Gecelerin Ötesi’nden Kolay Para’ya: Türk Gençliğinin Liberal Virüsle İmtihanı – Alper Erdik

Doksanların ortalarından itibaren, bağımsız ve popüler sıfatları ile iki ayrı koldan kendini yeniden kuran Türk sinemasının; Amerikalı (1993), İstanbul Kanatlarımın Altında (1995), Eşkıya (1996), Ağır Roman (1997) gibi, Hollywood formülleriyle yapılan filmlerle seyirci sorununu aşmasının; 2000 yılında Gani Müjde’nin Kahpe Bizans’ı, ertesi sene Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’siyle gişede çıtanın daha da yukarıya taşınmasının ardından, sinemanın patronları, yerli filmlere hevesle destek olmaya başladılar. Sonuçta, çok uzun yıllar sonra sinemada yerli film izleyen bir kitle oluşuyordu; fırsatı değerlendirmek lazımdı… Ancak artık sinemaya gitmek, bir orta sınıf etkinliği bile olamayacak kadar külfetli bir eylemdi. Ayrıca seyircinin profili de bir hayli değişmişti. Onları, bilet fiyatlarının yüksekliğine rağmen, alışveriş merkezlerindeki salonlara çekmek ve memnun ederek göndermek için, yapımcılara, o mekânların ruhuna uygun, pop corn tadında filmler gerekliydi. Bu da kısmen anlaşılırdı.

Ancak o dönemden bugüne elbette çok şey değişti. Yapımcıların en az maliyetle en çok para kazanma hevesini değerlendirerek birbirinden kötü filmler çeken yönetmenler ve onların elinde meze olmayı gönüllü kabullenen oyuncular nedeniyle, popüler Türk sineması bir bataklığa dönüştü. Son bir yıllık süreçte ise, küresel salgın, fizikî bir ortam olarak sinemayı insanların yaşamından çıkardı; ayrıca küresel dijital platformlar da film yapım ve gösterim pratiklerini epeyce farklılaştırdı. Bu yüzden, yeni-normal dönemde, bağımsız sinemanın durumu yine başka olacak elbette ama iki binlerin başından bu yana birbirinden pespaye filmlerle cebini şişirenlerin devri kapanacak gibi görünüyor. -Bu kriz, yeniden erotik komedilerle mi aşılır dersiniz (!)

Bu sürecin başına, iki binlerin ilk yıllarına dönersek… Elbette o zaman da belli bir estetiği gözeterek bu işlere soyunan samimi sinemacılar ve onların filmleri de vardı. Kalitenin tümüyle göz ardı edilmediği ticarî filmlerden ucuz işlere henüz geçilmeden, 2002’de, Hakan Haksun ve Ercan Durmuş’un çektikleri Kolay Para da onlardan biriydi.

1992’de, Zeki Ökten imzalı Saygılar Bizden adlı dizinin setinde tanışan ikilinin, ayrı ayrı alanlarda oldukça çalışkan ve başarılı olduklarını en başta söylemek gerekir. Aynı zamanda senaryo ekibinde yer aldığı Bizimkiler (1989-2002) dizisinde Halil Efendi’nin küçük oğlu Nedim karakterini canlandıran ve bu vesileyle herkesin bildiği bir yüze dönüşen Haksun, yazar olarak hayli üretkendir. Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey (1995), Her Şey Çok Güzel Olacak (1998), Balalayka (2000) gibi önemli filmlerde onun da imzası vardır. Kolay Para’nın senaryosu da yine kendisine aittir.

Hakan Haksun’un partneri Ercan Durmuş da ışık şefi olarak Zeki Demirkubuz, Atıf Yılmaz, Yavuz Özkan, Tunç Başaran, Nesli Çölgeçen gibi önemli yönetmenlerle çalışmış; ardından Kolay Para da dâhil olmak üzere, pek çok yapımın görüntü yönetmenliğini üstlenmiştir. İki ismin bu filmle birlikte soyundukları ilk yönetmenlik deneyimleri de gayet başarılıdır.

Mustafa Uğurlu, Şebnem Dönmez, Emre Altuğ, İdil Fırat, Erkan Taşdöğen, Okan Yalabık ve Peker Açıkalın gibi önemli oyuncuların bir araya geldiği Kolay Para’ya ve onun hikâyesinin arka planına ilişkin, Hakan Haksun, bir röportajında şunları söylüyor: “Paranın idealize edildiği, her şeyin para ile ölçüldüğü bir toplumuz. Para her şeyi metalaştırdı. Her şeyin karşılığı haline geldi. Bu durumun medya çağı ile de alakası var. Televizyonda her şey gözümüzün önünde. Onlara ulaşmak isteyen gençler paraya ulaşmak istiyor. Parayla hepsini ele geçireceğine inanıyor. Film, bir yanlışlıklar komedisi. Filmdeki herkes kolay bir hayatı ideal edinmiş. Kolay para kazanma yolunu bulmuş. Ama hiçbir şeyin kolay elde edilemeyeceği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.” (Milliyet, 12.12.2002)

Merkezinde aynı evde yaşayan üç arkadaşın bulunduğu filmin, kolay para peşindeki tüm karakterleri bir şekilde birbirine değiyor. Bu sayede yapım, sinemamızda az bulunan, çok karakterli hikâyelerden birisine dönüşüyor.

Tıp okuyan ama doktorluk değil mankenlik, oyunculuk, şarkıcılık gibi ünlü olabileceği bir iş yapmak isteyen Eray, zengin ve yaşlı bir adamla evlenip sınıf atlayan Ebru, pavyonlara sahte içki satarak köşeyi dönmeye çalışan Servet, dinleyicilerini arabeskçi imajıyla kandırıp dejenere bir yaşam sürdüren Cevher ve diğerleri… Filmde normal bir karakter yok, sadece az kolaycılar var. Eşini aldatan, arkadaşını satan, müşterisini zehirlemekten çekinmeyen kişilerin öyküsü Kolay Para

Haksun, andığım mülakatında, toplumun ve bireylerin paraya kutsallık atfetme, üretmeden tüketme eğiliminin seksenlerde başladığını ve filmde, bu durumun yarattığı değişime işaret edildiğini söylüyor. Biraz daha somutlaştırmak gerekirse, 24 Ocak ve 12 Eylül kırılmalarının ardından, (işin açığı zaten önceden de) “kalender meşrebi”nden değil “Protestan ahlakı”ndan beslenen halkımızın hal-i pür melalini beyaz perdeye taşıma iddiasını dile getiriyor.

Bu yozlaşma ise galiba, elbette aynı boyutta olmasa ve farklılıklar içerse bile, Kolay Para’nın çekildiği tarihten bir elli – elli beş yıl kadar öncesinde, alaturka da olsa liberalizmin bu topraklara sızdığı, dahası iktidara taşındığı Demokrat Parti döneminde mayalanıyor. (Şunu da not etmekte fayda var ki, Türkiye’nin kapitalist dünya sistemi ile bütünleşme süreci, 1946-47 dönemecinde, CHP henüz iktidarda iken başlar.) Bunu bana düşündürense, önemli sinemacılarımızdan Metin Erksan’ın yazdığı ve yönettiği Gecelerin Ötesi (1960) filmi oluyor.

DP iktidarda iken çekimlerine başlanan, 27 Mayıs ihtilali olmasaydı muhtemelen gösterime girme şansı bulamayacak eserin hemen başında, “Bu film 7 gencin hikâyesidir. Konu olduğu gibi hayattan alınmıştır. Her mahallede bir milyonerin türediği devirde, aynı mahallelerde bu gençler de türedi.” cümleleri ile filmin konusu özetlenir. “Bu filme göre kapitalist sistem, her mahallede bir milyoner yaratırken, yoksul bıraktığı gençleri de para kazanmak uğruna birer suç makinesine dönüştürmektedir.” (Levent Yaylagül, Sinema Toplum Siyaset, Dipnot Yayınları, 2018)

Merkezinde on film olan ve birkaç yıl içinde büyüyüp gelişen ve sonlanan “toplumsal-gerçekçi” akımın öncü yapımı olarak anılan Gecelerin Ötesi’nde, Erksan, fakir ve tatlı hayat peşindeki gençlerin, zihinlerine yerleşen liberal virüs yüzünden, zengin olma hayalleriyle nasıl tükendiklerini, bugünün ölçütleriyle bile üst düzey bir üslupla anlatır. Yönetmen, Aslı Daldal’ın vurguladığı üzere, liberal düzeni deşifre etmekle kalmaz, dönemin bazı gençlerinin bireysel ve hazcı yönlerine de değinir. (1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik, Homer Kitabevi, 2005) Hatta buna biraz daha fazlaca eğilir.

Filmde suça meyledecek altı karakterden dördü aylaktır. Amerika’ya gitme hayalleri kuran iki müzisyen, gazetelere fotoroman çizip çok para kazanmak isteyen ressam, bir tiyatro kurup Anadolu’yu gezerek halka yüksek sanat götürmek peşinde olan ve bunu yapana kadar çalışmayı reddeden aktör… Diğer iki karakterin biri kamyon şoförü, biriyse fabrikada işçidir. Onlar diğerlerinin aksine yıllardır çalışmakta ama yine de yoksulluktan kurtulamamaktadırlar.

İliklerine kadar kendine ve topluma yabancılaşmış olan işçi Ekrem şöyle der bir sahnede annesine: “Ben kaç yaşında çalışmaya başladım? Tam yedi yaşında değil mi? Beni okula göndereceğiniz yerde işe yolladınız… Bir gün bile şu sokaktaki çocuklar kadar mesut olmadım. Tüm hayatım boyunca gördüğüm tek şey berbat bir sefalet oldu. Bak kaç yaşında görünüyorum, annemsin söyle hadi! En azından gerçek yaşımdan 10 sene fazla! Ha? Soruyorum sana, kim getirdi beni bu hale? Kim getirdi?”

Şoför Fehmi ise, meyhanede içerlerken Ekrem’e şunları söyler: “Ömrünü direksiyon başında tüketmiş zavallı bir adamım. Biz harcanmış insanlarız. Bak içki bile bizi neşelendirmiyor.” Bu cümleleri kurduğu akşamın sonunda, bir benzinciyi soyarak aylarca çalışıp kazanamayacağı parayı birkaç dakikada elde eden Fehmi’nin telkinleri ile, bu altı arkadaş, soyguncu bir çeteye dönüşecek; ancak kısa zaman sonra yaptıklarının bedelini ödeyeceklerdir. İkisi tutuklanacak, kalanların biri polisten kaçarken düşerek, üçü de polisçe vurularak öldürülecektir.

Yedinci kişi, Fehmi’nin kız kardeşiyle evlenen, ehliyet sınavını başarıyla tamamlayıp bir şoförlük işi bulma hayalleri kuran, tertemiz bir genç olan Tahsin’dir. Filmin son sahnesinde, Tahsin ve karısının, “el ele geleceğe yürürken” gösterilmesi tesadüf değildir. Metin Erksan, etkileri bugün bile süren “Demokrat Parti zihniyeti”nin gençleri nelere sürükleyebileceğini anlatır ve çareyi de çalışmakta, çok çalışmakta görür.

Hikâyesinden oyunculuklarına, diyaloglarına kadar her konuda çok iyi bir iş olan Gecelerin Ötesi’nin ideolojisinde bu anlamda kısmen çelişkiler vardır. Zira kapitalist düzende, çalışmanın da “çözüm” olmadığını yönetmen, Fehmi ve Ekrem üzerinden, bizzat kendisi anlatmaktadır. (Beyaz perdede, “çözüm”ün nerede aranması gerektiği sorusunun cevabını alabilmek için, bir on beş yıl kadar sonrasını, Yılmaz Güney’in son dönem çalışmalarını beklemek gerekecektir.) Ancak Erksan’ın bu tercihi anlaşılmaz değildir. Neticede, her şeye rağmen, devletine ve halkına bağlı namuslu ve dürüst insan olmak, çalışmak ve üretmek, aza kanaat etmek, Cumhuriyet’in ilk kuşakları için hâlâ geçer akçedir ve bunların hepsi her şeyden önce yurttaşlık görevidir. Demokrat Parti gibi bir belaya rağmen, gençlerin akıllı olması; değilse “suç”larının “ceza”larına katlanmaları gerekir.

Peki, elli yıl sonrasına, Kolay Para’ya döner ve bu filmde yırtma hevesiyle “suç” işleyen gençlerin öyküsü nasıl biter; yönetmenler, karakterlerinin maceralarını Erksan’ın yaptığı biçimde mi yoksa güle oynaya mı sonuca bağlar, diye bakacak olursak… Burada, Metin Erksan’ın filmindeki, çelişkiler içerdiğini iddia ettiğimiz ideolojiyi bile mumla aramak durumunda kalırız. Çünkü Kolay Para’da neredeyse hiçbir karakter bedel ödemez. Hatta bunların çoğu bu serüvenden kazanarak çıkar… Kimi daha zengin, kimi daha ünlü olur. Şantajcı, yalancı, riyakâr ve hatta katil karakterler, seyircinin gözünde mahkûm edilmez. Haksun’un, yukarıda değindiğimiz röportajının sonunda, filminin mesajına ilişkin dile getirdiği, “Ama hiçbir şeyin kolay elde edilemeyeceği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.” görüşü çok da geçerli değildir yani. Onlar olsa olsa bir varta atlatmışlardır…

Bu durumsa elbette sadece Kolay Para özelinde tartışılacak bir konu değil. Seksenli yıllarda başlayan neoliberalizasyon sürecinin Türk sinemasına yansımalarının da açıkça gözlenmeye başlandığı doksanlardan bu yana, iyilik ve kötülüğün beyaz perdedeki temsili de eskisinden çok farklıdır. Sinemamızda da “artık kötülüğe dair davranışların bir kısmı, sıradan, gündelik hayata dair normal davranışlardır. Kötüler, kötülük yaptıkları için vicdan azabı duymadıkları gibi, toplumda da kötü karşılanmaz, aksi biçimde takdir edilirler. Cezalandırılması gereken kesim ise iyilerdir. İyi ahlak, dürüstlük, fedakârlık, çalışkanlık vb. değerler artık çoktan geçerliliğini yitirmiş; yerine rüşvet, yalancılık, dolandırıcılık, hırsızlık, her türlü kumpas ikame olmuştur.” (Özgür Velioğlu, Kötülüğe Yenik Düşen Türk Sineması, Agora Kitaplığı, Haziran 2017)

İşin ideolojik boyutunun yanı sıra, bir de “para”yla ilgili tarafı var elbette. Geçmişten bugüne, film yapımcılarının, sinemacılardan talepleri hep aynıdır: kazanç. Ama “toplumsal-gerçekçi” kuşağa mensup sanatçılar biraz daha şanslıdır, zira o dönemin prodüktörleri, üç beş kuruş kazanıyorlarsa şayet, filmin içeriğine çok da müdahil olmuyorlardır. Ülkemizde post-Yeşilçam döneminde ortaya çıkan yeni yapımcı figürleri ise, Amerikan sistemine yakın durmakta; eserin adından finaline, konusundan gösterim tarihine, oyuncu seçiminden diyaloglarına kadar her şeye karışma hakkını kendilerinde görmektedirler. Kolay Para’da da bu süreç bire bir böyle mi işlemiştir, bilemiyoruz. Ancak filmin çekimleri esnasında, isminin Kolay Para Kazanma Kılavuzu olacağı söylenmesine rağmen bunun vizyon aşamasında değiştirildiğini, 130 dakikalık eserin yarım saatinin kırpıldığını biliyoruz en azından.

Özetle; hikâyesinin yazarının, neoliberal dönüşümlerle beraber değişen toplumsal yapıyı eleştirmeyi değilse bile göstermeyi amaçladığını söylediği Kolay Para da, maalesef o toplumsal yapının popüler kültürünün bir parçası olmaktan kurtulamaz. Ama yine de ve tekrarla belirtmek gerekir ki “çifte yönetmenlerin açık bir sinema duygusu, bir hikâye kurup karakter yaratma yeteneği ve oyuncu seçip yönetme becerisi var”dır. (Atilla Dorsay, Sinemamızın Çöküş ve Rönesans Yılları, Remzi Kitabevi, 2005) Bu nedenle Kolay Para, iki binlerin sinemasında önemsenmesi gereken bir filmdir.

Camiada “Oscar Şükrü” olarak bilinen Şükrü Avşar tarafından 1984’te kurulan ve sinemanın endüstriyel kısmının her ayağında (yapım, dağıtım, salon işletmeciliği) faaliyeti olan Avşar Film’in desteği ile çekilen Kolay Para’ya, gişede 71.190 bilet kesildiğini de not edelim. (Deniz Yavuz, Türkiye Sinemasının 22 Yılı, Antrakt Sinema Kitaplığı, 2012)

Mısırlı Marksist aydın Samir Amin’in bir çalışmasından ödünç alarak ve bağlamını değiştirerek kullandığım liberal virüs, ülkemizde güçlenerek yayılmaya devam ediyor. Üstelik kolay para, artık eskisi gibi gençliğin bir kesiminin değil, küçük bir grup dışında kalan herkesin, milyonların; işçilerin, işsizlerin, patronların, köylülerin, kentlilerin, kadınların, erkeklerin, yaşlıların, çocukların… hayali. Siyasette de sinemada da toplumsal mücadele zeminlerinde de işimiz her zamankinden daha zor yani.

Fakat her şeye rağmen mücadeleye devam. Bu düzen değişmeli.

Bunu paylaş: