Kayıp Sesini Bulma Baladı – Duygu Yılmaz

Kayıp Sesini Bulma Baladı* 

“Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz?”

Bir an düşüyor aklıma. Sen, yıldızlardan düşüyorsun. Kirpiklerimin tam üzerine, titreterek gözbebeğimdeki ışığı, en kuytu ormanın en kuytu ağacından düşüyorsun. Yalnızlığımdan geliyorsun aslında ve yalnızlığıma gidiyorsun. Öyle yabancısın ki düştüğün yere, gözlerinin derininde ince bir sızı gurbet türküsü. Sılanda nasıldır geceler, gündüzler nasıl doğar, unutmuşsun, bilmiyorsun. Sevgiler var ellerinde, büyük aşklar taşıyorsun. Yolculuklardan kalma değil elindekiler; çünkü bu kadar zamandır yollarda değildin, biliyorsun. Ellerin beyaz, ellerin alabildiğine büyük, ağrılı, kırgın. Ama güçlü parmakların en az sevdaların kadar. Bir aşkı tutup gökyüzünü kederiyle boyayacak denli umutlu, günün ilk ışığıyla aydınlanacak kadar mutlu. Ellerin, ellerim kadar.  Ellerin, özgür martılar kadar…

Hayat gibidir sesin, bir gün fırtına kokar filizleri, sel getirir yağmur yağdırır fikrimin en paslı yerine, ülkemin nem bilmez topraklarına, kimi zaman da kurutur ıslattığı her şeyi kavuran güneşiyle, yanık teniyle. Şimdi duysam bir  kere daha, duraklamasıyla, yankısıyla, yine çekerim aynı kalp ağrısını, evvelki gibi…

İlk duyduğumda sesini, bir kış günüydü. Unutmaktan bahsediyordun türkülerin diliyle. Unuturum, diyordun, daha tanımadan unuturum seni. Kıştı ama yeşildi ağaçlar, bilemedim nasıl olduğunu ama yeşildi kalbim. Yabancıydım ayaklarımın bastığı yerlere, yabancıydım yüzüne. Yabancıydın sen de, köklerin kilometrelerce uzakta can çekişiyordu, biliyordum. Gözlerinin içindeki yeşil, umutlarım kadar güzel kokuyordu, benim de köklerim o yeşilin dibinden geliyordu…

Gittin sonra, sesini ilk duyduğum o kış geçti. Bahar geçti üzerinden ve yazlar geçti. Saçımdaki tek beyaz tel gibi kaldın aylarca aklımda. Bana ait değildin ama benden ayrı da değildin. Koparıp atsam çoğalacaktın şüphesiz, bıraksam yaşlandıracaktın yıllarımı saymadan. Koparmaya kıyamadım; unutmaya doyamadım… Bir gün ellerime düştü o tek beyaz tel aniden, sen ellerime  düştün. Bembeyaz bir kâğıda yıllar önce dökülmüş notalardı kelimelerin. Bir Mayıs günü, sol anahtarı koydum dilinin ucuna ve düştün düşlerimden yüreğime…

Sen geldin ya, ellerinde gözyaşı tutmaya alışmış yanaklarım şaştı önce.  Nehirlere susamış dudaklarım heveslendi sonra gözbebeğinde oturup kalan o bir damla ab-ı hayat’a. Nicedir kuraklık bildi her mevsimde çünkü şimdi ise ne yaz, ne kış onun beklentisinde…

Beklemek aşkın ta kendisidir sevgili, ben bildim, bekledim. Güzel kirpiklerinin her teli yüreğimin ortasına acıtarak batana dek bekledim. Bir gün, güneş batarken bir kıvılcım düştü bedenime. Bir bir kapılar kapandı içimde, karanlıklar doldu hücrelerime. Yokluğun ilk acı verdiğinde bir akşamüstüydü, sana yandım. Adına çıkan bütün yollara, geleceğini bildiğim bütün günlerin tutkalını sürdüm, sana uyandım. Şimdi, avuçlarımda gözlerinin iziyle düşürüyorum adını dilime, hüzünlerimden bir sol anahtarı yapıyorum yaşımın sırça sarayının türküsüne, ömrümce susma diye. Akşamlar bana inat uzun, gündüzlerse yolunu gözleyen kelimelerime borçlu heyecanını. Gelmeyişine, özletişine kızmam, biliyorum hangi denizlerde umutların ve nicedir yollarda her defasında seni bana getiren ayakların…

İçimdeki at dörtnala koşuyor şimdi ve içimdeki nehir doldurdu tüm küplerini sabır iklimlerinin. Bir hayat güzelleşemez bu kadar, bir şarkıya bir kelime bu kadar yakışamaz. Adının adıma kattığı anlamı; ömrüme, gençliğim bile katamaz. Gitmiyorum, bekleyeceğim. Gözlerinin içine bakarak, dünyadaki en güzel işi sana anlatmadan, bir adım ötene bile geçmeyeceğim. Aşk bu kadar büyütülecek bir şey değilse eğer, ben ömrümün bu deminde, bildiğim tüm büyüklüklerden vazgeçeceğim…

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2008

Bunu paylaş: