğu tekdüze eğitimden oldukça farklı olduğunu biliyoruz ancak detaylı bir şekilde sizden öğrenmek isteriz. Örneğin ders programı, işleyişi nasıldı, öğrencilere tanınan haklar nelerdi?

Farklılığı şu: Öğleye değin tarih-coğrafya, Türkçe gibi kültür dersleri görüyorsunuz, öğleden sonra tarlada tarım, atölyelerde marangozluk, demircilik, inşaat dersleri. Eğitimin temel yöntemi, yaparak, iş içinde üreterek öğretim. Müzik dersinde yalnız şarkı söylemiyorsunuz, mandolin, keman, akordeon, piyano da çalıyorsunuz.

Öğrencinin hakkı diye bir şey yok. Hak, çalışmak! Her hafta bir sınıf, derslere katılmadan sınıfların, yemekhanenin, yönetim yerlerinin işleyişinden, temizliğinden sorumlu oluyor. İşler tıkır tıkır, her taraf çiçek gibi…

Öğrencilik yıllarınıza dair unutamadığınız anılarınız elbette vardır. Bazılarını dinleyebilir miyiz? Örneğin Tonguç Baba ya da Hasan Ali Yücel’le ilgili bir anınız var mı?

Benim enstitüye girdiğim 1950 yılında Tonguç’la Hasan Âli Yücel dönemi sona ermişti. Ancak onlara ilişkin duyumlar vardı. Bir yıl önce İsmet İnönü enstitüyü ziyaret etmiş. Her öğrenci, İnönü’nün fotoğrafını cebinde taşıyor.

Anı sayılırsa, her genç gibi ben de sigara içmeye özeniyorum. Yatakhanenin lavabosunda ilk deniyorum sigarayı. Dumanı ağzıma doldurdum. İçime çektim çekeceğim. Tokadı çevik bir öğretmenimiz vardı, benim sigara içeceğimi düşünemiyor. Yanaklarımın zurnacı yanağı gibi iki yanlı şişkinliğini görünce tokadı patlatıyor. Patlatmasıyla duman yüzüne püskürüyor… Öğretmenin haline gülmeyeyim diye kaçmayı göze aldım. O güldü mü, daha da kızdı mı, göremedim.

Hasan Âli Yücel’e ilişkin anım yok, ama oğlu Can Yücel’in, Berlin’de bir toplantıda ağzından duyduğum bir sözü aktarayım:

CHP, köylerde oylarını artırmak için militan öğretmenler yetiştirmek için kurmuştur Köy Enstitülerini. Ama oradan çıkanlar, onların istediğinin tam tersine kendi düşüncelerini yaratacak bilinçte aydınlar olmuştur.”

Köy enstitüleri politik-toplumsal-kültürel-ekonomik anlamda neyi temsil etmekteydi? Karşı duran ve yıkmayı başaran kesimlerin amacı sizce neydi?

Köy enstitüleri, yerinde üretimi, yoksul halk çocuklarının güç sahibi olmasını temsil ediyordu. Şimdi çoğunlukla para babalarının temsil ettiği parlamentoya o zaman toprak ağaları egemendi. Köyde göreve başlayan öğretmenler, toprak ağalarının sömürgenliğini dile getirmeye başladılar. Köylüde uyanış belirtileri sezilmeye başlayınca, bir ucu mecliste olan ağalar, CHP’nin de gönüllü desteğiyle bu çağdaş eğitim kurumlarını ortadan kaldırmışlardır.

Azizm olarak Kemalist Devrimin en parlak yıldızı şeklinde tanımladığımız köy enstitüleri kapatılmamış olsaydı sonraki on yıllar ve günümüz Türkiye’si nasıl şekillenirdi?

Sorunuz varsayımlar üretmeyi gerektiriyor. Somut olan şudur. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, bir köy üniversitesinin habercisi olabilirdi. Gericilik bu boyutlara varıp, Türkiye’nin çözümsüz sorunlarından biri olmazdı. Bakıyorum, Türkiye’deki aydınlanma çabası, şimdi bu, bize evrenin en uzaktaki yıldızları kadar uzak… Bugünkü durumda, Atatürk’ün en önemli gördüğü tehlike gerçekleşmiş, yurdumuzu şeyhlerle onların müritleri sarmıştır.

Klasik bir soru ancak bize göre Anadolu’muzun geleceği adına son derece önemli, Köy Enstitülerini 21. yüzyıla uyarlamak mümkün mü? Mümkünse bu nasıl bir anlayış ve nasıl bir programın sonucunda gerçekleşebilir?

Köy enstitülerini 21. yüzyıla uyarlamak olanaksız. Savaşı kaybeden subay Napolyon’a yüzlerce neden ileri sürmek üzere söze başlarken, “En başta, barut yoktu,” deyince, Napolyon, subaya “Sus!” der. Öyle ya, barut olmayınca silah  ne işe yarar. Elli yıldan bu yana da köylerde insan kalmadı. Kimi toplayıp da  köy enstitüsüne götürecekler! İmam-Hatipler, bir tür kentte kurulan köy enstitüleridir. Durum ortada. Kentte olsun, kent dışında olsun, çağdaş yerleşim yerleri oluşturulup orada işe ve üretime dayanan öğretim kurumları oluşturulursa, yoksul kesimin çocuklarına özgür öğrenim yolu açılabilir. Bugünkü koşullarda bunu hayal edenlere ancak gülünür…

Her daim genç bir aydın olarak sizin durmadan ürettiğinizi görmek biz gençleri daha iyisini yapabilmek adına her gün ateşlemekte. Son aylarda 2 yeni kitabınız çıktı ve bunlar denemelerinizi içermekte. Ancak biz sizin ne kadar güçlü bir öykücü olduğunuzu biliyoruz. Önümüzdeki dönemde Adnan Binyazar’ı bir öykü kitabı ya da romanla görebilecek miyiz?

Gözünüzden kaçmış olmalı; öykü kitabım Şah Mahmet (Can Yayınları) Ocak ortalarında çıktı.

Masalını Yitiren Dev’de çocuklukta yaşadıklarımı, Ölümün Gölgesi Yok’ta erken yaşlarda yitirdiğim eşimi yazdım. Kendimi yazmasam geride eksiklik bırakacağıma inanıyorum. Önümüzdeki yazı bir devirelim; sonbahar devşirme dönemidir, o gücü bulursam başlarım…

Cumhuriyet tarihimizin Kültür Bakanlarının birçoğundan daha üretken olduğunuzu eminim herkes kabul edecektir ancak yine de son olarak Azizm’in klasik sorusunu sormak istiyoruz size. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı olsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?

Türkçede “dışarıdan gazel” diye bir deyim vardır. Bir deyim de, “doğmamış çocuğa don biçmek”. Olasılıklara göre düş kurmak gereksizdir. Hele, benim  gibi, bürokrasiden, siyasetten uzak durmaya çalışan bir kişiye, düşlemlere dayanarak düşünce üretmek yakışmaz. Onun için bu soruyu siz sormamış olun, ben de hatır için bir şeyler söylemiş sayın…

Sorunuzda bir ironi de sezmiyor değilim; kültür bakanları kültürle uğraşmış olsalardı, ileriden çok şeyler bekleyen gençler de sanırım böyle bir soruya gerek duymazlardı…

Söyleşiyi bir espriyle bitireyim: Ahmed Arif’e “Hangi rengi seversiniz?” diye sormuşlar, o da, “Ben artist değilim!” demiş. Çehov’un bir öyküsünde, evlenen gençler, düğün konuşmasını öğretmenlerinden isterler. Öğretmen de, “Şimdi evlendiniz, artık bekâr değilsiniz,” deyip kürsüden iner. En iyisi, bana yönelttiğiniz soruyu kültür bakanına sormak:

Kültür bakanı oldunuz; kültürle de ilgilenmeyi düşünüyor musunuz?” diye…

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2009

Bunu paylaş: