Gezi: Beş Yıl Önce, Beş Yıl Sonra – Can Soyer

Gezi Parkı başkaldırısıyla tetiklenen Haziran Direnişi beş yılı geride bırakırken günümüzden bakıldığında beş yıl öncesi bugün tam olarak ne ifade ediyor, neye karşılık geliyor ve sizce gelecekte nasıl bir konuma erişecek?

Gezi Direnişi gibi bir olayın tek bir açıdan ele alınması ve sınırlı bir disiplinin içinde değerlendirilmesi yanlış olacaktır. Dolayısıyla, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da Gezi Direnişi Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihine eğilen çalışmalarda mutlaka yer alacak, farklı boyutları ve sonuçları ile incelenecek bir konu. Benim bu kapsamda bir değerlendirme yapmam mümkün değil elbette, ancak çok sınırlı bir çerçeveden söz etmem gerekirse şunu söyleyebilirim: Gezi Direnişi, Türkiye’de 12 Eylül’le başlayan bir dönemin sonunu işaret etmiştir.

Bu dönemi, esas olarak, halkın siyaset alanına katılım kanallarının giderek daralması, sonunda tümüyle tıkanması şeklinde tarif edebilirim. Bu gelişmenin ardında yatan ana neden de neo-liberal birikim biçimi ve onun topluma, siyasete, kamusallığa etkisi. Neo-liberalizm, sadece ekonomi alanının ve ilişkilerinin değil, aynı zamanda toplumsal yapının ve ilişkilerin, devlet ile yurttaş arasındaki hukukun, toplumsallık algısı ve bilincinin de köklü biçimde dönüşümünü içeriyor. Ve bu dönüşümün sonucu (veya hedefi) kapitalist egemenliğin halkın ulaşabileceği alanın, yani siyasetin dışına taşınması, halk iradesinden muaf hale getirilmesi. Daha basitleştirirsek, ekonominin, siyasetin ve toplumsal ilişkilerin hangi yönde ilerleyeceğinin belirlenmesi sürecinin tümüyle halkın söz ve karar alanından çıkarılması ve kapitalist egemenliğin resmi veya gayri resmi organlarına devredilmesi.

Bu dönüşüm AKP iktidarı ile birlikte başlamış bir şey değil; 12 Eylül ve Özal iktidarından bu yana, dünya kapitalist sisteminin de özel yönlendirmesi ile yürürlükte olan bir süreç. Ancak AKP iktidarı döneminin özel bir önemi olduğunu inkâr edemeyiz; bu dönemde söz konusu süreç hem öncesine kıyasla çok radikal sonuçlara kadar ilerletilmiş hem de AKP bu süreci ilerletmek için her türlü siyasal, ideolojik ve fiziksel baskı aygıtlarını kullanabilmiştir.

İşte Gezi Direnişi’ni bu bağlama yerleştirmenin ve siyasete müdahil olması engellenen, yani hem ülkenin hem de tek tek yurttaşların geleceğinin belirleneceği ilişkiler alanının dışına itilen halkın, siyaset alanına dolaysız biçimde girişi olarak değerlendirmenin doğru olacağını sanıyorum. Burada, neo-liberal dönüşümün kendisine olduğu kadar, siyasetten dışlanmaya karşı halkı siyaset alanında tutmayı, oraya taşımayı beceremeyen muhalefet partilerinin de aşıldığı bir müdahaleden söz ediyorum. Çünkü ister düzen içi muhalefet partileri olsun isterse de düzen dışı sol/sosyalist güçler olsun, Türkiye halkını siyaset alanına taşımayı başarabilmiş bir siyasal öznelik/öncülük sergilenememiştir. Sistem tarafından siyaset alanına müdahale kanalları tıkanmış, muhalefet tarafından da siyaset alanında temsili başarılamamış Türkiye halkı, deyim yerindeyse sahaya kendisi inerek siyaset alanını radikal biçimde işgal etmiş oldu.

Böylesi anlar, Badiou’nun deyimiyle “olay”lar, doğası gereği kısa süreli patlamalara benzer, ancak etkileri ve yarattığı fırsatların kalım süresi hayli uzundur. Bu nedenle, Gezi Direnişi’nin eylemlilik boyutu sona ermiş olmasına rağmen, Türkiye’de hiçbir şey Gezi Direnişi’nin öncesine dönemez. Bu anlamda, Gezi Direnişi’nin etkileri hala sürmektedir, bundan sonra da farklı biçim ve içeriklerde sürmeye devam edecektir. Bunu bir nostalji duygusuyla da karıştırmamak lazım tabi; söz konusu olan şey Gezi Direnişi günlerine duyulan hasretten öte sosyolojik ve siyasal bir alanın açılmasıyla ilgilidir. Bu alanı da şimdiye kadar belirsiz, şekilsiz, içeriği kuşkulu olan, ama propagandif açıdan fazlasıyla kullanılan bir kavramın, “halk” kavramının işçi, emekçi, ilerici ve dayanışmacı bir karakterde yeniden kurulması, yeniden anlam kazanması olarak görüyorum.

Gezi ve Haziran deneyimi beş yıl önce alanlarda olan muhalif odaklar açısından olumlu-olumsuz ne gibi sonuçlar doğurdu? Eleştiri ve özeleştiriyi gözeterek geleceğe yönelik sistem karşıtı fikir ve eylem inşasında bu döneme nasıl başvurulmalı, Gezi’den nasıl faydalanmalı?

Konuya yukarıda özetlemeye çalıştığım biçimde bakıldığında, Gezi Direnişi’nin sadece düzen ile halk arasındaki bir çelişkiyi ifade etmediği, aynı zamanda muhalefetin, özellikle de düzen dışı sol/sosyalist muhalefetin yetersizliklerini de açığa vurduğu söylenebilir.

Türkiye sol/sosyalist hareketinin 12 Eylül’den bu yana temelde iki kurgusu olmuştur. Birincisi şudur: Bir öncü güç inşa edilecek ve nesnel koşullar olgunlaşınca, yani toplumsal muhalefet yükselişe geçince inşa edilmiş öncü güç kitlelerle buluşacak ve siyasal hedeflerine yürüyecek. İkincisi ise, yine ayrı bir alanda (neredeyse dışsal bir ontolojik mekânda) inşa edilen öncü güç, toplumsal yapının içindeki alanlarda örgütlenerek toplumsal dinamikleri (işçi hareketi, gençlik hareketi, kadın hareketi, yurttaş hakları hareketi vb.) kendi bağrından çıkarıp yaratacaktır.

Gezi Direnişi ile birlikte ise bu iki kurgu da yanlışlandı. Öncelikle, yıllardır beklenen nesnel koşullar ortaya çıktığı anda, sol/sosyalist güçlerin bu koşulları lehine kullanmayı bırakın, ona uygun bir hazırlık içinde dahi olmadığı görüldü. İkinci olarak ise, öncü güçlerin kendi bağrında yeşertmeye çalıştığı toplumsal dinamiklerin hiçbir karşılığı olmadığı, bu tür gerçek dinamiklerin sol/sosyalist güçler dışında geliştiği görüldü. Bu durumun yarattığı travma çarpıcıdır. Örneğin sol/sosyalist güçlerin bazı kesimleri, hep beklenen “nesnel koşullar”a etki edemeyince bu defa onu kötülemeye, kusurlarına vurgu yapmaya, ilişkilenmemenin mazeretlerini geliştirmeye başladılar. Örneğin, Gezi Direnişi’nde açığa çıkan toplumsal dinamiklerin ideolojik ve kültürel karmaşıklığından (ki bu toplumsal dinamiklerin doğası gereğidir) şikâyet etmeye, bunu gerekçe gösterip kendi “öz dinamikleri”ne yaslanmaya devam ettiler. Kısacası, sol/sosyalist güçlerin içindeki bir grup, Gezi Direnişi’nde karşılaştıkları tabloda kendi eksiklik ve yetersizliklerini görüp telafiye yönelmek yerine, onunla mesafe açmaya çalıştılar. Bu çabanın, bilinçli ya da bilinçsiz biçimde sürdüğünü de söyleyebilirim. Ancak, hangi gerekçeyle veya niyetle yapılıyor olursa olsun, bunun aynadaki görüntüne kızıp aynaya taş atmaktan farkı yok.

Gezi Direnişi, Türkiye soluna, görmek ve yüzleşmek istemediği zayıflığını, eskimişliğini, yetersizliğini gösterdi. Şaka ya da tesadüf olmasa gerek, Türkiye’de Gezi Direnişi’nden sonra büyümüş bir sol/sosyalist güç yok; aksine, sol hızla küçüldü. Durum buysa, bu küçülmenin ve başarısızlığın nedenleri konusunda açık yürekli ve dürüst bir tartışmaya ihtiyacımız var demektir. Bu tartışmada Gezi Direnişi’nin kendisine veya sol içindeki farklı tercihlere fatura kesmek, mezarlıktan geçerken ıslık çalmaktan öte bir şey değil. Solun bütününü, sadece bugününü değil son 40 yılını düşündüren bir tablo bu. Bu tabloyla yüzleşmeyi deneyenler de oldu, hala var. Bu yüzleşmenin de kolay bir şey olmadığını görmek lazım; her yüzleşme sancılı bir doğum gibidir. Türkiye sosyalist hareketinin tek şansının da bu sancılı süreçten çıkabilen, yani yüzleşmeyi devrimci ve kurucu sonuçlara taşıyabilen bir damarda yattığını düşünüyorum.

“Gezi Sanatı” ve “Gezi Mizahı” gibi tanımların bir somutluğu var mı? Varsa günümüzde geçerli mi, geçerli olmalı mı? Gezi’yi romantikleştirmenin tehlikeleri ve getirileri nelerdir?

Herkesin paylaştığı gözlemler dışında, özel bilgim olmayan bir konu bu. Ancak sanatın ve buna bağlı ifade biçimlerinin kitleler arasında ortak bir duygunun/duyunun yaratılması açısından muazzam olanaklar barındırdığı Gezi Direnişi ile birlikte anlaşılmış olmalı. Eğer siyasal çağrılar kadar, duyguların da bir “toplumsal dolaşımı” varsa, bunda sanatın ve mizah gibi ifade biçimlerinin küçümsenmemesi gereken bir etkisi olduğu açık.

Sol/sosyalist hareket açısından konuşmam gerekirse, söyleyebileceğim şey şu olur: Sanatın ve mizah türü ifade biçimlerinin etkisini kabul etmek, sol/sosyalist güçlerin bunu taklit etmesine neden olmamalı. Zaten bu, taklitle, -mış gibi yapmakla olacak bir şey de değil doğası gereği. Ancak sol/sosyalist hareketin kendi iç dünyasını ve kültürel örüntülerini bu tür ifade biçimlerinin kendilerini rahatlıkla açığa vurabileceği bir ferahlığa kavuşturması gerekir. Doğru ve gerçekçi olan yol da budur bence.

Gezi Direnişi’nin romantikleştirilmesi konusu ise, başta sol/sosyalist güçler açısından garip bir durum olur, çünkü burada yapılması gereken şey son derece özenli ve soğukkanlı bir “otopsi” olmalı. Ama Gezi Direnişi’nin değil, bu uğrakta etkisiz kalan, hatta küçülüp zayıflayan sol/sosyalist hareketin otopsisi. Gezi Direnişi’nde, siyasete katılım kanalları tıkanan halkın, siyaset alanına dolaysız girişinden söz etmiş ve bunun, doğası gereği, kısa süreli bir “olay” olduğunu belirtmiştim. Her ne kadar dolaysız temsil bize komünizm ilkesini hatırlattığı için duygularımızı okşasa da sınıf egemenliğinin, devlet-toplum ayrımının, iktidar aygıtının tüm gerçekliğiyle ortada olduğu toplumsal koşullarda siyaset, öyle ya da böyle temsil ilkesi üzerinden yürümek durumunda. Bu temsilin içeriği, niteliği, ilkesi değişir ve bu konuda sosyalist düşüncenin çok ilerici örnekleri/tasarıları da vardır elbette. Ancak bunların da bir biçimde temsil ilkesine dayandığı açık. Dolayısıyla, Gezi Direnişi’nde tanık olduğumuz “olay”, o anda değilse bile hemen ardından, hiç olmazsa şimdi ve bundan sonra, mutlaka kendi temsiline kavuşmalıdır. Sosyalist hareketin temel görevlerinden birinin de Gezi Direnişi’ni romantikleştirmekten çok, onu temsil eden halkçı, emekçi karakterli siyasal kulvarı/örgütlü gücü yaratmak olduğunu düşünüyorum. Romantikleştirmekten kasıt, tüm soruların yanıtını Gezi Direnişi’nde bulmaksa, diyeceğim bu olur. Ancak “Gezi Direnişi’ni romantikleştirmemek” adına Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan dinamizme ve enerjiye sırt çevirmenin de en az diğeri kadar ahmakça bir tutum olduğunu düşünüyorum.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi126

Bunu paylaş: