Tarihin Getirdikleri: Tarihin Derinliklerinde Yatan Nedenler, Niçinler – İsmet Şengül

Konu Troya (Truva), yıl Troya yılı. İstedim ki sadece bir boylamda kalmayıp tarihe ve insanlığın özgeçmişine ve varoluşçuluk döngüsüne de, biraz ışık tutayım.

Ben kendi varlığımdan taşınmak istiyorum.

Ki kendi kendime bile sığamıyorum.

Yedi iklim dört köşemle dolu doluyum.

Artık ben bende gitsin diyorum.

Sonuçsuz kuramlar içerisindeyim.

Güne yüz dönmeyen gecenin eşiğindeyim.

Umutlarım dar boğazda hayatın neresindeyim.

Artık ben bende kalmasın istiyorum.

Tarih sayfalarında kendimi arıyorum.

Hep boşu boşuna oyalanıyorum.

Düz dururken yokuşu dolanıyorum.

Artık ben bana fazlayım biliyorum.

Adım atacak yer yok vücudumun şehrinde.

Hiçbir canlı yetişmez boşa akan nehrimde.

Bir varmış bir yokmuşum çarh-ı devran içinde.

Tarihin ak sayfaları doğru yazsın diyorum

Tarihe vakıf olup tarihi bilmek.

Tarihe ışık tutup güneşe gitmek.

İnsanlığın ufkunda nehirleşerek

Milyarlarca yıldız gibi aksın diyorum.

 

Biz insanlar yeniyi ve en iyiyi inşa etmeliyiz. Bütünsel bir yaklaşım kullanmalıyız çabalarımızda. Tüm varlığımıza önem vererek, ilimle, bilimle, aşkla, sevgiyle beslenmeliyiz diyorum.

Zihin, ruh ve beden bizleri biz edenlerdir. Birinden dahi yoksun olursak yarım adımlık ömrümüzde yarım kalırız diyorum.

Her söz eyleme dönüşen ana fikrin kendisidir. Her dil evrenselleşemez! Mutlak surette evrenselleşen dilin zamanı da gelecektir. Bu dildir ki kalpten kalbe, candan cana, ruhtan ruha akarak kokularla, seslerle, renklerle ve insanla bir bütün olarak vücut bulacaktır diyorum.

HAN İÇİNDE HANCIYIZ,

YOL İÇİNDE KERVANCIYIZ

(1)

Hayatın sonsuzluğunda meçhul birer yolcuysak, yolun engebesini bilip dikenini hesaba katamıyorsak, sadece kendimiz için var olup başkasına olamıyorsak, insanlığın yolunda düşmana hasım, dosta dost kalamıyorsak, kendimizden başkasını önemsemiyorsak, nasıl var edebiliriz kendimizi, kendimizle birlikte yola gelenimizi. Nasıl ebedileştirip en güzelliğiyle, nasıl yaşanılır kılabiliriz ki yaşadığımız dünyayı.

Her günümüz yepyeni  bir gün ve bizler her gün yeni bir ben olmalıyız.

Farklı düşünüp, farklı konuşup, farklı inançlara sahip olabiliriz.

Ana temele bakmalıyız. Ana temelde yatan nedir? Ne değildir? Onu iyi idrak etmeliyiz. İnsanlığın temelinde yatan varoluşçuluk döngüsünü var edip ayakta tutan, anlamlaştırıp canlı ve de cansız olan tüm varlıkların sürekliliğini sağlayıp ya da sonlayan insanoğlu insandır.

Temel bir ama binalar farklı inşa ediliyor olabilir, bu farklılık kutuplaşmalara taşımamalıdır insanları. İnsanlık farklı inançlı tek bir gövdedir ve insanlar da bu gövdenin ana dalları ve yapraklarıdır. Nasıl ki yaprak daldan düşerken ayrışıp toprak oluyorsa, insan da düşerken dalda ayrışır, sonsuzluğun sunağında gene toprak olarak birbirine karışır. Tek fark isimlerimiz ayrı, ama cismimiz bir.

(2)

Her yeni gün, yepyeni düşüncelerimizin yansımasıdır.

Her yaşanmış tarih, yaşanacak olanların aynasıdır.

Yeni tohumlar ekmeliyiz insanlığın toprağına, filizlenip boy vermeli sevginin doruğuna.

Kuşatmamalı bizleri yanlışlar, sürüklememeli bizleri yanılgılar.

Bizi biz eden insanlık, insanlığa iyilik getirmeyi şiar edinmeli.  Ne kendini hiç etmeli, ne de kendisi için bir başkasını harcamamalı, harcatmamalı! Sonuçsuz kalan bir eylem yeni bir eylemin olamayacağına emsal olamaz. Tek bir yöntem ve tek bir kişi herkes için uygun olamayabilir. Birlikte güç, güçte irilik, irilikte dirlik doğar. Hepimiz yürüyen çağın yolunda insanlığa ve aydınlık yarınlara rahatlıkla çıkılacak birer basamak olmalıyız. Yoksa nasıl düşeriz işleyen çağın umut yüklü ak sayfalarına. Hiçbir medeniyet,  hiçbir uygarlık ve yaşayan döngü ne bir sevdaya nede bir doymak bilmez egoya kurban verilemez. Bir kişinin vebali bir millete yük edilemez. Sadece ve sadece insanlığı var etmek için var olmalı insan, yok etmek için değil. “Yokluğun pazarında varlığı satamazsın, varlık yokluğa yoklukta varlığa alıcı olamaz”. Çocuk ilk düşmede korksaydı, yürümeyi öğrenebilir miydi? Paris de aşkından vazgeçseydi bir milletin ve ulusun hezimetine sebep olur muydu hiç?

Her gelen günü, bir öncekinden daha güzel kılmalı.

Her gelen yıl bir öncekini aratmamalı.

Her yeni doğan, doğmuş olandan daha da ileriye taşımalı kendisini.

Tüm güzelliklere tamda bu noktada yola çıkılır.

Verdiğin her ses gelecekte sesine yankı bulmalı.

Evrende bir sonsuzluk var doğru seyret.

Döngüyü döndürecek sonsuz bir kaynak var,  iyi keşif et.

Bulutsuz bir gecede yıldızları ve ayı.

Ayaklarımızın altında yürüyen kum tanelerini, TOPRAĞI.

Akıp giden nehirleri ırmakları.

Üstümüzde akıp giden bulutları.

Kıyıları döven dalgaları.

Meyve verip vermeyen tüm ağaçları.

Görüp göremediğimiz tüm canlıları.

Bereketiyle can veren yağmurları.

İyi hisset, çünkü evren sadece doğru olup,  doğru duran ve doğru davrananları sever…

BİÇİMSEL DÖNGÜ

TROYA –TURUVA

Perspektifteki vazgeçilemeyen uygarlık..

Yeni bir döngü kuruluyor. Büyük bir umut ve bu umudun gerçekleşmesi, devamlılığının sağlam temeller üstüne kurulup ebedileştirilip tarihin getireceklerini hesaba katmasını bilmekle başlar.

Tarihten yoksun bir millet, kuşkusuz ki öksüz ve geleceksiz olurdu. Unutulmamalıdır ki dün bugünü belirler, bugünler ise yarınlarda yankı bulup hissedilir. Geçmişin belleği geleceğin felaketi olmamalıdır.

Geldiğimiz bu noktada sevgi bitip kardeşlik değişirse, doğruluk azalır nifak çoğalırsa, umut terk eder doğduğu toprakları.

Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri.

Askeri çatışmalar her zaman ekonomik değişiklik çerçevesinde araştırılıp incelenmelidir. Büyük bir gücün yükselip  ve çöküşü,   ya askeri güçlerinin uzun süreli savaşımında ya da ekonomik güçlerinin yerinde ve yeterince  olmayışından, idareciliğinin  zayıf ve yetersiz oluşunda kaynaklanmaktadır. İradeli, kararlı, azimli, erdemli bir idarecilik yükselişi güçlendirir.

Güçlerin durumlarının barış sırasında sürekli olarak nasıl değiştiği, bu çalışma için savaş sırasında nasıl çarpıştığı kadar önem taşımaktadır. İyi bilinmeli ki dünya meselelerinde ilerici konumda olup başı çeken ulusların ellerinde bulundurdukları güçleri hiçbir vakit değişime uğramadan asla aynı kalamaz. Bunun etkeni farklı konumda ve de aynı durumda olan toplumlar arasındaki eşit olmayıp dengesiz büyümenin ve de küçülmenin oluşumundadır. Var olmuş ve var olacak devletlerin yani ulusların her zaman için kudretli ve zengin olup ya da olmaması; gücünün ve zenginliğinin çok büyük oluşuna ya da sağlamlığına değil, esasında çevresindeki ulusların aynı konum ve zenginliğe fazlasıyla sahip olup ya da olmamasına bağlıdır.

Her dönemde her çağda her yeni bir devingenlikte uygar bir toplum meydana getirip uygarlığın temeline oturtmak amacı altında, vahşi insan, vahşi ırk yaratma çabası ve uğraşı yatmaktadır. Vahşi olup asil gözükmek,  kurt olup kuzu postuna bürünmek,  adil gözüküp adaletsizliğe sığınmak şiar edinilmiştir. Bir uygarlığın,  bir ulusun çöküşü dış güçlerin top yekûn amansız akınıyla da olabilir ya da kendi içinde kaynaklanan vukua gelen olumsuzluk, zayıf idarecilik, tutarsızlık, ekonomik zayıflık, şuursuzluk ya da genel bir strateji gerçekleştiremeyip sadece söylemde kalıp laf kalabalığıyla bütün olumsuzlukların üstünü örtüp geçiştirmekle de oluşabilmektedir.

Troya yani Truva büyük bir ilgi ve kararlılıkla aldığı tarih sayfalarındaki yerini yine kendi karasızlığı ve zaaflarıyla kaybetmiş olup, geldiği konumda yine kendi çöküşünü hazırlamış bir medeniyettir.

Toplumsal sorumlulukların fazlasıyla zayıflatılması ya da esaret altına alınarak mahkûm edilmesi için ciddi boyutta bir saptırıcılığa yeltenilmesi bireysel ahlaka dayalı olmasındadır. Oysaki toplumsal ahlak boyutunda düşünmek ve uygulamaya sunmak gerekir. Kendine reva görmediğin olguları topluma uyarlayıp empoze edilmeye çalışılması etik olamaz.

Aşağılık dünyayı kendi öz varlığı olan mucizevi yaradılmışlıklığından üstün tutarak makama, servete  tamah etmek ne de kötü bir hastalıktır. Ve bir millete uygun düşmemesiyle birlikte vaz geçemediği sevdasına bir ulusu feda etmek ne de yaman bir tutku, bir çelişki, bir basiretsizliktir. Belki de asla ve asla yenilgiye uğramayacaklarının yanlış hesabını yapıp gaflete düşmek nede büyük bir yanılgıdır. Halkını yok oluşun eşiğine getirmiş olmanın bilinçsizliğine düşmek ne de yaman bir vazgeçilmişliktir. Truva savaşı yaşamakta olup ve yaşayacak olan gelecekteki kuşaklara, nesillere, uygarlıklara bir örnek bir akıl yürütme mekanizması olarak her zaman yerini alacak ve esmesini okutacaktır. Truva’yı ilginç ve ölümsüz kılan yaşanılan savaşın şekli,  olma biçimi ve sonucudur.

Bir millet ki böylesi bir dünyada makaslanıp yere düşen bir tüyden, tende arındırılıp yıkanan kirden daha değersiz ve kurt sürüsüne teslim edilen bir kuzu sürüsü olsun. İdareciler, krallar ya da sultanlar, prensler ve de bir ulusun can damarına nüfuz edecek yetki sahipleri olsun, hüküm sürdükleri coğrafyanın ve de ülkenin sadece ve sadece iyi bir idareciliği için iyi bir şekilde yönetilip yaşayan milleti için güzeli en güzelini yapmak yolunda mücadele verip insanlığa en iyi şekilde hizmet vermek, tüm benliği ve kararlılığıyla azimle çalışmak gerektiğinin kanısına varmak zorundadır. Yetki ve ellerinde bulundurdukları güç ona o yetkiyi veren milletten daha yüce görülmemeli ve öyle de algılanmamalıdır. Kendini halkından milletinden üstün ve hüküm sahibi olarak gören zihniyetler her daim yönettiği ulusun hezimeti olmaktan öteye taşıyamamıştır sürdüğü devranı.

Dünya kalıcıdır, ebedidir, evvelden ezele gidici olan yaşayan canlılardır. Onun içindir ki dünya seni sonsuzluğa uğurlamadan sen kendini uygar bir dünyada uygar biri olarak vazgeçilmez kıl. Çünkü dünya ne hayalperestleri, ne maceraperestleri, ne kendi, kendini bilmezleri, kendini nice sonsuzluk sananları iki metrekarelik bir çukura terk etti. Peki ya sen kimsin kâinat denen döngüde, dönen çarkın dişlilerinin arasında bir toz zerresi bile sayılmazsın. İnsan yaptıklarıyla anılır,  yâd edilir, saygı bulur. Sen gidersin izin kalır oda gelecek yarınlarda yankılanır.

Truva demişken,  dünya kurulalı var olan ve canlıları var eden aşkın, yarım adımlık ömründe hep seninle,  ezelden ebede yaşar sanıp kendinle kalacağına inanmak mıdır Truva’yı vazgeçilmez kılıp ölümsüzleştiren.

Binlerce yıllık geçmişiyle Anadolu ve Akdeniz, uygarlık tarihi açısından oldukça büyük bir önem taşıyan, hikâyesi ve destansı yanıyla şairlere, yazarlara ve çizerlere ilham kaynağı olan, gün yüzüne çıkarılan buluntuları arkeoloji dünyasını mest edip derinden etkileyen, Troya  (Truva) Antik Kenti tarihi zenginliği açısından, 1998 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınarak uğradığı büyük bir hezimetle, tarihin ak sayfalarındaki yerini almıştır. “Truva Savaşı’nın yapıldığı yer“ olarak geçen bölge konum olarak Çanakkale’ye bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içerisindedir

Mitolojik yanıyla da oldukça önem taşıyan, Truva Savaşı, Truvalı Paris’in, Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen’i kaçırması sonucunda Yunanlıların (Akalılar) Anadolu da ki Truva kentine saldırması ve Yunanlıların zaferiyle sonuçlanan, neden, nasıl, niçinleri masaya yatırılıp irdelenecek amansız bir savaştır. Her yönüyle çok ders alınacak, örnek gösterilebilecek, tarihe getirdikleriyle ve götürdükleriyle, büyük anlam ve kazanım sağlayacak yaşanmışlıktır.

Helen iade edilip, beklenen özür ve tazminat ödenseydi belki de bu savaş hiç yapılmayacaktı. Tarihe getirdiği destansı yanıyla belki de hiç bilinmeyecekti. Atıyla yâd edilip ölümsüzleşmeyecekti. Truva Atı, yönünde saptırılmış bir kurgu, bir hikâyede olabilir. Gemiciliğe önem verip ve bu alanda oldukça ilerde olan Yunanlılar, tanrılara, bir gemiyi sunak olarak yapmış olma ihtimalini daha güçlü kılmaktadır. Ama bu saatten sora bu sav anca pişmiş aşa su katmaktan öteye gitmez. Atın varlığına dair hiçbir bulgu ve kalıntıya rastlanmamıştır bu güne dek. Ama gemi, yanlarında her yere taşıdıkları bir sunak olma özelliğini fazlasıyla taşımaktadır. Kendi tapınaklarını ve tanrılarını gittikleri her yere götürme gerekliliği o sunağı kıyıda bırakıp gitme mantığına daha çok yatmaktadır. Karada mevcut olan tapınakların ibadetlerine sunduğu olguyu deniz seferlerine de taşıyarak tanrıların gazabında korunmalarına bir garanti ve özgüven olarak algıladıklarını iyi ölçüp biçmek lazım. Ön direğinde at başlığı taşıyan bir gemi, mantığı akla daha yatkın gelmektedir. Kıyıdan kızaklarla kaleye çekilerek götürülmesi yürüyen at tabirinin kullanılması ve Truva Atı olarak dilden dile dolaşarak bugünümüze kadar gelmesine en büyük ana etken olmuştur.

Destansı yanına göre Truva Atı bu savaşın tek kazananı olmuştur. Kurnaz bir zekâyla yapılan, kendinden asırlardır söz edilmesini fazlasıyla hak eden bir savaş hilesidir. Yenilginin diğer bir nedeni ise kendi ruhlarından, yüreklerinden korkularıyla birlikte yarattıkları tanrılardır. Tanrılarına körü körüne inançlarıdır. İnancın boyutu ne kadar derinse körlüğü de o kadar vahim sonuçlar doğurur. Tanrıların öfke ve lanetinden korkmaları bırakılan sunak her ne ise incelenmeden araştırılıp tehlike boyutunun olup olmadığına bakılmadan kale kapısının üstüne gedik açılarak zarar vermeden içeri almaları sonun başlangıcını hazırlamıştır. Bırakılan sunağa zarar verecekleri an tanrıların öfkesinden ve gazabından kurtulamayacaklarına kanaat getirmeleri inanç ve de bağlılığın her zaman ölçütünde olması gerektiğini göstermektedir.

Truva kenti M.Ö 15-12 yy ait olan 6. tabaka, Homeros’un anlattığı Truva’dır.

Homeros’un Truva Savaşı’nda bahsettiği kentin Yunanlılar tarafından tahrip ediliş tarihi olarak ilk çağda M.Ö 1184 yılı olarak kabul edilir.

Savaşın tek nedeni Helen olarak bilinse de; coğrafi konum olarak kıyıdan epeyce içerde olmasına rağmen çok önemli bir liman kenti olması,  iç ve dış pazarda da önemli yer  tutması Yunanlılarda dahilinde olmak üzere bir çok uygarlığın iştahını kabartıp nazarı dikkatlerini cezbetmesi de savaşı kaçınılmaz kılmıştır.

Truva ve savaşı, İstanbul’un fatihi Fatih Sultan Mehmet’e de ilham kaynağı olmuştur. Her yeni doğan uygarlıklar bir öncekinden aldıkları ilhamla yükseltmişlerdir insanlığın binasını. Bir varoluştur yaşayan çağın dönen dişlilerinin arasında,  dökülerek yeşeren kırıntılarla yükselen yaşam döngüsü.

Kâinat dediğimiz yaratılmışlığın en belirgin sırrıdır. Şüphesiz ki yaratılmışlık döngüsü asırlardır insanoğlunu fazlasıyla meşgul ederek beyin göçüne zorlamıştır. Hiç şüphe götürmeyen bir gerçek var ki insanoğlu ilk önce kendi öz varlığını tanıyıp keşif etmeye çalışmalıdır. Var olmamızdaki sır nedir?

Biz insanlar maddi değeri çok da yüksek olmayan maddi ve manevi yaratıklarız. Maddi değerini gramaja vurursak, bir vahşi hayvana birkaç öğün yetecek kadar et, bir metre kare duvarın badana sına yetmeyecek kadar kireç, az miktarda fosfor, beş altı litre kan, nihayetinde iki kalıp sabun olacak kadar yağ. Ne yazık ki insan denen varlık, kendini dünyadan,  var olan her şeyden daha değerli daha makul bulur. Kendine bu payeyi biçerken sadece maneviyatını öne çıkarır. Değerini ona göre biçer. Oysaki insanoğlunu diğer varlıklardan ayıran tek şey düşünen konuşan bir mahlûk olmasıdır…

İnsanoğlu asırlardır varlığına akıl sır erdiremediği her olguya körü körüne tapınıp bağlı kalmayı yeğlemiştir. Gerçeklik boyutuna ulaşamaması boyun eğip ram etmeyi kaçınılmaz kılmıştır. O sebeptendir ki tapınmak duygusu ağır basıp tapınılacak tanrılar ve tanrıların sunaklarını ya da tapınaklarını inşa etmeye mecbur kılmıştır insanı. Ateşi bulup ateşe tapmış, gök gürültüsünde korkmuş şimşeğe tapınmış, denizlerin hışmından korkmuş deniz tanrısını yaratıp ona tapınmış,

Güneşe, fırtınaya, öküze, ineğe, üstesinde gelemediği her şeye bir tanrı tiplemesi yakıştırıp asırlarca tapınmış ve asırlarca dua edip medet ummuş.  Bu söylem ne kadar da yerinde ve dosdoğru. “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!”

İstanbul’un fethine de ilham kaynağı olan ”Truva” tarihin her zaman tekerrürden ibaret olduğunu ortaya koymuştur.  Bir sonraki gelen tarihi gelişmeler nedenler, niçinler, olasılıklar, yaşanacaklar bir öncekinin yansımasıdır.

Destanlaştırılarak anlatılan, filmlere, konu olan dilden dile asırları deviren Truva Savaşı anlatıldığı kadar bire bir yaşandı mı tüm netliğiyle bilinmemektedir. Biz insanlar her şeyi her yaşanmışlığı ya da yaşanmış olarak var saydığımız her olguyu olasılığı istediğimiz boyutta kavramsallaştırıp bin yıllara taşıyacağımız gibi basite indirgeyip anlamsızlaştırabiliriz de. Truva Atı var mıydı, yok muydu ya da bir gemi miydi bırakılan sunak? Ne çare ki bizlere bırakılan olasılık vasata dahi indirgenmeden,  sorgulanmadan tek nokta üzerinde durularak at olduğu varsayımcılığına hem fikir olmaya mecbur etmiştir bizleri. Biz insanlar birçoğumuz düz mantıkla hayata bakan, her gün düz kontakla çalışan beyinlerimizle yaşama ve doğayla hem hal olan varlıklarız. Birçoğumuzun kendine özgü ana fikirleri olmayan, sözüm ona düşünen konuşan canlılarız, bu kadar. Tarihin ak sayfalarına notlar düşüren yazarlar çizerler bize ne sunmuşlarsa sadece onu görüp bilmeyi yeterli bulmuşuz. Her yazılan tarih gerçek olamayabilir, her “Tarihçiyim!” diyen tarihe vakıf olamayabilir.

Peki, Hz. Nuh’un gemisi var mıydı? Gerçek anlamda bakıldığında böylesi bir gemiye neden ihtiyaç duyulsundu. İnsan ırkı sadece bir seferliğe mahsus mu? Hava, toprak ve su bileşiminde yaratıldı. Tufanın ardında yeni bir yaşamsal döngü kurulamaz mıydı? “Dünya 70 kere doldu boşaldı.” denir; söylenegelen tabirle bu ilahi hikmetteki anlam, derinlik ve sır nedir o vakit? Onca yaratılmışlığı tekrardan yaratmak korkusu mu hâkimdi? Kurulacak yeni döngüde zahmete girmek isteksizliği mi vardı?

Modern çağımızda bile yeni yeni dinler ortaya çıkmakta. Modern saydığımız modern çağın insanı olarak kabul ettiğimiz insanlar aslı astarı olmayan dinlere inanıp müritliğini yapmaktalar. Tomar tomar tanrılar yaratılmakta!

Evren, dünya ve tarih üçgenindeki biz.

En lezzetli et hangi canlının etidir?

Dünyayı araştırdığımızda hemen hemen tam da dünyanın ortasında bulunup, ufak bir kara parçası olan topraklarımızın asırlardır hep kan ile yoğrulmuş olduğunu görüyoruz. Tarih boyunca bugüne dek sayısız savaşlara yıkımlara ev sahipliği yapmış bir kara parçasıdır.

Tarih öncesi insanın yaratılışında Habil ve Kabil; kardeş oldukları halde, kardeş kanı dökerek gelecek olan nesillere öldürmeyi ve kan dökmeyi miras olarak bırakmışlardır. Amaç yaşatmak ve kardeşçe yaşamak şiarı olsaydı ölüm sadece ecel elinde olup da kimse kimsenin katline ferman olmasaydı, olamaz mıydı yani? İnsanlığın hali yeryüzündeki tabiat gibidir bazen sisli, bazen bulutlu, bazen fırtınalı, bazen de güneşli geçer. Bazen güler,  bazen aşırı hırslanır, bazen zeki,  bazen akıldan yoksun davranır, bazen merhametli, bazen de ister ki yeryüzünü yakıp yıkıp yerle düz yeksan etsin. İnsan ve insanlığın meselesi ağır müşkülatlar getirir. Bir güç başka bir gücü kabul edip çekemez, bir uygarlık başka bir uygarlığa tahammül edemez.

Kâinat dediğimiz sonsuz bir değirmendir, suyunu sonsuzluktan alan. Dünya denen gezegen ise bu değirmenin ana taşlarından biridir. Nice yaşanmışlıkları, nice varlıkları un ufak edip öğüterek tarihin çöplüğüne atan. İnsanlığın tarihi, sevgiyle vücut bulup hoş görüyle atmışken temelini, fitnelik ve kötülükle yol alıp, zulüm ve ihanetle doldurmuştur heybesini, kendi etiyle beslenip gözyaşıyla giderir susuzluğunu. Dünya gibi insanlığında vardır bir öz geçmişi. Dünyayı çevreleyen denizlerin suyunu boşaltıp alsak, gerisin geri yerini dolduracak kadar kan akıtılmıştır. Yaşanan onca kaosun içinde neyi alıp neyi gömmeliyiz, neye meyil edip neyi dışlamalıyız, neyi takdir edip neyi suçlamalıyız, neyi örnek alıp neyi kötülemeliyiz, neye bel bağlayıp neye yüz dönmeliyiz, dünyayı besleyen insan eti,  sulayanda insan kanı değil mi, neyi çıkarıp neyi yerine koyabiliriz? Kendimizce uygun,  güzel ve hoş olan her ne varsa cımbızla çekip almışız. Ve lakin kötülük her yerde, adım attığımız, durup baktığımız, dokunup tuttuğumuz. En lezzetli et insan etidir. Yoksa neden onca silahlar yapılıp insanın canına kıyılsındı, dünya kana bulansındı? Onca kılıç, onca mızrak, onca ok neden insanın etine bilensindi?

Dünyadan bezginsiniz, hayata bıkkın, isteksiz ve yorgunsunuz. Lakin hala tamahtan uzaklaşıp gerçeğe erişebilmiş değilsiniz! Hala sizleri, sizlikten alan her şeye ve her kötülüğe yani kendi toprak yorgunluğunuza âşık buluyorum. Somurtkanlığınızı görüyorum çünkü hala içinizde tükenmeyen bir sonsuzluk isteği var. Everende birçok değerli ve anlamlı keşif edilmişlikler var. Kimi faydalı, kimi hoş, kimisi de vuslatını bekleyen. Güzel bir geleceğin hatırı için dünyayı sevelim sevdirelim, canlı ve de cansız tüm varlıklarıyla yaşanılır kılalım. Dünyayı kendinden bezdirip usandıran hasta, yaşamak yorgunu asalaklardan olmayasınız, çanak yalayıp hile ye sapmayasınız. İnsanlığın hedefi hep bir adım daha yakındır ama sanki de kilometrelerce uzaktaymış gibicesine durmakta. Geçmişin izleri her zaman geleceğin yol belirleyicisi olmalıdır.

Ruh en uzun soluklu çıkışa sahiptir, en yükseğine çıkabildiği gibi, en derinine de inebilir. Ruh kendi içinde genişleyip uzağa da gidebilir, aldanıp kandırılabilir ve yönünden saptırılabilir. Biz insanlar birer hayal kırıklığı olmamalıyız. Yalçın derinliklere yuvarlandırılırken bu ahvalin keyfine varanları bilir misiniz? İnsanlığın hali hep de bu minval üzeredir. Kendi derinliklerinde yuvarlanıp kaybolan. Tarihlerde, yaşayanları kendi zamanın derinliğine yuvarlayıp bunun keyfine varmıştır. Geride bıraktığı belirli ya da belirsiz izlerle oyalanıp gerçek bulgulara ulaşabilmemiz yolunda ana etken olmuştur. Aşın ve ekmeğin bedava ve de rahat kazanılır olmaması değil midir ki insanları birbirinin canına etine düşüren? Geçimlerini güç ve zorlukla kazananlar yırtıcı birer mahlûk gibi olurlar. Truva’nın hezimeti gibi. Eskiden kuşlar insanların üstünde uçardı, şimdiyse insanlar gökyüzünün hâkimiyetini ele almışken yaşanan yağmanın gaspın haddi hesabi bilinmemekte.

Peki ya gelecekteki kuşaklar bizleri ne diye yâd edecekler?  Âlim mi? Zalim mi? Bizleri keşif edip anlamaya çalışırken ne olarak,  ne olmayarak anacaklardır?

30.11.2018 – İZMİR

Görsel: Troya’nın Düşüşü (1627) – Daniel van Heil

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi132

Bunu paylaş: