Altın Portakal’da Dolaşan Bir Yeşilçam Hayaleti: Hara – Alper Erdik

Yarışma seçkisine alınan ve alınmayan filmler, jüri üyelerinin belirlenmesi, yöneticilerin öznel kararları ve elbette ödüllerin kimlere, niye verildiği başlıkları üzerinden bu yıl da çok tartışılacak bir Altın Portakal geride kaldı. Türk sinemasının en eski ve en köklü festivali olmasına rağmen, her dönem, güncel siyasetin sığlığının etkisi ile bir türlü kurumsallaşamayan etkinlik, her sene olduğu üzere, ödül alanların politik içerikli konuşmalarının desteklendiği veya eleştirildiği yazı, haberlerle konuşuladursun; “öz”e ilişkin konularda, sinema dünyasının öznelerinin “anlaşmışçasına” susmaları manidar. Örneğin, filmi Bir Kar Tanesinin Ölümü seçkiye alınmayan yönetmen Kazım Öz, dört yıldır Altın Portakal’ın yönetmeni olan Ahmet Boyacıoğlu’nun, belediyeyi yöneten partiler değişmesine rağmen, (önceki yıllarda) Adana’da ve şu an Antalya’da “hep” karar verici olmasının nedenini soruyor; ama elbette buna kimse cevap vermiyor.

Sevin Okyay (BirGün), Muammer Brav (T24) ve Mehmet Açar’dan  (HaberTürk-TRT2) oluşan ön jürinin belirlediği on filmlik yarışma seçkisinde eşcinsellik, ensest gibi konuların işlendiği, alegoriler üzerinden de olsa ülkenin mevcut politik durumuna değinilen, kadın hikâyelerinin odağa alındığı yapımlarla beraber, “hiçbir derdi olmayan” yapımlar da yer aldı. Bazıları yine es geçilmedi: Onur Ünlü her zamanki gibi seçkideydi, Kaan Müjdeci tabii ki oradaydı. Ödül bahsinde Karanlık Gece ve Kurak Günler öne çıktı ama toplamda altı film en az bir başlıkta beğenildi, heykelciğe değer görüldü; dört film ise sıfır çekti, jüri tarafından hiçbir konuda başarılı bulunmadı.

Peki, ön jüri ile jürinin kriterleri arasındaki açının büyüklüğünün sebebi ne olabilir?.. Hiç ödül verilmeyen dört filmden ikisinin TRT ortak yapımı (Bir Umut) ve TRT destekli (Hara) olduğunu söyleyelim. “Hiçbir derdi olmayan” filmler dediğim de zaten bu iki yapım. (Anadolu Ajansı, festivalin farklı bölümlerinde TRT destekli toplam yedi filmin yer aldığını, günler önce “gururla” duyurmuştu.) Buradan yola çıkarak, ön jürinin (bazı telkinlerin de etkisiyle) elemeyi “bazı dengeleri gözeterek” yaptığını tahmin etmek zor değil. Açıkça görülüyor ki festivalde bir “TRT kontenjanı” oluşturulmuş.

Bunlardan ilki, Ümit Köreken’in Bir Umut’u; Baran Şükrü Babacan, Funda Eskioğlu ve çok özlediğimiz Eylem Yıldız’ın oyunculukları ile öne çıktıkları ama hikâyesi, diyalogları, çatışması itibarıyla oldukça vasat bir filmdi. (Olaylar neden Bursa’da geçiyor, Bursa’nın öyküye ne etkisi var?) Yirmi yıldır görüşmediği annesinin eksikliğini, kendinden büyük eşine sığınarak kapatmaya çalışan ve (eşi) Asiye’nin himayesinde hep “yaralı bir erkek çocuk” gibi yaşamayı sürdüren Umut’un, annesinin ortaya çıkışı ve baba olacağını öğrenmesiyle bir açmazın içine düşmesi aslında fena bir konu değildi ama sorun şu ki, son birkaç yılda bile buna benzer [örneğin Nuh Tepesi (2019), Ana Yurdu (2015)] filmler gördük. Baba oğul, anne kız hesaplaşmalarını anne oğul denklemine taşıyan Bir Umut, bu yönüyle onlardan ayrılsa da derinleşmeyen anlatımıyla ne festivallik ne de seyirlik bir film görüntüsü sundu.

Atalay Taşdiken’in Hara filmi ise, 2020’de TRT 12 Punto’da “ön alım desteği” kazanmıştı. Sinemaya çok yakışan Dolunay Soysert, Nehir Erdoğan ve Serkan Ercan’lı kadrosu ile “normal şartlar altında” henüz izlenmeden bile iddialı denilebilecek yapımın da maalesef ortalama, hatta Bir Umut’ta iyi kötü sezilen cesaretten de yoksun olduğunu söylemek gerekli. Ancak yönetmenin zaten bu konudaki tavrı net. Atalay Taşdiken, Antalya’da film gösterimi sonrası, Milliyet’ten Ali Eyüboğlu’nun aktarımıyla: “Bu filmi Antalya’ya gönderdiğimde, seçileceğine dair çok ümidim yoktu. Çünkü artık festivallerde öyle klişe, öyle kalıp anlayışa doğru gidiyoruz ki… Mutlaka sonu umutsuz bitmeli, mutlaka sonu belirsiz bitmeli, mutlaka film karamsar olmalı gibi klişenin içine sanat sinemamız sıkıştı. Artık buradan çıkmamız gerekir. Gerçekten bu filmi yarışmaya değer bulan ön jüriye teşekkür ediyorum, bize böyle seyirciyle buluşma imkânı verdiler.” cümlelerini kurdu.

Burada ve başka yerlerde yaptığı, ayrıca 9 Ekim’de KRT’de konuk olduğu Beyaz Perde programındaki konuşmalarında, Taşdiken, kendince festival filmi klişelerini sıralarken, nezaketinden veya başka sebeplerden dolayı bazı şeyleri dile getirmiyor. Ama özellikle son yirmi yılda belli başlı festivallerden ödül almanın yolunun etnik, mezhepsel, cinsel meselelere değinmek olduğunu eklemek gerekiyor. Ve az evvel de değindik, bu yıl bu tarife uymayan filmlerin de Altın Portakal’a dâhil edilmesinin altında başka nedenler yatıyor.

Yönetmen şöyle sürdürüyor: “Elbette film yapmakla ilgili çok başka motivasyonlar olabilir. Buna da saygı duyarım, ama kendi adıma seyirciye dokunamadığım, ulaşamadığım filmlerimi başarısız addederim. Filmden çıkarken birkaç seyirci, ‘Yeşilçam tadı var bu filmde’ dedi… Evet, belki doğru olabilir, ama sadece şunu anlatmaya çalıştım: Bu kadar yoğun gündemlerin, karamsar bir hayatın içerisinde insanlara umudunuzu yitirmeyin demek istedim, umarım karşılığını bulur.”

Taşdiken’in “umut” söylemi önemlidir ama bunu temellendirmek de gerekir. Sinemada her zaman sert, politik temalı bir öykü anlatmak gerekmez elbette, kimsenin de böyle bir mecburiyeti yok; fakat festival klişelerini eleştirirken başka klişeleri beslemek bir çelişkidir.

Henüz çok gençken ailesini depremde kaybeden, üniversitede tanıştığı eşi ve kızlarıyla kente uzak bir büyük at çiftliğinde veteriner olarak çalışan, haranın sahibi olan teyzesinin ölümünden sonra ABD’den Türkiye’ye dönen ve atları satmayı planlayan yeni hanımefendiye karşı mücadele eden bir adam… Kocasını çok seven ama onun artık kendisini yeterince sevmediğini düşündüğü için ondan ayrılıp bir rezidansa taşınan ve kızını da yanına alarak yeni bir hayat kurmayı amaçlayan, beyaz yakalı bir çalışan kadın… Çiftlikteki Turagay adlı atla arasında özel bir bağ bulunan, annesi ile babasının ayrılmasına, ayrıca çok sevdiği atının satılmak istenmesine çok üzülüyor olan küçük kız… Ahretliği olarak gördüğü, yıllarca hizmet ettiği hanımının ölümünü bir türlü kabullenemeyen hizmetçi… Yıllardır yurtdışında yaşayan, teyzesinin hatırasını yaşatmak gibi bir gayesi olmayan, her şeyi satıp bir an önce rutinine dönmeyi planlayan yeğen…

Seyircisinin yönetmene söylediği doğru, filmde Yeşilçam esintisi var, hem de çok güçlü. Ama bunu duygu olarak değil daha genel bağlamda ve ideoloji düzeyinde ele almak lazım. Her şeyden önce aile miti… (Atalay Taşdiken: Aile derken de sadece kan bağıyla olan aile değil. Toplumları ayakta tutan, gelenekleri yaşatan temel yapılardan birisidir aile. Günümüzde çok büyük bir saldırı ve taarruz altında aile. Hatta ‘Aile aslında insanın derdidir, en büyük problemidir’ noktasına kadar geldi. Aile bizi, toplumu bir arada tutan öğelerden birisidir. Ortak değerler üzerinde hareket etmeyi ve bir bütün olabilmeyi seyirciye hatırlatmak istedim.) Patroniçesini annesi gibi seven, onunla aralarındakinin “iş akdi” değil “gönül bağı” olduğunu düşünen, çiftliği kurtarmak için eşini kaybetmeyi göze alan,  diğer çalışanlara sürekli sabretmeyi telkin eden fedakâr erkek ve onu terk edecek kadar güçlü görünse de yanlış yaptığını kısa süre sonra anlayacak ve evine dönecek olan kadın tipi çok tanıdık değil mi? Ya kendi küçük ailesini yeniden toparlamak, Turagay’ın satılmasını engellemek için gizli gizli planlar yapan bıcır kız? Aile sevgisinden, şefkatten uzak kalan, toplumsal değerleri unutan, yabancı ülkelerde yabanlaşan akraba?..

Umut diyor ya yönetmen… Filmin mutlu sonla bitmesi midir umut? Yeşilçam’da da zengin kızla fakir oğlan tüm engelleri aşarlar, kötü babaları ikna eder, düşmanları utandırırlar. Ama çelişkiler hiç çözülmez. Zengin zengin kalır, fakir de fakir. Karakterler önce üzülür, sonra sevinir. Seyirciye düşen bundan kendine pay çıkarmaktır. Şükretmektir. Özetle Taşdiken’in dediği başka, umut daha başka bir şeydir.

Atalay Taşdiken’ın filmiyle ve sinemayla kurduğu nahif ilişkiyi görebiliyoruz ama Arama Moturu (2015) gibi istisnai bir filmi yapabilen yönetmenin kendisi de, Hara’nın fazla “sentetik” olduğunu ilerleyen yıllarda kabul edecektir, diye düşünüyorum.

Bir Umut ve Hara, çok uzun olmayan bir süre sonra, TRT kanallarında gösterilecek. Filmlerin bu durum gözetilerek yazıldığı ve çekildiği aşikâr. Elbette ki yapımlarda toplumsala ilişkin hiçbir iz yok. Politika yok. Eşler arasında yakınlaşma, el ele tutuşma, aynı yatakta sarılarak uyuma bile yok. (Hara’da karakterlerin “içki içiyormuş gibi” yaptıkları sahneyse evlere şenlik.) Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir karakterler toplamından oluşmaları, her iki filmin ortak yanı. Dertler derya ama hepsi kişisel… Burada sormak gerekiyor işte: Festival klişelerini aşmanın yolu, yöntemi bu mudur? Muhafazakâr ideolojik hegemonyayı tahkim edici bir yapı olarak fetişleştirilen aile kavramını merkeze alarak; Türkiye’nin muhtarının, geleceğinden endişeli, çareyi yurtdışına çıkmakta bulan insanları, daha iyi cep telefonu almak için gidiyorlar, diyerek hedef aldığı bir dönemde, buna uygun karakterler çizerek; demode sevimli hayaletler yaratarak mı festival filmlerine alternatif yaratılacak?

14 Ekim’de vizyona girecek ve bence en olumlu yanı, annesi Türk babası Yeni Zelandalı olan genç bir oyuncu kızı, Isabella Haddock’u seyirciyle buluşturmak olan Hara’nın yapımcısı Baran Seyhan’ın, Antalya’da filmin gösteriminden önce sahnede, Çiğdem Mater ve Mine Özerden için söylediği ve bol alkış alan “Onların yeri Bakırköy değil, Antalya Film Festivali’nde bu salondur.” sözlerinin ardından gelen “Yeşilçam esintisi”nin etkisiyle hülyalara dalanlara diyecek bir şey yok. Ama yarışmanın en zayıf halkası olan bu filmin nasıl olup da seçkiye girdiğini merak edenlere de (tekrarla TRT kontenjanına ek) Seyhan’ın (seçilemese de) son kurultayda CHP’nin Bilim, Kültür ve Sanat Platformu’na Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday gösterdiği 12 kişiden biri olduğunu söylemekle yetinelim.

2023’te her şeyin değişeceğini, daha özgür bir ülkede yaşayacağımızı söylüyorlar ya hep; bakalım, “başka” bir festival de mümkün olacak mı önümüzdeki senelerde? Yoksa düğün pilavıyla dost ağırlamaya devam mı edilecek?

Bunu paylaş: