Aklın İç Kalesi – Adnan Binyazar

Aklın İç Kalesi*

Bozkurt Güvenç, kültürü, temel kaynaklarına inerek, “doğa’nın yarattıklarına karşılık, İnsanoğlu’nun yarattığı her şeydir,[1] diye tanımlıyor. Burada geçen “her şey” kavramı, insanın yalnızca gereksinimlerine göre üretip belli biçimlere soktuğu araçları değil, o araçlarla yapılan işleri; düşünceyle, duyguyla, yaratı gücüyle oluşturduğu sanat, bilim, teknik alanlarında ortaya koyduklarını da kapsıyor. Bilim düşüncenin, teknik becerinin, sanat yaratıcılığın ürünüdür. Düşünmek, duyumsamak, beceri yeteneği insana özgüdür. İnsan, varlık bilincine erince doğaya egemen olup onu kendine göre biçimlemeyi düşünmüştür.

İnsan, ne gibi savaşımlar vererek benlik bilincine erdi de, onun ardından doğayı değiştirip kendine göre biçimleme gereksinimi duydu? Birçok düşünüre göre insan, soyutlama evresinden sonra “insan” oldu. Evrimleşmenin soyutlama aşamasında yaratma isteği duydu insan. Bireysel çabanın ürünü diye algılansa da araç yapımı emek paylaşımıyla gerçekleştirildi. Soyut tasarlamalar, daha az emekle üretilen, kullanımı da o ölçüde verim getiren araçlar yapmaya koyuldu insan. Çağımız insanının daha az emek ve enerjiyle daha güçlü araçlar yaratma tasarımını da buna bağlayabiliriz.

Akıl, gelişmenin dinamosudur. Akıllı olmak yetmiyor;  her şey aklı kullanmakta düğümleniyor. İnsan, aklını kullanmayı da soyutlama evresinde öğrendi. Böylece insanlar bir araya gelmeyi,  toplumsallaşarak ortak üretimde bulunmayı öğrendi. Her çağda aklı kullanmanın önüne engeller çıkarılsa da, gelişmenin önü alınamamıştır. Bilim ve düşünce tarihi engellemelerin kanlı öyküleriyle yazılmıştır. Okurken ironi gibi geliyor, Galileo Galilei, “Bize akıl, mantık ve algılama yetisi bağışlamış olan Tanrı, neden bunları kullanmaktan vazgeçmemizi istemiş olsun ki!” derken haklıdır. Kilise yüzyıllarca Tanrı’yı kullanarak karşı çıkmıştır bilime, felsefeye, sanata[2].

Soyutlama düşüncesi, duyarlığı da geliştirdi. Duyarlıklı insan algılayıp yaratıyor. Doğayı düşünerek, duyumsayarak algıladığı için insana “eşref-i mahlûkat”[3] denilmiş olmalı. İnsan her yaratısıyla kendine bilgi’nin yollarını açtı. Bilgi, aklı işletmenin şaşmaz kılavuzudur. Bilgi, düşünsel ya da sanatsal yaratımın da üreticisidir. İnsan, bilgi yaratısıdır. İngiliz deneme yazarı Bacon, “Bilgi, insanın en büyük gücüdür,” diyor. Bacon’ın deyimiyle, bilginin nasıl bir güç olduğunu, bilginin insanın içinde nasıl bir “iç kale” oluşturduğunu, Ahmet Cemal’in aktarmasıyla, Stefan Zweig’ın Montaigne yönelik yorumundan çıkarabiliriz:

“Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür “iç kale” inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur.

Oysa kendine bir “iç kale” inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.” [4]

Çağımızda, birey olarak da, toplum olarak da, temelinden çatısına bilgiyle donatılmayan nice “iç kale”lerin, en ufak dalgalanmalarla nasıl savunmasız kaldığına her an tanık oluyoruz. Emanuel Kant’ın dediği de budur, aklını kendi iradesi yolunda kullanmayan birey “bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışına rastgele sürüklenmelere” uğrayarak yolunu yordamını şaşırır.

Eski bir Çin şairi, eleştirel bir dille, insanın kendini bilgiyle yeniden yarattığını şu dizlerinde dile getiriyor:

    O ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini

           çocuktur, onu eğitin, yetiştirin.

     O  ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini

           cahildir, ondan uzakça durun.

     O ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini

           belki uykudadır onu uyandırın.

     O ki, biliyor ama biliyor bildiğini de

           bilge kişidir onu izleyin.[5]

     Senaca yüzyıllarca önce soruyor, sorduğunun yanıtını da veriyor:

İyi nedir? Bilgidir. Kötülük nedir? Bilgisizlik. Filozofla sanatçı yerine göre, kimi bilgileri fırlatıp atar, kimilerini seçer alır. Ama attıklarından korkmaz. Seçtiklerine hayran olup kalmaz, yeter ki ulu, yenilmez bir ruhu olsun. Senin yenilmene, ezilmene karşıyım, desin.[6]

Düşünce üretiminin kaynağı bilgi; bilginin kaynağı kitaptır; resim gibi sanatsal gösterimler, müzik gibi işitsel yaratılardır. Okuyarak, sanatla uğraşarak duygusunu, düşüncesini, beğenisini geliştiriyor. Kant, duyguyu “hiçbir biçimde bir nesnenin tasarımını oluşturmayan şey” diye tanımlıyor. İnsanın gözlem-duyumsama-algılama-kavrama-yorumlama Kant’ın bu soyutsal yaklaşımını çözülmemde de karşımıza çıkıyor. Evrendeki doğal oluşumlar, insan yaratısı olgular gerçeği kavramada ipuçları verebilir.

İyi bir eğitim, kişiyi bilgiyle donatıp, gerçekleri, olguları algılayacak bir duyarlıkla yetiştirebiliyorsa amacına varmış sayılır. Kişinin olguları eytişimsel (diyalektik) bir anlayışla kavrayabilmesini böyle bir eğitim anlayışı sağlar. Montaigne’in sözünü ettiği “iç kale”nin sağlam bir temele oturması böyle bir eğitimle olanaklıdır. Bu yolda eğitilen kişi, hiçbir etki altında kalmadan kendi iradesiyle karar verir. Bir şeyin gerçek yüzünü görenler, güzellikle çirkinliği birbirinden ayırt edenler, nelere acıyıp nelere gülünmesi gerektiğinin bilincinde olanlar, kuşkusuz olayları tarafsız bir anlayışla sorgulayıp yargılamayı da bileceklerdir.

İnsan, aklıyla var oldu. Ama aklı olmak yetmiyor; önemli olan, aklı iyi kullanmak. Akıl konusunda kafa yormamış düşünür yok gibidir. Anlatının ilk ustası Homeros aklı şöyle algılıyor:

     Oduncuyu oduncu yapan aklıdır, gücü değil.

     Fırtına şarap rengi denizi birbirine kattığında,

     dümenci aklıyla yön verir gemisine.

     Sürücü de aklıyla alt edip geçer öteki sürücüleri.[7]

Euripides’e göre duyarlık, aklın kılavuzluğunda etkisini gösterir. Balzac, “Akıl, duygunun yanında her zaman bayağı kalır,” diyor. Pascal, “Yüreğin kendi aklı vardır, aklın hiç bilmediği,” diyerek onaylıyor Balzac’ı. Goethe de “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ama yüreğim yalnızca benim,” diyerek duyarlığa daha geniş alanlı ayrıcalık tanıyor. Bir başka düşünür de, “Zihinden geçmeden, gözden yüreğe giden bir yol var,” diye tanımlıyor. Akıl söz konusu olduğunda, akıllı olmak yetmiyor, insanın akıl yürütecek kadar irade göstermesi de önemli. Pascal, “Akıl veren çoktur, akıl yoktur,” özdeyişiyle, gerçekte çok sözle mantığı alaboraya uğratmaya kalkanların foyasını ortaya çıkarıyor! Akıl, insan beyninin öyle bir belirleyicisidir ki, bir Japon atasözü bu gerçeği doğruluyor:

“Yasalar akla aykırı olabilir;/Akıl, yasalara aykırı olamaz.”[8]

Dünyayı algılamamızı gerçekleştiren duyumsamalar birbirinden bağımsız değildir. İnsanın iç evrenini oluşturan her şey zihinde akılla, yürekle bütünleşiyor. “Eşref-i mahlûkat”tan sayılmak bu düşünce-duygu bütünselliğiyle açıklanabilir. O nedenle hiçbir insana yalnızca düşünce ya da duygu varlığı olarak bakılamaz. Duygusal ya da düşünsel, zihindeki her değişim insanın davranışlarına da yansır. Okuma, resim, müzik gibi sanatsal yeteneği geliştiren de akıldır, akılla beslenen düşüncedir. Düşünce de duyguda da tekdüzelik yoktur. İnsan, neşe içindeki bir insanın içinden hüzün geçebilir. Hüzünlü bir insanın içinde de sevinç kıpırdayışları eksik olmaz. Yunus Emre, bir ikiliğinde dile getiriyor insana özgü bu duygu iç karmaşasını:

     Hak bir gönül verdi bana ha demeden hayran olur

     Bir dem gelir şâdi olur bir dem gelir giryân olur

Shakespeare, “Gülerek ağlamaktansa, ağlayarak gülmeli,” diyerek, duyguların bu iç devinimine değiniyor. Dostoyevski, gençlik romanı İnsancıklar’da, “Varvara Alekseyevna” ile “Makar Alekseyeviç” tiplerinde bu içsel duygu devinimini daha belirgin betimlemelerle çiziyor:

Dün o kadar hüzünlü olduğum için bana kızmayın; çok iyiydim, çok rahattım, ama en iyi anlarımda bile, ben hep hüzünlenirim. Ağlamış olmamın da hiç önemi yok; ben bile bilmiyorum neden ağladığımı. Hastayım, sinir bozucu hisler içindeyim; izlenimlerim hastalıklı. Bulutsuz, solgun gök, güneşin batışı, dün akşamki sessizlik -bütün bunlar- bilemiyorum ama dün bütün bu izlenimleri ağır ve acı verici bulacak bir haldeydim, kalbim kabardı ve ruhum gözyaşlarımı koyuverdi.[9]

Sanat, duyumsamalarla algılandığından yaratıcıdır. Sanatsallık, insanı nesneler dünyasından alır, yaratısal bir dünyaya taşıyarak bir duygu varlığına dönüştürür. Şiir, roman, öykü, deneme gibi anlatısal; resim gibi gösterimsel, müzik gibi işitsel sanatlar duyarlığı gelişmiş insanlara ayrı bir dünyanın kapısını aralar. Sanatla beslenen insanların, gördükleri her düzeyli eserle algılamaları derinleşiyor. Bir yerde donup kalmayan sanat, her gelişimde insanın beğeni dünyasını geliştirir. Somut, soyut, figüratif, klasik, romantik, gerçek, gerçeküstü vb. dönemlerin doğması bu beğenisel gelişimden doğmuştur. Bütün türler birbirinden etkilenerek oluşur. Resimde, müzikte de öyle, klasiği var, halk kaynaklı olanı var, popu var, daha niceleri… Düşünsel ya da sanatsal; gelişim hangi kaynaktan doğarsa doğsun, hangi türde olursa olsun, özünde aklın, yaratının, beğeninin yaratıcı izlerini taşır.

Portekizli yazar Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı adlı yapıtından aktarılan şu bölüm, insanın duygu arayışları sırasında nasıl bir ruhsal bocalama yaşadığını yansıtıyor:

Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım. Ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasından olmayan düş. (…) Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmak ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum. (…) Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçekliğe ne kadar benzediği bana anlatmaktır dertleri.[10]

Pessoa’nın; Yunus Emre, Shakespeare, Pascal, Goethe, Balzac’ın düşünerek vardığı duyguların yaratıştaki düşsel derinliğini, aklının tiksindiği düşleri, ya da duyularını dehşete düşüren eylemi seçmekte içine düştüğü arayış bocalamalarıyla dile getirdiğini görüyoruz.

İnsanı bir kültür varlığı olarak yaratan gelişiminin kaynağı kitaptır. Gerçeği ya da düşsel bir dünyayı yansıttığında bile kitap, insanı tasarlama sınırı belirsiz dünyalara götürür. Kurgusal kitaplarda olay-betimleme-imge-söylem-anlatıyla yaratılan güzel duyusallık dünyasıdır bu. Resim, müzik, yontu gibi güzel sanatlar, kişinin algılayış yeteneğine göre geniş çağrışım alanları serer izleyenin uzamsal belleğine. Vincent van Gogh’a “Sanat, tanrının eksik bıraktığını tamamlar,” dedirten, düşlerde yaratılan bu gerçek dünya görüntüsüdür. Sanat, var olan görüntülerle yetinmez, yaratıyla algılanan çağrışımsal bir dünya düşüyle “eksik” gördüğünü tamamlar.

Çağrışım yaratmada kitabın ayrıcalıklı bir yanı var. Kitap, duyulara devinim alanı açarak görmeden gösterir, işitmeden işittirir, koklamadan koklatır, dokunmadan dokundurur, tatmadan tattırır. Kitap, düşünceden düşünceye, duygudan duyguya, doğadan doğaya geçişim sağlayan en kısa yoldur. Her kitapla ayrı bir dünya yaşanır. Okuma çok yönlü bir eylem; okuruna göre kitap, kitabına göre okur vardır. Kimi, yaşamı boyunca hep aynı tür kitaplar okurken, kimi kitaptan kitaba atlar. Yalnızca dış görünüşüne kapılıp kitaplığını sırtı süslü kitaplarla dolduran da az değildir. Çoğunluk ise, en seçkin kitapların kapağını bile açmaz. Öylesi de vardır ki, araya yenilerini katarak, aynı kitabı sürekli elinin altında bulundurur. İnsan, kitapla ilişkisinde alabildiğine özgürdür. Yeter ki onun bilgi birikimi, kitap özgürlüğünü kavrayacak, onu hayatının parçası sayacak düzeyde olsun…

Mimarlık değeri yüksek yapıların ihtişamı insan gibi, içine girilirse anlaşılır. Kitap da öyledir; değeri sayfaların içeriğindedir. Şiirin, romanın, öykünün, denemenin duygu dolambaçlarına dalmadan yazarın dünyasına girilemez. Kitabı hayatının varoluş nedeni saymayan okurun, onun anlam derinliklerine inmesi olanaksızdır. Bir metni okuyup anlamada teknik yöntemler yok değildir. Bu yöntemler okumanın biçimsel özelliklerini anlamaya yarar. Oysa çağlarına damgasını vuran kitapların anlam katmanlarını tam kavramaya ömür yetmiyor. Homeros’un İliada ve Odysseia’sı, Binbir Gece Masalları, Cervantes’in Don Quijote’si, Shakespeare’in Hamlet’i, Stendhal’in Kızıl ile Kara’sı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı neden yüzyıllar eskitemiyor onları, okundukça okunmak istiyor?

Kitaplar, anlatılan olaylarla değil, olayların özünü oluşturan düşüncelerle, duygularla sonsuzluğa erer. Giorgio Manganelli, “Kitaplar gerçekten iyi iseler, olay örgüsünden arındırıldıklarında, gizli bir imge, içinde gerçekten bir kitabın büyüklüğünün yattığı bir yeraltı katmanı sunarlar,” diyor. Baudelaire, insanın iç dünyasında yeni bir ürperme yaratmayan şiiri şiirden saymaz. Roman, öykü, deneme, resim, yontu, müzik için de geçerlidir bu.  Neden yeryüzünün saygın konser salonlarında her an Beethoven, Bach, Mozart, Çaykovski seslendirilir? Neden büyük galeriler ellerindeki Rembrandt’larla, Goya’larla, Vincent van Gogh’larla, Picasso’larla övünürler?

Örneğin Binbir Gece Masalları’nın aslı dört bin sayfadır. Olağanüstü olaylarla ayrı bir değer taşıyan bu kitap, yalnızca şu iki sözden dolayı bile baştan sona okunmalıdır:

     “Güzellik onu arayana görünür.”

     “Sen ki güneşe bakmaktasın’ Görmez misin ki, onun yeri insan gözünün ölçemeyeceği yükseklerdedir! Kanat takınmadan ona ulaşabileceğini mi sanıyorsun ey saf kişi; yoksa sana kadar ineceğini mi, güneşin?”

Mevlana’nın Divan-i Kebir’ndeki şu söz, diyalektiğin nasıl bir doğa gücü, düşünce sistemi olduğunu, en azından bir yönüyle kavramaya yetmez mi?

     “Hakk, ipekböceğine verdiğini file vermemiştir.” Öyle ya, ipekböceği filin yaptığını yapamaz ama fil de ipekböceğinin yaptığını yapamaz!”

Cervantes’in Don Quijote’sinde geçen şu söz bile, insanı hayata tutundurabilir: “Gücümü güçsüzlüğümden alıyorum.”

Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ini köy enstitüsüne girdiğim yıl okudum. Ardından, yazarın okul kitaplığında bulunan öbür kitapları geldi. Yaz tatiliydi. At otarma nöbeti bana gelmişti. Koluma atın sicimini dolamıştım. Öbür elimde de Shakespeare’in Othello’su vardı. Şu söz o günlerde belleğime yerleşmiştir: “Yaşayıp durduğun şu ortamda öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme. Gurur ve kibir bütün saltanatları devirir. Alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne çek.”

Düşünmenin, duyumsamanın, güzelduyusallığın ülkesi yoktur. Teslim Abdal’ın nerdeyse aynı anlamda şu dörtlüğüyle yıllar sonra karşılaştım:

      Gel ha gönül havalanma

     Engin ol gönül engin ol

     Dünya malına güvenme

     Engin ol gönül engin ol

Hayat, Shakespeare’in Macbeth’inden aktardığım şu dizelerde dile getirdiği değil de nedir?

     Hayat dediğin ne ki;

     Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla sahnede…

     Bir saat boy gösterecek,

     Boyun kırıp gidecek!

George Orwell, 1943 yılında yazdığı Bindokuzyüzseksendört adlı romanında Stalin’in baskıcı yönetimini eleştirdi. Roman, ancak 1949 yılında yayımlanabilmiştir. Üzerinde sürekli dolaştırılan kameradan bunalan romanın kahramanı, içinden şunu geçirir:

     “İnsanın en büyük düşmanı kendi sinir sistemidir.”

Haruki Murakami, Orwell’den altmış yılı aşkın bir süre sonra yazdığı 1Q84 adlı 1256 sayfalık dev romanında da şunu diyor: “Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter; hayatın kurtulmuş demektir.”

İyi okur, tutkuya dönüşen bir duyguyla sarılır kitaba, okuduğunu sindirir. Kötü okur, iş olsun diye eline kitap alır,  kavrayışsızlığının suçunu da yazara yükler.  William Faulkner, Nobel’i kazandıktan sonra Japonya’da bir üniversite öğrencisinin, “Ses ve Öfke’yi üç kez okudum bir şey anlayamadım,” sorusunu,  “Dördüncü kez okuyun!” diye yanıtlar. Bir başka öğrenci de,  Ernest Hemingway’in nasıl bir yazar olduğunu sorar. Ona verdiği yanıt da anlamlıdır: “Hemingway iyi bir yazardır ama başardığına erken inandı.”

Okuma, yazarla okur arasında doğan duygu etkileşimini sağlar. O nedenle okuma eylemi okur kadar yazarı da ilgilendirir. Öğrencilerin sorusu da, Faulkner’ın verdiği yanıtlar da bu dengenin ne gibi ince ölçülerinin olduğunu gösteriyor.

Kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle, insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. İç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar. Kişi, her an hayatını biçimleyecek bir irade gösterebilir. Yeteneklerini geliştirip yaşadıklarını üretimsel kılma insanın kendi elindedir. Bu bilince eren, kendini kültürle var etmenin üstesinden gelir. Doğa, insanı yalnızca var etmiştir, doğadan bir şeyler alma, ona bir şeyler katması insanın varoluş gereğidir.

Bedene bir şey eklenemez ama beden çok şeyin yaratıcısı kılınabilir. İnsan, bedenini iyi değerlendirmekten sorumlusudur. Bu sorumluluk ancak sanatla, bilgiyle yerine getirilebilir. Sanata yabancı kalan, okumayan, hayatını köreltime uğratır.  Okuma kültürünü edinmenin tek yolu okumaktır. Sanat da izlenerek kavranıyor. Sanata karşı bağnazlık, insanın kendine güzellikleri yasaklamasıdır. Herkes sanatsal üretimde bulunamaz ama güzelduyulu olabilir. Tıpkı onun gibi, düzenli bir öğrenimden yoksun kalma, kitap okumaya engel değildir. Şiirler, romanlar, öyküler, resimler, yontular, dinletiler insan için ortaya koyuldu.  Perulu yazar Mario Vargas Llosa, edebiyatın kişiye neler kazandırdığına değiniyor: “Edebiyat aklı ve sağduyuyu çalıştırır; edebi yaratıcılıktaysa bu unsurların yanında sezgiye, duyarlığa ve tahmine, hatta eleştirel bakışın ağından kurtulmayı her seferinde başaran şansa bile yer vardır. İşte bu yüzden, yaratıcılık başkasından öğrenilemez; yaratıcı olmanın tek yolu okumak ve yazmaktır. Gerisini insan kendi başına, pes etmeden öğrenir.”[11]

André Gide de, Oscar Wilde’ın De Profundis adlı kitabına yazdığı “Oscar Wilde’ın Anısına” başlıklı önsözde dünya ile sanat arasında şöyle bir bağlantı kuruyor: “İki dünya vardır: Sözü edilmeden var olan dünyaya gerçek dünya denir, çünkü bu dünyayı görmek için sözünü etmeye hiç gerek yoktur. Öteki işse sanat dünyasıdır, bu dünyadan söz etmek gerekir, çünkü ancak sözü edildiğinde var olur.

Sanat yapıtını sanat yapıtı, doğa yapıtını da doğa yapıtı yapan nedir? Aralarındaki fark nereden gelir? Nergis çiçeği bir sanat yapıtı kadar güzeldir; aralarındaki fark güzellik olamaz. Nedir ikisini ayıran? Sanat yapıtı her zaman tek’tir. Kalıcı hiçbir şey yaratmayan doğa, yaptıklarının hiçbiri kaybolup gitmesin diye hep kendini yineler. Tanrı insanı, insan da sanat yapıtını yaratır.”[12]

İnsan, kültürel bir varlıktır. Varlığını, kendi yarattığı kültüre borçludur. Goethe’nin deyimiyle, kimsenin kapısını zorlamaya bile güç yetiremediği iç kalenin[13] aşılmaz duvarları, kültür denen granit taşıyla örülmüştür.

***

Görsel: Vincent van GoghBuğday Tarlası ve Kargalar (1890)

[1] Güvenç, B., İnsan ve Kültür, Boyut Yayınları, İstanbul 2010, s. 123,

[2] Sözün Özü, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, İstanbul 2010, s. 28.

[3] Yaratıkların en şereflisi

[4] “Erasmus’un Yansızlığı…” Cumhuriyet, 15 Şubat 2013.

[5] Güvenç, B., Agy, s. 413.

[6] Seneca’dan yapılan bu alıntıyı, Gürol Sözen’in, “Her sabah; evet her sabah ve ne yazık ki yıllardan beri kirli bir karanlıkta, içi irin ve kan dolu yaranın göbeğinde uyuyup uyanıyoruz”, diye başlayan “Körleşmenin Dayanılmaz Aymazlığı” başlıklı yazısından aldım (Cumhuriyet, 4 Mart 2013).

[7] Sözün Özü, s.28.

[8] Güvenç, B., Agy., s. 416.

[9] Dostoyevski, F., İnsancıklar, Çev. Sabri Gürses, Can Yayınları, İstanbul 2013, s. 74.

[10] Pessoa, F., Huzursuzluğun Kitabı, Çev. Saadet Özen, Can Yayınları, İstanbul 2006, s. 22-23.

[11] Llosa, M.V., Genç Bir Romancıya Mektuplar, Çev. Emrah İmre, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 124.

[12] Oscar Wilde, De Profundis, Çev. Rosa Hakmen, Can Yayınları, İstanbul 2009, s. 12.

[13] Zweig’ın Montaigne’i değerlendirirken kullandığı “iç kale” kavramını Goethe’den aktardığı, şu cümleden anlaşılıyor: “Montaigne’in savaşımı yalnızca savunmayla, Goethe’nin ‘iç kale’ diye adlandırdığı, insanoğlunun benliğinin en derininde yatan ve kimsenin bir başkasına girme iznini vermeyeceği o siperin savunulmasıyla sınırlı kaldı.”  (Zweig, S., Montaigne, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 27.)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi113

Bunu paylaş: