Sekülerleşme Ekseninde Troya Uyarlamaları – Onur Keşaplı

Aydınlanmacı bir devrimle 1923 yılında kurulan ve kısa sürede ortaya koyduğu hamlelerle ideolojik dönüşümün yanı sıra zihniyet dönüşümünü de çağdaşlaşma bağlamında başlatmaya çalışan, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin, 1940’larla başlayan uzun soluklu bir karşı devrimle, günümüzde adeta bir yanılsamaya dönüştürüldüğü görülmektedir. Kurumların niteliksiz hale getirildiği, eğitimin Aydınlanma öncesi referanslarla bezendiği, bir bütün olarak kuruluş felsefesi ve kurucuların saldırıya uğradığı şimdiki zaman Türkiye’sinde Atatürk’ün, Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Devrimcilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik olarak temellendirdiği altı ok ilkelerinden en çok saldırıya uğrayanın, anayasaya nispeten geç bir tarihte, 1937’de giren Laiklik ilkesi olması düşündürücüdür.

Din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde beylik bir söylemle özetlenen laikliğin, Hristiyanlığa göre daha geç ve reform geçirmeksizin süren bir ortaçağ sürecinden geçen/geçmekte olan Müslüman dünyanın hegemonyası için niçin başat tehdit olarak algılandığı bu basit tanımından bile anlaşılmaktadır. Egemenlik kaynağını gökten alan ve tanrısal bir dokunuşla kutsal bir görevi yerine getirdiğini iddia eden, dahası buna bizzat inanan bir yapılanmayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde filizlenen ve özellikle İkinci Meşrutiyet ile büyük bir kazanım elde eden modernist düşüncenin birikimi üzerinden gerçekleştirdiği devrimle aşan Cumhuriyet kadroları, bu durumu laiklik ile taçlandırmıştır. Atatürk’ün son meclis konuşmalarından birinde sarf ettiği sözlere atıfta bulunmak gerekirse söz konusu devrim, ilhamlarını gökten indiği iddia edilen kitapların dogmalarından veya gaipten almak yerine doğrudan doğruya hayattan alan çağdaş bir zihniyetin ürünüdür.

Niyetinden bağımsız olarak, dini temellendirmede ısrarcı muhalif yapıların tahmin edilebilen tepkileri dışında, Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir kurumu ortaya koyması, pek çok sosyalistin ve dini azınlıkların laiklik başlığında devrimin başarısız olduğu ya da başarısızlığa mahkûm olduğu eleştirisini beraberinde getirmiştir. Hâlbuki nesnel bir yaklaşımla bakıldığında devlet aygıtına hükmeden dini bir kuruma sahip Osmanlı geleneğini, dini hareketliliği denetleyebilecek bir kuruma sahip Cumhuriyet deneyimine dönüştüren Aydınlanmacı tavrı ve başarıyı görmemek mümkün değildir.

Türkiye’nin 1950’lerle beraber NATO üyeliği dışavurumuyla kapitalist bloğa eklemlenip, 12 Eylül 1980 darbesiyle serbest piyasa ekonomisini benimsemesi neticesinde dışa bağımlı ve dış ile kıyaslandığında geride kalmış/bırakılmış bir hüviyete bürünmesi, laiklik ve çağdaşlık konularında Batının ileride olduğu yanılsamasını da beraberinde getirmiştir. Öyle ki Amerika Birleşik Devletleri, Yunanistan ve daha pek çok ülkede seçimle iş başı yapan devlet aygıtının dini törenlerde kutsal kitaplara el basarak yemin ettiği unutulmuştur. İrlanda Cumhuriyeti’nin kadınlara kürtaj hakkını çok yakın bir geçmişe kadar dini gerekçelerle yasakladığı, yine Amerika’da para birimlerinin üzerinde tanrı söyleminin yer aldığı, Avrupa’nın pek çok ülkesinde, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında dini motif, söylem ve eylemlerin artışı gözle görülür bir haldedir. Bir bakıma kendi Aydınlanmacı birikimine ve devrimine ihanet ettiği görülen Avrupa kültürünün, kendi değerlerini en az kendisi kadar taşımaya ve geliştirmeye hevesli diğer coğrafyalardaki yapılanmaları saf dışı bırakmaya çalıştığı, bunu da bölgesel dini grupları destekleyerek yaptığı bilinen bir gerçektir. Batıdaki kimi uygulamaların, gündelik yaklaşımların birçoğunun hala Türkiye’ye uzak oluşu, hatta Kuran’a el basarak yemin eden vekiller neslinin hala görünür olmaması, ülkemizdeki laiklik birikiminin ve kültürünün hiç de yabana atılamayacak kadar köklü ve de güçlü oluşunun kanıtı niteliğindedir.

Karşı devrimin kendi takvimine göre muazzam başarısına rağmen hala hem kâğıt üstünde hem de pek çok uygulamada kendisine yer bulan laikliğin, sekülerist bir birikimin Anadolu’da yer edinmişliğini vurguladığı söylenebilir.

Sanıldığının ve sıklıkla kullanıldığının aksine laiklik ve sekülerlik aynı anlama gelmemektedir. Yukarıda da değinildiği üzere din ve devlet işlerinin ayrılmasının yanı sıra devletin her dine eşit mesafede durması anlamına gelen laiklik, daha çok kurumsal ve politik bir tercih olarak belirmektedir. Sekülerimiz ise daha köklü ve yaygın olup gündelik yaşam ve zihniyet ile ilintilir. Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme adlı yapıtında insanlık tarihini entelektüel gelişkinlik tarihi olarak açıklayan Osman Bahadır’a göre sekülerleşme, “insan düşüncesinde ve toplumsal yaşamda kutsallık halesinden sıyrılmak”tır. Bu sebeple sekülerleşme, “sadece değil ama esas olarak dinin etkisinin, düşünsel faaliyetlerde ve kamusal faaliyet alanlarında azalması veya kalkması anlamına” gelmektedir (Bahadır, 14: 2017). Yine Bahadır’a göre bu durum, yani sekülerleşme, hayatta kalabilme kaygısından temellenmektedir (Bahadır, 51: 2017). Buradan hareketle bilimsel/deneysel kazanım ve ispatların yanıtlayabildiği ve çözüm üretebildiği durumların oranı ile bireysel ve toplumsal sekülerleşme eğiliminin etkileşimli olduğu söylenebilir. Seküler yaklaşımın ve bilimin yetersiz kaldığı hissedilen anlarda boşluk inanç veya inancın kurallara indirgenmiş sürümü olan din ile doldurulmaktadır.

Antik dönemlerde tam da bu noktada beliren ve etkisini fazlasıyla hissettiren inanç eğilimleri mythos olarak kavramsallaşmıştır. Azra Erhat’a göre terim “söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir” ancak “mythos’a güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını, anlatırken birçok yalanlarla süslerler” (Erhat, 5: 2000) ve tam da bu sebeple antik dönemin Heredot gibi tarihçileri tarafından eleştirilmiştir. Daha o tarihlerde bile muhalif bir yaklaşımın belirdiği mitler ve mitsel düşüncenin böylesi kalıcı bir hal almasında sekülerleşmenin yetkin olamayışı, doğa olaylarının bilimsel yorumlarının yaygınlaştırılamaması etkindir. Erhat mitin ve inancın bu zaferini biraz da epos kavramına bağlamaktadır. Ozanların ölçülü bir biçime kavuşturduğu şiirsel anlatılar olan eposların temel kaynağı mittir. Erhat’a göre “epos ne kadar güzelse, mythos o kadar etkili olur, epos’la mythos’un bu başarılı evlenmesidir ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve mythos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır” (Erhat, 5: 2000).

Söz konusu eposların en bilinen örneği ise, kimilerince ilk edebi metin olarak da yorumlanan, Homeros’un İlyada ve devamında Odesa destanlarıdır. Antik mitlerin içerdiği tanrıları, kahramanları, inançları içeren, dahası bunları şiir sanatının halen en yetkin örnekleri arasında sayılacak şekilde bir araya getirerek aktaran her iki destan, günümüzde evrenselliğinden hiçbir şey yitirmediği gibi Troya’nın Çanakkale kentinde, Türkiye’de olduğundan bihaber kitleler tarafından bile en azından Troya Atı simgesiyle bilinir olduğu söylenebilir. Öyle ki Troya Atı başlı başına bir kavram olarak kentin ve hatta destanın bile zaman zaman önüne geçmektedir. Buna karşın Homeros’un Troya kentini merkeze aldığı İlyada destanı, Troya Atı mitinden önce sonlanmaktadır. Yunan yarımadasındaki tüm kent devletlerde konuşlanmış Akalar’ın, boğazlara ve doğuya hâkim Troya’ya topyekûn saldırısı ve Anadolu’da Kilikya, Hitit ve diğer halkların bir araya gelerek Troya savunmasını gerçekleştirmelerinin tarihsel kaynakları da vardır ancak mythos’un gücü tarihi tanrısallaştırmıştır. Homeros ise eposuyla o ilahlaştırmayı sanatsal bir boyuta, estetik bir anlatıya dönüştürmüştür. Ne var ki Homeros’un destanı savaşın öncesi ve sonrasına eğilmez. Yarı tanrı savaşçı Aşil’in, Aka ordusunun komutanı, Miken ve tüm kralların kralı Agamemmon ile yaşadığı gerilim ve savaşmayı reddetmesiyle başlayan destan, Aşil’in destanı olarak gelişim gösterirken, en sonunda, Troya’nın savunucusu, Prens Hektor’un Aşil tarafından öldürülmesi neticesinde Hektor’un cenazesiyle sonlanarak bir nevi Hektor’un ağıdına evrilmektedir.

Öncesinde Hektor’un kardeşi Paris’in, Agamemnon’un kardeşi Menelaus’un eşi Helen ile birlikte oluşu ve onu Troya’ya götürüşüyle tetiklenen savaş, Akalar tarafından neredeyse on yıl boyunca kuşatılmasına rağmen alınamayan Troya’nın Odysseus’a atfetilen tahta at içine yerleştirilmiş askerlerin yanıltması sonucu yerle bir edilmesi, Agamemnon’un tanrılar Poseidon ve Demeter’in dayatmaları sonucu kızını kurban edişi, daha da öncesinde Paris kötü alametler sebebiyle çocukken Troya’dan sürülmüş ve kimliğini bilmeden dağda çobanlık yaparken kendisini bir anda Afrodit, Athena ve Hera’dan oluşan tanrıçaların güzellik yarışmasının yegâne jürisi olarak buluşu ve yaptığı tercih ile kentinin kaderini çizmesi gibi çoklu anlatılar Homeros’un destanının ötesinde yer alan ancak onunla doğrudan ilintili diğer mitlerdir.

Bu upuzun girizgâh, 2018’in Troya antik kentinin UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girişinin yirminci yılı vesilesiyle Troya Yılı ilan edilmesi sonucu, yakın dönem Troya uyarlamalarının, sıklıkla yeni orta çağ olarak nitelenen günümüzde sekülerlik açısından nerede konuşlandığının ele alınacağı bu çalışmanın hudutlarını belirlemek amacı gütmektedir. Çalışmada 2004 yapımı Troya filmi ve 2018 yapımı, sekiz bölümlük Troya: Bir Kentin Düşüşü adlı dizi filmin eleştirileriyle birlikte sekülerleşme ekseninde nasıl bir seyir izledikleri ortaya konulacaktır. Tanrıların tetiklediği, başlattığı ve hatta bizzat savaştığı, destanın her bir anına sirayet ettikleri İlyada, Odesa ve hepsini çevreleyen Troya mythos’unun yakın dönem Batı sinemasında sekülerlik ekseninde nasıl bir sınav verdiği, topraklarımızın ev sahipliğini yaptığı en ünlü ve evrensel destanın, şimdiki zamanın zihniyet dönüşümlerini anlamada fayda sağlayacağı aşikâr.

“Troya” Ya da Sekülerleşemeyenlerin Sonu

2004 yılında, Wolfgang Petersen’in yönettiği ve ülkemizde Truva adıyla gösterime giren Troy, kalabalık ve ünlü oyuncu kadrosuyla göz doldururken, özellikle 1995 yapımı Braveheart / Cesur Yürek ile başlayan tarihi kahramanlık destanları akımının son büyük örneklerinden biridir. Aşil’i Brad Pitt’in, Hektor’u Eric Bana’nın, Paris’i ise Orlando Bloom’un canlandırdığı filmin yardımcı rollerinde Diane Kruger Helen’e, Brian Cox Agememnon’a, Peter O’Toole ise Troya kralı Priam’a hayat vermiştir. 160 dakikaya varan süresi, yapım ölçeğinin büyüklüğü ile tipik bir Hollywood gişe filmi olarak hazırlanan yapıt, aynı yıl yaz olimpiyatlarının Atina’da gerçekleşecek olmasından hareketle Yunan ve Yunanistan vurgusunun arttırıldığı bir içeriğe dönüşmüştür. Öyle ki filmin üzerine tarihi yazılar bindirilmiş harita görseliyle açılan başlangıcında büyük harflerle yazılmış Yunanistan altında Troya’ya saldıran tüm Aka kent devletleri belirtilmiş ancak koskoca küçük Asya yarım adasında Anadolu sözcüğünün yazmaması bir yana hem mythos’ta hem de tarihi buluntularda ortaya çıktığı üzere Troya’ya saldırılarda yardım eden diğer halkların ve kentlerin adları dâhil yer almamaktadır. Ek olarak oldukça özensiz yazılmış diyaloglar ile heba edilen zengin oyuncu kadrosu, yönetmenin yapım öncesinde Çanakkale’ye bir kez bile gelmeyip mekân çalışması yapmaması neticesinde, filmin çekildiği Malta ve Meksika’yı fazlasıyla hissettirecek şekilde güneşin denizden doğduğu ve çölümsü kumulların coğrafyaya hâkim olduğu gerçekdışı görüntülerle Troya ciddiye almanın güçleştiği bir yapıma dönüşmüştür.

Mitolojik bir destanda gerçekçilik aramanın yersizliği düşünülebilir ancak yönetmenin filme katmak için var gücüyle uğraştığı gerçekçilik hissi akla geldiğinde bu gibi teknik hataların can alıcılığı da artmaktadır. Wolfgang Petersen’in International Movie Database verilerine göre saçma bularak (IMDb.com) tümüyle anlatı dışında bıraktığı tanrılar, beraberlerinde din ve inanç öğelerinin de uyarlamadan çıkartılmasına ve 2004 yapımı Troya’nın bir hayli özgün bir sürüme dönüşmesine sebep olmuştur. Filmde ölümsüzlüğün tanrısallıktan kaynaklı bir özellik olmaktan çok yaşamda yapılan tercihlerin ve bu tercihlerin ışığında ortaya konan eylemlerin bırakacağı etkiler sayesinde mümkün olabildiği vurgulanmaktadır. Zeus, Ares, Athena, Apollon, Poseidon ve diğer tanrı ve tanrıçaların yalnızca kimi diyaloglarda işitildiği filmde hiçbir tanrının varlığı, ağırlığı yoktur. Aşil’in yarı tanrı oluşu filmde işlenmez hatta bu noktada Troya filmin henüz başında kendisinin öldürülemez olduğunu duyduğunu söyleyen çocuğa Aşil’in “eğer öyle olsaydı zırh kuşanmakla uğraşmazdım” sözleriyle yanıt vermesini sağlayarak safını belli eder. Troya’ya sefere çıkıp çıkmama konusunda kararsız kalan Aşil’in tanrıça annesi Thetis ile gerçekleştirdiği buluşmada annenin ölümsüzlüğü dile getirilmediği gibi kim olduğu, ne olduğu da açık edilmez. Bilinen en büyük savaşçı olan Aşil, bizzat eyleme karışarak tarihe geçecek olaylar ortaya koymak ve bu sayede ölümsüzleşmek istemektedir. Zira hâlihazırda filmin dünyasındaki Aşil ölümsüz değildir. Tanrıları gördüğünü ve onların insanları kıskandığını bildiğini söyleyen Aşil, her ne kadar mitolojide olduğu gibi Paris’in ayak bileğine attığı ok ile yaralanıp ölse de, filmde Aşil topuğunun neden incinebilir bir nokta olduğu öncülenmediği için seyir olarak herhangi bir tanrısallığa imkân tanınmaz.

Filmin Troya kenti cephesinde ise Hektor’un destanda olduğu gibi duygusal, insani özelliklerle kahramanlaştırıldığı görülür. Aşil’in zıddı olarak savaş yanlısı olmayan, adını tarihe geçirip ölümsüzleşmek gibi bir gaye de taşımayan Hektor, kentine yapılan saldırısı sonucu halkı korumak adına eyleme geçmek zorunda kalmaktadır. Buna ek olarak Hektor karakteri filmde sekülerleşmiş benliğin temsilcidir. Ona göre savaşların gidişatı tanrıların arzusu, istediği, müdahaleleriyle değil ordunun durumu, hazırlıklar, disiplin, stratejiyle şekillenmektedir. Kentin koruyucu tanrısı olarak belirtilen Apollon’un desteğiyle savaşı kazanacaklarını dile getiren babasını ve dini görevlileri Apollon tapınağını yerle bir eden ve tapınaktaki herkesi öldüren Aşil’e ve işgalci ordulara karşı Apollon’un hiçbir karşılık veremediğini belirterek eleştirir. Hektor’un komutanlığında kalabalık ordulara karşı başarı kazanan Troya ordusu, sekülerleşme konusunda Hektor’un yapayalnız oluşu nedeniyle din adamlarının etkisinde kalan Priam’ın kararları sonucu yanlış stratejiler izlemeye başlar. Filmde Troya’nın akıbeti din adamlarının Hektor’un tanrılarla alay edecek şekilde taşladığı alametler, kuş ve sürüngenler üzerine getirdikleri kutsal yorumlar sebebiyle yıkıma doğru sürüklenir. Dini yönlendirmeler sonucunda Hektor’un ölümüne sebebiyet veren saldırgan girişimler ve en nihayetinde Troya Atı hilesi, abisinin seküler etkisinde kalan Paris’in aksi yönde tavır almasına rağmen yine din adamlarının baskısı sonucunda Yunan ordusu açısından başarıya ulaşması ve tüm kentin yok olmasına sebep olur.

Film, destanın finalinin biraz ötesine geçerek Hektor’un yanısıra Aşil’in cenazesi ve her ikisinin de dünyevi kahramanlar olarak eylemleri sayesinde ölümsüzlüğe kavuştuklarını dile getirerek sonlanır. Petersen’in tanrıları tamamen dışarıda bırakan laik uyarlaması, her ne kadar metne sadık ya da başarılı bir uyarlama olmasa da laiklik, sekülerlik ekseninde özgün bir örnektir. Öyle ki Troya’nın alt edilişinde Agamemnon’un ısrarı, Aşil’in gücü ya da Odyseus’un zekâsından çok sekülerleşmiş bir Hektor’un sekülerleşememiş babası ve onu etkilemeyi sürdüren din adamlarının yanlış yorum ve kararlarının etkisi baskındır. Buradan yola çıkarak filmin laik bir vurgu taşıdığını dile getirmek mümkündür ancak bunun ardında yatan güdülenmenin aydınlanmacı ve çağdaş bir zeminden yükseldiğini söylemek ikilem taşımaktadır. Zira İlyada’da Aşil’in aşığı olarak yer alan savaşçı Patroklos’un Troya filminde eşcinselliğe yer vermeme tercihiyle kuzene dönüştürülmesi filmin topyekûn çağdaş bir zihniyet ürünü olduğu iddiasını zayıflatmaktadır. Ayrıca Troya’nın seküler önermesini yönetmenin tanrıtanımazlığından ziyade dönemin Hollywood eğilimlerinde aramak daha doğru olacaktır.

1980 ve 1990’ların gişe filmlerinin büyük bölümünde kendisini hissettiren, yer yer saçmalığı ya da sululuğa varan gerçek dışı aşkınlık eğiliminin 1990’ların ortaları ve özellikle 2000’lerin başında gerçekçilik arayışına evrildiği görülmektedir. En bilindik örnek olarak, parodi halini alan James Bond serisine ara verilmesi, bir nevi karşıt James Bond olarak çok daha gerçekçi bir ajan serisi şeklinde büyük beğeni toplayan Jason Bourne üçlemesinin ortaya çıkışı ve sonrasında Bond’un Bourne’laşarak perdeye dönüşü gösterilebilir. Burada kendiliğinden meydana gelen bir zihniyet değişiminin tetiklediği eğilim aramak, sekülerleşme hudutlarında mantığa aykırı düşmektedir. 1990’lara komünizm karşısında zaferle giren kapitalizmin vaadi olan refah toplumunun gerçekleşmemesi, buna karşın geride bırakılan Soğuk Savaş’ın yerini farklı ölçekler ve bölgelerde yaşanan sıcak çatışmalara bırakması, hayal kırıklığını küresel olarak yaşatmıştır. Ek olarak 2001 yılı 11 Eylül’ünde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine yapılan terör saldırıları kitleler nezdinde gerçeğe, gerçekliğe olan gereksinimi de arttırmıştır. Aslı Daldal’a göre “sınıf çatışmalarının dengelendiği, yönetici sınıfın toplumun değişik katmanlarına uzlaşmacı ve ‘ilerici’ bir tutumla yaklaştığı tarihsel dönemlerde(özellikle savaş, darbe sonrası gibi toplumsal kriz dönemlerinde, dağılan ama tamamen parçalanmayan toplumu ‘yeniden canlandırma’ gibi amaçların öne çıktığı zamanlarda) sanat alanında ‘gerçekçi’ bir eğilimin ortaya çıktığı” (Daldal, s. 56: 2005) görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Troya uyarlaması ilahlaştırmaların, gerçek dışı, akıl dışı temsillerin perdeden çekildiği bir dönemin hem ideolojik hem de sinematografik olarak ruhuna uygun bir anda gerçekleştirilmiş olup, bu zihniyet dönüşümünü karşılayacak şekilde tanrıları bile ancak destanı yazılacak eylemler ortaya koyabildiği takdirde ölümsüzleştiren, bu noktada onları insanlarla eşit tutan bir uyarlama olarak dikkat çekmektedir.

Şark Cephesinde Değişin Bir Şey Yok – “Troya: Bir Kentin Düşüşü”

Sinema seyrini, seyir sözcüğünün taşıdığı eylemin mekânını ve biçimini değiştirerek dönüştüren Netflix’in, aynı zamanda sinema karşısında kan kaybeden küçük ekran işleri olan dizileri tekrar canlandırması ve hatta sinema filmlerinin önüne geçecek bir seviyeye taşıması başlı başına bir yazı konusu. Sayısız Netflix işi arasında 2018 yılında bir İlyada uyarlaması olması, UNESCO kararı düşünüldüğünde ne kadar tesadüf bilinmez ancak İlyada, Odesa ve bir bütün olarak Troya mtyhos’larının hala ne kadar talep ve tercih edilir oluşunu göstermesi açısından önemlidir.

David Farr’ın yönettiği her biri birer saat olan sekiz bölümlük Troya: Bir Kentin Düşüşü dizisi, şuana kadar ekrana ya da perdeye uyarlanan Troya denemeleri ile kıyaslandığında destana ve etrafındaki mitlere en çok sadık kalan uyarlama olarak dikkat çekmektedir. Homeros’un İlyada’daki başlangıç ve bitiş anlarını öncesi ve sonrasına doğru çekiştiren yönetmen, nispeten zayıf oyuncu kadrosu ve yapım ölçeğinin küçüklüğüne rağmen karakter inşası bağlamında özeni ve cesur kararlarıyla sınırları aşmaya çalışmaktadır. Troya kentinin mitolojide kaderini belirleyen, Paris’in jüriliğinde gerçekleşen üç tanrıçanın yarıştığı güzellik yarışmasıyla başlayan yapım, hemen başlangıcında tanrısal müdahalelerin etkisini, ağırlığını hissettirmekte ve laik kalma gibi bir tercihi olmadığını ortaya koymaktadır. Yönetmenin henüz açılışta, hikâye daha serim aşamasına bile varmamışken yaptığı bu seçim ile Antik dönem tiyatro ve sonraki çağlarda sinema da dâhil olmak üzere pek çok disiplinin başvurduğu deus ex machina dokunuşu akla gelmektedir.

Deus ex machia, “içinden çıkılamayacak kadar karmaşık ve tehlikeli bir durum oluştuğunda, tiyatro sahnesine dışarıdan (ex) palanga sistemiyle (mekanik) her şeye gücü yeten bir tanrı (deus) indirilir ve sorunu çözer. Bu aygıtın çözdüğü sorun, sürekli tekrarlanan, mevcut koşullarda çaresi bulunamayan bir kriz durumu” (Alogan: 2018) olarak açıklanabilir. Daha çok olay örgülerinin kırılma anlarında tercih edilen bu dokunuş, Netflix Troya’sında hemen başlangıçta kullanılarak tüm olayları tetikleyen tanrısal dokunuş ortaya konmuştur. Dizinin özellikle ilk bölümlerinde sıklıkla ekrana taşınan ve kendi aralarında da tartışan tanrıların ölümlüler tarafından görüldüğü ve hissedildiği anlar ise uyarlamanın can alıcı kısımlarındandır. Yönetmen bu sahneleri dini bir ağırlıktan çok karakterlerin daha katmanlı birer birey olmaları için kullanmaktadır. Örneğin 2004 uyarlamasının mutlak kötüsü olan Agamemnon, David Farr’ın yönetiminde Poseidon ve Demeter’in ısrarı ve ordusunun önde gelen savaşçılarının baskısı sonucu öz kızını tanrılara kurban eden, bakış açısına göre kurban ile kötü arasında seyreden bir figürdür. Uyarlamada sekülerleşme açısından dikkat çeken durum ise savaşın Helen-Paris aşkından daha büyük ticari, politik amaçlardan çıktığı vurgusunun doğru bir şekilde verilerek tarihsel gerçekliğe yaklaşan bir tutum takınmasına karşın, tanrıların buyrukları ve bu buyruklar yerine getirildiğinde yaşanan gelişmelere bakıldığında ölümlü gerçekliğinin hafifliğidir. Zira hiçbir eylem karakterlerin alınyazılarını değiştirmesine yol açmaz. Paris’in kimliğini bilmediği çobanlık yaşamında bir anda Zeus’un zorlamasıyla güzellik yarışmasında jüri oluşu ve ona en güzel kadının aşkını vereceğini söyleyen Afrodit’i seçmesi, yarışmayı kaybeden Athena ve Hera’nın Troya’nın yıkımına karar vermelerine neden olmaktadır. Uyarlamada Paris’in Priam tarafından Troya’dan uzaklaştırılmasının temelinde yatan da Paris’in doğumuyla beliren yıkım alametleridir. Bu alametlere göre Paris yaşadığı sürece Troya’yı yok oluş beklemektedir. Dizinin son bölümlerine doğru öldüğü ancak yeniden dirildiği iddia edilen Paris’in kaderinin de sıfırdan yazılacağı savaşta Troya’nın tarafını tutan Afrodit tarafından dile getirilmektedir. Ancak Zeus bu durumun yanlışlığını, kadere karışmanın onların bile haddi olmadığını belirterek Afrodit’i ikaz etmekte ve kader vurgusunu tanrılardan bile daha kutsal bir noktaya çekmektedir.

Seküler Çağ adlı eserinde ele aldığı kapsamı “seküler bir çağ, insan gönencinin ötesinde her türden hedefin silikleştiği, daha doğrusu insan yığınları açısından bu silikleşmenin tahayyül edilebilir bir hayat içinde yer bulduğu çağdır. Sekülerlik ile kendine yeterli hümanizm arasındaki kritik bağ budur” (akt., Bahadır, 16: 2017) sözleriyle açıklayan Charles Taylor’ın tanımından yola çıkarak Netflix uyarlamasının bunun tam zıddına karşılık geldiğini ve sekülerleşme açısından uyarlamanın, temsil açısından laiklik karşısında yer aldığı görülmektedir.

2004 uyarlamasının Aşil ve Hektor’u öne çıkarma tercihine karşın 2018 uyarlamasında Paris ve Helen’in öne çıktığı görülmektedir. Bununla birlikte Hektor ile Paris’in kardeşleri Cassandra ve Cassandra’nın lanetlenmiş öngörüleri filmde ağırlık sahibidir. Kader adı altında yazılmış her bir alınyazısının sahnelendiği bir seyre dönüşen Troya: Bir Kentin Düşüşü’nde Paris’in ödülü bir başka açıdan lanet olarak yorumlanır. Aşil’in bir ölümsüz olarak kodlandığı ve bunun altının çizildiği dizide Hektor ise daha akılcı bir birey olarak davranmaya çalışmakta ancak derinlikli bir karakter olarak sunulmadığı için basit bir askeri güç şekline bürünmektedir. Fakat Aşil ile birebir savaşlarında onu yaralamayı başarması ile beraber Aşil’e tıpkı insanlar gibi kanı aktığını söylemesinin Aşil’in tanrısallığıyla bastırılması filmde Hektor’da nispeten ortaya çıkan seküler düşüncelerin yanılgısını karşılamaktadır.

Troya’ya Amazon, Kilikya ve Trakya yardımlarının aktarıldığı, metinsel ve tarihsel gerçeklerin böylesine öne çıkma imkânı bulduğu bir uyarlamada tanrıların buyruğunun en nihayetinde sürekli baskın çıkması bir noktadan sonra diziyi tiyatro seviyesine düşürmektedir. Bunda hiç şüphesiz kötü yazılmış ve oynanmış oyunculukların payı büyüktür. Zamanın ruhu açısından politik doğruculuk kodlarının sekülerleşme motifinin önüne geçtiği dizide Zeus ve Aşil’i siyahi oyuncular canlandırmıştır. Siyahlar ve beyazlar dışında etnisite çeşitliliğine özen gösterildiği fazlasıyla hissettirilmektedir. Aşil’in biseksüel oluşu bir artı olabilecekken Amazonların altı ısrarla çizilen eşcinselliği dizinin sterilleştirilmiş ve bu şekilde serpiştirilmiş “ötekiler” geçidine dönüşmesine neden olmaktaır. Kaba tabirle tribünlere oynama çabası dizinin ilk bölümlerinde bizzat savaşa da katılan ve ekran süreleri daha uzun sokulu olan tanrıların fiziken yer edinmelerini bile bir noktadan sonra arka plana almıştır.

Bu noktada Troya: Bir Kentin Düşünü’nün mit ve din tercihlerinin güdülenmesine bakarken, 2004 Troya’sındaki sekülerlik eğilimine bakıldığı gibi daha toplumsal bir gidişata göz atmak gerekmektedir. 2001 sonrası gerçekçilik talebindeki artış, hemen akabinde, sinema açısından Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter uyarlamaları sayesinde yavaş yavaş kaçış sinemasına doğru dönüşüm geçirmeye başlamıştır. Öyle ki fantastik sinemanın yükselişi tür içi kodların gişelerinde bile kendisini göstermiştir. Aynı dönemde gösterime giren denizcilik serüveni filmlerden Dünyanın Uzak Ucu özenli gerçekçiliğine rağmen maddi başarısızlık olurken Karayip Korsanları bütün gayri ciddiyetine rağmen büyük başarı elde etmiştir. Kitlelerin gerçeklik ve hakikat arayışının artması küresel hegemonyanın üzerindeki baskıyı arttırırken Hollywood’dan gerçekliğin kademe kademe silinmesi bir tesadüften daha fazlasını hissettirmektedir (Fuster, 2018). James Bond’u ciddiyet ve gerçekliğe çağıran talebin kısa süre sonra, 2010’larla beraber Kingsman seviyesine dönüşmesi rastlantı değildir. Aynı şekilde uzun bir süredir tarihi epiklerin rafa kaldırılmış oluşu, Taht Oyunları gibi sekülerliğin büyü ile kırıldığı evrenlerin ve ayakları yere basmayan çizgi roman kahramanı uyarlamalarının egemenliğinde gerçekçilik ve seküler yaklaşımların daha küçük ölçeklere çekilerek çekilebildiğini söylemek mümkündür. Netflix’in Troya uyarlaması da, tanrısal ve mutlak kaderci tercihlerinde dini bir eğilimden ziyade küresel ölçekte yığınların politik ve sinematografik olarak kaçışı, uçukluğu ve aşkınlığı talep eder hale gelmesinden ötürü bu yönde bir temsil sunmuştur.

Sonuç olarak insanlığın antik dönemlerinden bu yana zihniyet sahasında entelektüel bir mücadele olarak da kavramsallaştırılabilecek sekülerleşme eğilimi, tarihin uzun veya kısa soluklu dönüşümlerinde mevzi kazanmış, cephe yitirmiş ancak her zaman ilerlemeyi sürdürmüş bir düşünsel eylemidir. Troya gibi küresel bir mitin on yıl gibi kısa süreli iki uyarlamasındaki farklarla görülebileceği üzere sekülerlik eğilimi kısa sürelerde değişiklik gösterebilmekte ve yansımaları da bu yönde şekillenebilmekte ya da başka düşünce ve eylemleri tetikleyebilmektedir. Troya söylencesinin gelecekte de insanlığa eşlik edeceğini öngörmek zor olmamakla beraber böylesine sevilen, karakterleri gerçekten de 2004 yapımında olduğu gibi ölümsüzleşmeyi başarmış bir destanın hala hakkını veren bir uyarlamasının veya esinlenmesinin sinemaya aktarılamamış olması ise şaşırtıcıdır. Yeni dönemler yeni eğilimlerle birlikte yeni Troyalar’a tanık olmak heyecanla beraber hayal kırıklığı beklentili endişeyi de içermeyi sürdürmektedir. Ancak, en azından Aydınlanmanın mite gerileyişinin süreklilik kazanamayacağına odaklanmak umut vermektedir.

Kaynakça:

Alogan, Yavuz (2018). Kim Karar Verecek?, Aydınlık Gazetesi, 01.12.2018

Bahadır, Osman (2017). Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme, İstanbul: Evrim Yayınları.

Çok Yazarlı (2015). Mit ve Masallar, Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Daldal, Aslı (2005). 1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal  Gerçekçilik, İstanbul: Homer Kitabevi.

Erhat, Ezra (2000). Mitoloji Sözlüğü, Dokuzuncu Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Fuster, Jeremy (2018). ‘Master and Commander’: 15th Anniversary of the Franchise That Never Was, The Wrap, 13.10.2018.

“Troy” https://www.imdb.com/title/tt0332452/

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi132

Bunu paylaş: