IF: İsyan, Mücadele, Otorite, Özgürlük – Deniz Eren

İçerisinde bulunduğumuz toplumun kendine özgü yaşamı ve düşünce biçimi sanatçıyı etkileyen başat unsurdur. Sanatçı, sanat eseri ve toplum arasındaki diyalektik etkileşim bir bütünü oluşturur. Sanatçı toplumdan ne kadar etkilenirse eserlerinde de bunu dışa vurur ve “sanatçı toplumun aynasıdır” sözündeki ayna görevini üstlenmiş olur. Güzel sanatların geleneksel altı dalının – şimdilik – en genç üyesi sinemada ise içerisinde bulunduğumuz toplumun artı ve eksi yönlerini göstermek diğer sanat dallarına göre daha kolay ve pekiştirici olmaktadır. Yıllardır devrimci kuşak, özgür günler olarak adlandırılan ve özlem duyularak anlatılan “68 Kuşağı”na, Mark Kurlansky‘in “Dünyayı Sarsan Yıl” vurgusu, dönemi en isabetli açıklayan tanımlardan biridir.

Toplumumuzdaki çoğu kişinin sanata at gözlüğüyle baktığı ortada. Bu durumun en büyük nedenlerinden biri hiç şüphesiz okul yıllarında matematik, fizik gibi derslerin, okul yöneticilerinden ebeveynlere uzanan yelpazede toplum tarafından resim, müzik gibi sanat ağırlıklı derslere nazaran terazide dengesizlik yaratacak ölçüde daha fazla değer görmesidir. Sorun teşkil eden bu durum ise nesilleri etkileyerek sanata gerekli değer ve önemi gösteremeyişimize neden olmuştur. Özellikle son dönemlerde hükümetin yapmış olduğu açıklamaları da işin içine katarsak toplumumuzun sanata karşı bakış açısını değerlendirdiğimizde artan bir değer bilmezlik, hatta vandalizm söz konusudur. Bu noktada devlet politikası olarak sanata gerektiği değeri ve önemi sunan diğer ülkelerdeki özveriyi görmek insanı üzüyor ve özendiriyor. 68 Kuşağı dosyamıza uygun olarak 1955 yılında genç sinemacıların maddi engellerle karşılaşmaması ve serbestçe film çevirmeleri adına İngiliz Sinema Enstitüsü’nün Deney Komitesi’nce desteklenen Özgür Sinema hareketini örnek olarak gösterebiliriz. Bu yazıda ise Özgür sinema hareketinin öncülülerinden İngiliz eleştirmen ve Oscar ödüllü yönetmen Lindsay Anderson’un hayal dünyasına göz atmaya çalışacağız.

Özgür sinema hareketinin önemli yönetmenlerinden Lindsay Anderson’un bir röportajında bağımsız sinema hakkında yaptığı yorum oldukça ilginçtir. Kendisine sorulan “Tony Richardson ve Karel Reisz ile birlikte ilkeler manifestosuna dayanan bağımsız sinema akımını çok da naif duygularla oluşturmadınız, öyle değil mi?” sorusuna “Filmlerimizi gösterime sunmak için bir akıma ihtiyacımız vardı ve bağımsız sinema manifestosu bu nedenle ortaya çıktı. bu, tamamen yanlıştır diyemeyiz fakat aynı duyguları paylaşan, aynı filmleri yapmak isteyen bir grup insanın bir araya gelerek, sadece manifestoya dayanarak film yapmış olduğu izlenimi oluştu fakat bu doğru değildir. Manifesto, elbette ki bizim bir yansımamızdır; fakat ne benim ne de bizim içimizden bir başkasının bu manifestodan etkilenerek filmlerimizi yaptığımızı sanmıyorum.” sözleriyle yanıt vermiştir. Yönetmenin cevabını okuduğumuzda klasik olan yorum yeryüzündeki herkesin yaşantılarını idame edebilmeleri için bir akıma ya da bir şeylere inanmaları gerektiği akıllara geliyor olsa da burada asıl önemli olanın yönetmen Anderson’un körü körüne bir akıma bağlı kalmadığı gerçeğidir.

1955 yılında işitme engelli çocuklar adına çekmiş olduğu Thursday’s Children adlı belgesel ile Oscar ödülünü kazanan yönetmen Lindsay Anderson, 1963 yapımı This Sporting Life isimli filmiyle toplumsal kaygılar üzerinde durmuştur. Filmlerinde toplumsal gerçekçiliği ön planda tutan yönetmen Anderson 1968 yapımı filmi If/Ne Ekersen ile eğitim sistemine saldırmıştır. Zamanında kendisinin de içerisinde bulunduğu eğitim sistemine karşı haklı başkaldırısı toplumdaki kimi kesim tarafından eleştirilse de İngiliz sinemasının unutulmaz isyanlarından biri olmayı başarabilmiştir.

Erkek öğrencilerin bulunduğu bir yatılı okulda geçen If, 68 ruhunu tüm yönleriyle izleyiciye göstermektedir. Ast-üst kavramının hâkim olduğu okulda eğitmenlerin diktatörü anımsatan tavırlarla öğrencileri eğitmeye çalışmaları okuldaki yaşamı epey zorlaştırmaktadır. Üst sınıfların gördüğü baskıyı ve bu baskının sonuçlarını ele alan film, döneminin İngiliz eğitim sistemini taşlamaktadır. Filmin başından sonuna kadar aklın rafa kaldırıldığı mesajını izleyicisine vermeye çalışan yönetmen Lindsay’ın oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle filmin başlangıcında “ter odası” diye tabir edilen odaya eşyalarını yerleştiren öğrencileri görmemiz ve okulun sözde disiplinini korumaya çalışan okul görevlisinin korku kavramına başvurarak kuralları anlatması bu konuda verilebilecek örneklerden. Diğer bir örnek olarak ise eğitmenlerin istedikleri olmazsa şiddete başvurmaları bunu da yaparken yaşam biçimi olarak normalleştirerek öğrencilere göstermelerini verebiliriz. Özellikle kurallara uyulmadığı takdirde uygulanan cezanın yurda yeni gelen öğrenciler önünde uygulanması eğitimin eğitimsizliğini gözler önüne seriyor.

Makineleşerek eleştirmeyi ve sorgulamayı unutan öğrenciler dışında filme girdiği ilk andan itibaren giyiniş tarzıyla ve tavırlarıyla filmde farklılık yaratan Travis karakteri ise göze çarpmaktadır. Okulun kurallarına göre aykırı hareketler sergileyen Travis, Johnny ve Wallace kendilerine bir özgürlük odası kurarlar. Özgürlük odasında yaşadıkları özgürlüğü okula da yaymak isteyen üçlü, otoriteyi sarsıcı hayaller kurmaktadır. Otoriteyi sarsmak adına Travis’in kurduğu hayaller izleyiciye her baskıcı sistem kendi devrimcilerini yaratır sözünü çağrıştırmaktadır.

Çok yakında dünyanın sonu gelecek, kararmış ve kurumsallaşmış bedenler küle dönecek! Yanlış savaş diye bir şey yoktur yalnızca şiddet ve devrim saf eylemlerdir. Direniş, özgürlük…” Travis’in kitaptan okuduğu bu cümleler verecekleri mücadelenin ilk sinyallerini vermekle birlikte filmin ilk kırılma noktasını oluşturmaktadır. Travis ve arkadaşlarının mücadeleye karşı kurdukları hayallerinin fantezi ve gerçekliği karıştırarak siyah beyaz biçimde verilmesine filmin birçok sahnesinde rastlamaktayız.

İzleyici filmden yabancılaştırarak filme ayrı bir hava katan bu durum 68 kuşağının benzerlerine başta Fransa olmak üzere başka ülke sinemalarında da rastlanılan sinematografisine verilebilecek örneklerdendir. Dışarıya izinli mi yoksa kaçarak mı çıktıklarını görmediğimiz sahnede Travis’in motor çalarak şehirde kısa bir tur atması filmin ikinci kırılma noktası oluşturmaktadır. Filmin ilk sahnelerinde de okul yönetimi tarafından sevilmeyen Travis, Johnny, Wallace ve okul yönetimi arasında soğuk savaş olduğuna tanıklık etsek de bu durumun keskin bir hal alması yurttaki özgürlük odaları haricinde dış mekânda özgürlüğe attıklarını ilk adımdır.

Okulca gittikleri kampta kurallara uymamaları bunun üzerine okul yönetiminin motor çaldıklarını da öğrenmesi eğitmenlerin Travis ve arkadaşlarına karşı sert önlemler almasına neden olmuştur. Okul yönetiminin disiplini bozdukları gerekçesiyle özellikle kitapları yaktırarak öğrencileri cezalandırması, 1930’ların Almanya’sını ve 1980’li yılların Türkiye’sini anımsatır. Sanata dair ne varsa ortadan kaldırarak öğrencileri cezalandırdıklarını düşünseler de filmin asıl bu mücadeleye karşı hayal ve gerçek dünya arasında gidip gelerek verdikleri karşılık sonucunda başladığını söylemek doğru olacaktır. Son sahnede kansız abartılı bir isyan sahnesine tanık olmamız filmi gerçeklikten uzaklaştırmış olsa da Travis ve arkadaşlarının mücadelesinin başarıyla sonuçlandığını ve güç dengesinin değiştiğini görmekteyiz.

David Wood (Johnny), Richard Warwick (Wallace), Malcolm McDowell (Mick Travis) başrollerinde yer aldığı If’te oyunculuklar genel olarak oldukça güçlü. Filmde kullanılan müziklerin filmin gidişatını etkilemede büyük rol oynadığını da söylemek mümkün.  If ile 1969 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan yönetmen Lindsay Anderson’ın yönetiminde öne çıkan başrol oyuncularının güçlü sahnelemeleri de ünlü ABD’li yönetmen Kubrick’in dikkatini çekmiş ve onları kült filmi Otomatik Portakal‘ın kadrosuna dâhil edilmiştir

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi125

Bunu paylaş: