Kaybolan Değerlerimiz – Selin Süar

Kaybolan Değerlerimiz*

Büyük alışveriş merkezleri, devasa binalar, arabalarla tıklım tıklım dolu olan yollar, hafta içi işine koşuşturan büyükler, yarınının ne olacağını bilmeden şuursuzca okula yetişen küçükler ve hem büyüklerin hem küçüklerin en ufak bir aksilikte bile tahammül derecelerinin neredeyse sıfırlanması… Kimsenin işine gelmiyor ne beş dakika gecikmek, ne de rahatını engelleyecek bir  sebep… Büyük şehirlerin ‘büyük’ olarak nitelendirilmesine %100 katkıda bulunan nüfus çoğunluğu, gelişmişlik göstergeleri ve modern insanın postmodern davranış biçimleri. Bunları yazarak başlamak istedim, çünkü geçen gün bol şiddetli Amerikan filmleri izlemekten vazgeçip hiç yoksa 5 senedir kitaplık rafında bulunan Can Dündar’ın Köy Enstitüleri adlı eseri yine elime geçtiğinde aslında bunu “keyfim kaçtığı için”, “bir değişiklik olsun diye” yeniden okumak istediğimi utanarak söylemeliyim. Utanarak söylemeliyim çünkü “yapacak  hiçbir şeyi” olmayan şehir insanının, sırf “keyfi kaçtığı için”, keyfini yerine getirsin diye kendi tarihinden bir bölümü yeniden okumak istemesi, utanç duygusundan daha başka bir şekilde tarif edilemezdi sanırım.

Köy Enstitülerinin, Mustafa Kemal Atatürk ve CHP önderliğinde ilk doğum işaretlerinin belirmesi ve ardından İnönü’nün tam desteğiyle dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdür Vekili İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde resmen KÖY ENSTİTÜLERİ adıyla 21 bölgede kurulan yerler, köylü çocuklara da eğitim hakkı tanıyacak, öğretmen yetiştirecek ve aynı zamanda köylerin kalkınmasına yardımcı olacaktı. Politikacılara göre genel olarak asıl amaç köylü-kentli uçurumunu yok etmek olsa da o zamanın çocuklarının ve bu işe gönül verenlerin nasıl canla başla çalıştığını okuyunca ister istemez yine duygulandım. Böylesine özgür bir ortamda ve bilgiye, sanata erişim olanaklarının artırıldığı bir zamanda ve de eğitimde  eşitlik söylencelerinin altında o zamanın çocuklarının bizden kat be kat eğitimli, sabırlı, becerikli ve her birinin sanatkâr olduğunu yeniden hatırladım. Belirlenen yerlerde binalarını kendileri yapmışlar, matematik, fizik, kimya vb derslerinde öğrendiklerini ziraatte, mühendislikte, tekstilde bire bir uygulamışlar, çoğu kez yemek yeterli olmamış, aç kalmışlar ama şimdiki bazı üniversite öğrencilerimiz gibi ‘Dostoyevski’yi futbolcu zannedecek kadar sığ olmayıp pek çok ünlü düşünürün yazılarıyla yetişmişler.

Oysa biz en son, kartondan ev yapmaya çalışmış hatta eminim pek çoğumuz bunun için de sabredemeyip derhal ‘hazır olanları’ istemişizdir…

Kızlı erkekli gruplarla akıllıca bir iş bölümü ve herkesin eşit söz hakkına sahip olup en ufak bir haksızlık gördü mü öğretmenine bile usturuplu bir şekilde kafa tutabileceği, her haftanın bir günü oluşturulan mecliste derdini anlatabileceği kadar cesur, mezun olanların belki de karın bile doyurmayacak bir para karşılığı kendi köylerinde 20 yıl zorunlu hizmet yapma mecburiyetlerine rağmen bugün bile Köy Enstitüsü çıkışlı büyüklerimiz aç kalmıyor, pratik zekâlarıyla her işin üstesinden gelebiliyor ve o günleri çok özlüyorlar. Taht kavgalarında dillendirilen sağ-sol çatışması ve ailelerin düşüncelerine fitne sokularak, Köy Enstitülerine komünist yuvası denmesi, kızlı erkekli yaşam stilinde aileler tarafından savunulan bazı değerlerin kaybolacağı endişesi dönemin karışıklığı içinde enstitüleri de bu kaosun içine alarak onların kapanmasına neden olmuştur.

Can Dündar’ın Köy Enstitüleri kitabında, köy enstitüsü çıkışlı  Talip   Apaydın şöyle demiş:

“Gerçekten çok çalıştık, itiraf ederim. Ama köyde olsaydık çalışmayacak mıydık sanki? Hiç değilse biz Köy Enstitülerinde başkasına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, kendi diktiğimiz fidanların meyvesini, kendi yetiştirdiğimiz sebzeleri yedik, başkasının değil. Yani bunu bir ırgat gibi, başkalarına hizmet eder gibi çalışmak anlamadık hiçbir zaman, öyle görmedik.”

Şimdi belki de pek çoğumuza yeniden canlandırılması imkânsız gibi gelen Köy Enstitüleri, aslında Türkiye için, Türk kimliğinin şahsiyeti, bilinci ve önemi için yapılacak en önde gelen vatan borcu olmalıydı bence. Tarım ve hayvancılıkta en ileride olmamız gerekirken, et fiyatlarının oldukça yüksek olması  yüzünden evine et girmeyen binlerce aile varken, sulama tekniklerinin gelişmesiyle bütün ülkenin hem tarım cenneti hem de yemyeşil bir cennet olması gerekirken, her ilimizde dünyaya aşık attıracak zekaya sahip binlerce çocuğumuz varken ve Türkiye’nin o en yoksul zamanlarında bile böyle bir projeyle ilerlediğine, toprakların canlandığına, işlendiğine şahit olmuşken hâlâ neden birilerinin ‘ırgatı’ olduğumuzu sormamak elde değil. Suçlanacak kişi çok, ama enstitülerde olduğu gibi her birey diğer bireylerle birleşerek nasıl çok güzel işler ortaya çıkardıysa, bir günah keçisi aramaktansa işe kendimizden başlamak en akıllıca olandır.

Köy Enstitüsünün bir benzeri: Kibutzlar

1948 yılında bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Köy Enstitülerinin bir benzerini bugün bile yürütmeye devam eden İsrail’i o verimsiz  topraklarda kendi kendine yetebildiği için tebrik etmemek elde değil. Kibutzlarda aynı Köy Enstitülerindeki gibi iş bölümü, tarım ve hayvancılığı geliştirme esasları ve aynı zamanda eşit söz hakkı kuralları geçerli olup, ülke çapında belirlenen ortak kanunla çerçevesinde yürütülen komün bir yaşam şekli mevcuttur. Kibutzların kendine ait eğitim ve sağlık kuruluşları bulunuyor, Kibutza katılan her birey kendisine verilen görevi yerine getiriyor, Kibutzdakilerle beraber aynı zamanlarda yemek yiyor, kendine ait olan program çerçevesinde ülke gelişimine katkıda bulunuyor, iş öğreniyor, orada yaşıyor, orada yetiştirilen ürünlerden faydalanıyor, sanat öğreniyor ve daha pek çoğu…

Biz, cenneti çöle çevirirken, İsrail çölü cennet haline getirdi. Savaş politikaları ne olursa olsun, iki ülke arasında kendi vatanımıza ve toprağımıza verdiğimiz değerle onların vatan sevgileri karşılaştırıldığında, onların genç nüfusunun boş laf ve milliyetçilik naraları atmaktansa var güçleriyle çalıştıkları düşünülürse bu işte trajikomik bir taraf görmemek mümkün değil…

Tüm bunları yazdıktan sonra milletçe kartondan evlerimizi kolumuzun altına  alıp Amerikan filmlerimize geri döneceğimizi ve yine az gelişmişliğe dem vurmaya devam edeceğimizi, olmayan ideolojimizle karşıt düşüncemizde olduklarını varsaydıklarımızı topa tutacağımızı, ırgatlık yapmayı sürdüreceğimizi bilmek… İşte bu en kötüsü…

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2009

Bunu paylaş: