Kuyuköy Kıssası – Ziza Rumas

İki gündür vücuduna yayılan acıyı bedeninden dışarıya dağıtma muradıyla hanımına dönerek dünkü gün hutbede imam efendinin bahsettiği Yusuf kıssasından anlatmaya heveslendi. “Hanım, kardeşleri Yusuf’u kuyudan su alsın diye indirdikten sonra, nasıl oldu da onu orada unutup babalarına döndüler, hiç aklım almıyor,” deyince, hanımı “Allah bilir imam efendi nasıl anlattı da sen bu kadarını hatırlıyorsun. Hem benim bildiğim unutmamışlar, suyu içtikten sonra kin ve kıskançlıklarından bilerek orada bırakmışlar,” dedi. Bunun üzerine seksenlik çınarın “Öyle deme hanım, hangi evlat kardeşine yapar bunu?” sorusuna “Bak iki gündür hastasın, altı oğlun bir kızın var, canından can verdiklerinin altısı değil de bir tek şu kızcağızın sabahtan beri yanımızda. Babasına reva gördüğünü kardeşinden mi sakınır erkek taş kalbi, velev ki…” yanıtını bitiremeden bir ömrü yanında tükettiği kocasının tavan kirişlerine bakınan gözbebeklerinin gün misali alt göz kapaklarına batışına müteakip başının yastığa düştüğünü gördüğü gibi kızına seslendi “Piroz, abilerine haber ver, baban iyi değil!” Kızı, gelip de babasının halini görünce sekiz yaşındaki oğlu Azad’a dönüp “Yavrum koş dayılarına haber ver, gelip dedeyi hastaneye götürsünler,” dediğinin üzerinden saniyeler sonra, büyük torun evden fırlayarak Kuyuköyün dar sokaklarına yöneldi.

Hafta sonu sakinliğinin tadını çıkaran acil koridorlarının dış girişe bakan camından, hiç gelmesin pazartesi intizarında dışarı bakınan hemşire, bir anda aynı ana tekabül bir sıra seyrinde altı aracın acile girişlerinin refleksiyle yerinden fırlayıp kapıya doğru koştu. Ardı sıra duran araçların şoför mahallilerinden dışarı fırlayan altı kişinin feryat figan bağırışları yankılandı avluda “Hemşire, doktor! Doktor yok mu, doktor! Sedye getirin, kimse yok mu! Yardım edin babamıza!”

Sağa sola koşuşturan ilk yardım ekiplerinin ellerinin arasındaki sedye, hastasını almak üzere doğruca dışarı sürüldü. Eldivenleri ellerinde, oksijen tüpleri dört tekerlekli çekçekte iki hemşire dışarı fırladı.

Figan tufanının dindiği demi kaçırmak istemezcesine duraksayan hemşire, araya girip “Hastanız nerede, bırakın da işimizi yapalım!” diye çıkışınca büyük kardeş bi küçüğe dönüp “Babayı çıkarın arabadan!” diye ferman eyledi. Bi küçüğü bi küçüğün küçüğüne dönerek “Hangi arabada?” diye sorunca bi büyüğü “Sen almadın mı?” dedi. Bi küçüğün küçüğü “Sen almadın mı?” dedi. Büyüğü bi küçüğün küçüğünün küçüğüne dönüp “Çabuk getirin babayı!” deyince bi küçüğün küçücüğünün küçüğü, en küçüğe “Baba hangi arabada!” dedi. En küçüğü bi büyüğüne dönerek “Sen getirmedin mi!” diye sorunca en küçüğün bi büyüğü hepsine dönüp “Ya hanginiz getirdi babayı, ben buradaydım zaten sizsiniz köyden gelen!” diye ağlamaklı yalvarınca hepsi tek ses arabalarının şoför mahallilerine gerisim geri girerek hızla avludan çıkıp gözden kayboldular.

Sedye boş, personel bomboş döndü koridorlara, herkes “Ne oldu biraz önce?” dercesine birbirine bakıp sustu. Müdahale odasında personelinin sapsakin dönüşüne bakan doktorun merakını ambulans şoförü “Unutmuşlar!” diyerek giderdi.

Bir buçuk saatin ardından hasta yatağında gözlerini açıp evlatlarının gelmesini bekleyen babaya, küçük torun müjdeyi verecekti “Dedeeee, yoydati dumana bahsana, sehiyden tiyen geyiyoy!”

***

Görsel: Ben ve Köy (1911) – Marc Chagall

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi142

Bunu paylaş: