Azizm Sanat E-Dergi’nin 135. Sayısı Yayında

Azizm Sanat Örgütü’nün aylık yayını Azizm Sanat E-Dergi’nin Mart 2019 tarihli 135. sayısı yayınlandı. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;

İçindekiler

Editörden s. 4

Kadın – Nilay Yıldırım s. 8

Ashgar Farhadi Sinemasında Kadın Temsilleri – Orçun Üzüm s. 10

Simyacı – Batuhan Suiçmez s. 20

Güvenlik Güvesi – Ziza Rumas s. 22

Süvarilere – Ahmet Ayberk Aykul s. 26

Sevgi – Nilgün Zülfü Işık s. 28

Çiçeğe Damlatılan Kan – İsmet Şengül s. 30

Antikçağ Yazınında Mersin Bitkisinin Durumu – Hüseyin Doğan s. 32

***

Editörden

Yine, yeniden bir başka seçim sürecine girerken son yirmi yılda alışkanlık yapmış tüm sabun köpüğü umut ve umutsuzluk söylemlerinin yinelendiğine tanık oluyoruz. Önceki yıl, taraftarları tarafından bir başka dört harfli sözcükle anılan kralın çıplak olduğunu dile getirmiştik ancak sistemin topyekûn çırılçıplaklığına dikkat çekmenin daha isabetli olacağı gerçeğinin ayırdına vardıkça geç de olsa olgunlaşıyoruz. Bu olgunlaşma aslında çıplaklığın ülkemiz hudutlarında sınırlı kalmadığı tüm insanlığı sardığını gösteriyor. Coğrafya ve kültür ayırt etmeksizin hemen herkesin ortaklaştığı yalana uyum sağlama, yalanı besleme ve tür olarak kendi kendini kandırma tercihinde çıtayı yükseltme durumu, geleceği alışılageldik bir karanlık yerine pastel bir cehenneme çevirmekte. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu bilinen tarihin sonlandığı iddiası, zafer sarhoşlarını yeni bir oyuncak bulma çabasıyla ‘kültür+kimlik=öteki’ye götürürken kendi yarattıkları sorunu yine kendileri çözme başarısı göstererek dünyanın geri kalanından alkış bekler hale getirdi. Haksız da değildiler. On yıllar sonra Oscar ödüllerine bakıldığında siyah azınlığın arka arkaya aldığı ödüller, ayrımcılık karşıtı vasat filmlerin büyük sükseleri, ABD ve Hollywood’da ayrımcılığın, ırkçılığın, adaletsizliğin tarihe karıştığı yalanını hiç olmadığı kadar inandırıcı kılabilir. Ne de olsa buna inanmak isteyen vasat milyonlar hala Oscar’a önem atfetmek için canla başla çalışmakta ve ülkenin mutlak azınlığı olan Yerliler ile çoğunluk oldukları halde her nedense(!) perdeye yansıtılmayan kilo problemi çekenler ve psikolojik rahatsızlık yaşayanların yokluğunu önemsememekteler.

Uzun bir süredir içinden geçmekte olduğumuz ve belki de hiç çıkamayacağımız zaman-mekânın zihniyetini teşhis etme konusunda öne çıkan filozof Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı’nda 1990’ları öteki üretme orjisi olarak tanımlarken herkesin öteki olarak kodlanabileceği bu düzlemde her hangi bir ötekiden söz etmenin mümkün olmadığından dem vuruyordu. Basit temsillerle günah çıkartma başarısı gösterebilenlere inanmak için aşırı hevesli çoğunluklar, ötekileştirme eyleminin kendisinden bile daha büyük tehlike arz etmekteler. Yine de bu noktada suçu başka yerlerde aramak yerine sistem karşıtlığının hangi söylem ve eylemlerle inşa edilmesi üzerinde durmak gerekiyor. Ülkemiz üzerinden örnek vermek gerekirse, 12 Eylül 1980 darbesinin hangi ekonomi politiği için yapıldığına değinmeden saf bir askeri hareket olarak ele almak ve tepkiyi yalnızca bu ayrıntı üzerinden kurgulamanın, en nihayetinde 12 Eylül ürünü olup, darbe anayasasına 1982’de “evet” diyenlerin, ucuz bir “darbeler kötüdür” söylemiyle 12 Eylül karşıtı haline gelmelerini sağladığını hep birlikte gördük. Şuan ülkemizde “12 Eylül kötüdür” söylemine katılmayacak kişi bulmak mümkün değil. Hal böyleyken, milyonlarca yurttaşın tamamı 12 Eylül karşıtıyken, 12 Eylül’ün tüm kurumlarıyla her zamankinden de güçlü bir şekilde iş başında olduğuna kimi inandırabilirsiniz?

Enformasyon çöplüğünde gelecekten bugüne bakıldığında Avrupa ve Amerika’da ırkçılığın bittiğine, Türkiye’de darbe döneminin sona erdiğine inanmamak için hiçbir sebep yok. Netflix dizilerine itinayla yerleştirilen eşcinselleri, Müslümanları gördükçe, Yıldız Savaşları’nda altı doldurulmamış kadın ana karakterlerle yüzleştikçe eril günah çıkarma eyleminin seyircisi konumuna düşüyoruz. Tarihsel bağlamından kopartılmış anlara hapsedilerek yüzde on barajını kader, kapitalizmin insan doğası olarak görmek mümkün. Anlı şanlı pırlanta şirketlerinin bile önem atfeder hale geldiği 8 Martların yüksek sesle kutlandığı bir ülkede, ışıltıların göz kamaştırıcılığında kadına şiddetin niçin azalmak yerine arttığını sorgulamak güçleşiyor. Bunun yerine kendimizi şirketlerin düzenlediği “kadın” temalı sanat yarışmalarında ödül peşinde koşarken bulmak daha olası. Ne de olsa son birkaç yıldır kendimizi çocuk işçiler, ayrımcılık, mülteci temalarında yarışır bulmuyor muyuz? Hegemonyanın kendi yarattığı köklü sorunlara getirdiği sığ çözümlere duygu sömürüsü kontenjanından dâhil olmak yerine uygarlık payesini korumayı başarması küresel ahmaklığın tehlikesine işaret etmeli.

Marx’ın sıklıkla bağlamından kopartılan ünlü sözü “din, halkın afyonudur”u biraz ileri taşıyarak “inanma eylemi, insanlığın afyonudur”a dönüştürebiliriz. Zira yalana inanma ve “her şeyin yolunda” olduğuna dair umut kısa soluklu ömrümüzde kaygıları azaltıcı bir işlev görüyor. Köktenci bir eleştiri getirmenin kısa vadede bir getirisi olmadığını fark eder etmez inanç refleksi devreye girerek vicdanımızı rahatlatmak adına gündelik veya genel geçer, hatta kimi zaman suni sorunlar ve çözümler önümüze geliyor. Evrenin algımızı aşan genişliğinde küçülmeyi sürdüren bir tür olarak varoluş ve hiçlik arasında devinirken ölümlülüğümüzden büyük amaçlar taşıyan, uzun soluklu, çoğulcu eylemler beklemek belki de giderek bir hayale, ütopyaya dönüşüyor. Bunun önüne geçebilecek bir anlam/mana düşüncesi ortaya koyamadığımız sürece türün ve gezegenin geleceği pastel parlaklığının sahteliğinden öteye geçemeyecek gibi.

Resmin bütününde vaziyet ortadayken küçük dünyamızın küçük bir ülkesinde çok azı değiştirebilecek bir seçim sürecinden, hele de köktenci muhalif mücadele yürüten azınlığın küstah alıklığı düşünüldüğünde, bir şey ummak belki yukarıda eleştirdiğimiz afyonlaşan inanma refleksinden farksız gibi gözükebilir. Ancak Richard Dawkins’in bizleri tarif ederken ortalama bir yıldızın etrafında dönen önemsiz bir gezegende fazlaca gelişmiş bir tür olduğumuzu, fakat evreni anlayabilme yetimiz sayesinde özellik kazandığımızı ifade edişinden hareketle alımlama ve anlam yaratabilme gücümüz olduğu gerçeği teslim olmayı imkânsız hale getiriyor. Sanat ve bilimle en kuvvetli biçimine kavuşan anlam yaratma ve anlama eylemlerin tıpkı inanma gibi bir doğal reflekse dönüştürebilmek elbette oldukça uzun soluklu bir gelişim süreci ancak bunu sağlayabilme adına olası tetikleyicileri asla yabana atmamak gerekiyor. Öyle olsaydı yaklaşık on iki yıldır her ay yayın yapamazdık veya bu seçimi de önemsizleştirmeyi tercih ederdik. Yaklaşan seçimleri olası bir kıyamet ya da umut popülizmine yormadan, olası bir tetikleyici olarak görmek hem en akılcı hem de en hayalci seçenek gibi duruyor. İkisini bir araya getirmek alımlama ve anlam yaratma ihtimalinin de yegâne ortaklığı değil midir?

Bu ay Azizm Sanat E-Dergi’nin 135. sayısı, epey uzunca bir süredir edebiyat dergisine dönüşme konusunda yol alan yayınlarımıza bir yenisini ekleyecek şekilde güçlü şiir, öykü ve pasajlarla zenginleşiyor. Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü popülizme kaymadan anlam yaratma gayesiyle bir temaya dönüştüren dergimizde edebi metinlerin yanı sıra kadın karakterler üzerinden ilerleyen auteur sinemasıyla Asghar Farhadi’nin Satıcı ve Bir Ayrılık filmlerine göstergebilimsel açılımlar getiriyoruz. Yine uzun sayılabilecek bir aranın ardından bilim yazılarımıza devam ederken akademisyen Hüseyin Doğan’ın kapsamlı araştırmasıyla, kelimenin tam anlamıyla nadide bir çalışma olarak, antikçağ yazınında mersin bitkisinin izini sürüyoruz.

İnancı dengelemek ve aydınlanmacı bir anlam arayışı için,

Sanatla kalın dostlar.

Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Nisan 2019 tarihli 136. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 1 Nisan tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

***

Görsel: Masadakiler (1923) – Oskar Schlemmer

Bunu paylaş: